28 Kasım 2008 Cuma

Sobe

Aysema öğretmenim sobelemiş beni. Takıntılarımı yazmamı istemiş.

Aslında bu konuyla ilgili uzuuun bir yazı yazabilirim, takıntılı bir insan olmam sebebiyle. Beni o noktaya getiren de çoğu zaman tez canlılığım oluyor. Aklıma düşeni hemen yapmak istiyorum. Öyle bir heyecan kaplıyor ki içimi. O heyecanım kaybolmasın, bir an önce başlasın bir şeyler istiyorum. Ama çoğunlukla istediğim gibi gitmiyor işler. İşte o zaman başlıyorum “neden olmuyor?” diye düşünmeye. Düşünüyorum, düşünüyorum… Değiştirmek istediğim ama bir türlü başaramadığım huylarımdan biri bu.

Sonra, detaycılığım var. Bazen çok işime yarıyor bu huyum. Ama dediğim gibi, sadece bazı zamanlar. Bu huyumla sevdiğim insanları üzdüğümde olmuştur. En az onlar kadar ben de üzüldüm tabii. Tüm o anlar için bir kez daha özür diliyorum bu vesileyle.

Bir de, bulunduğum yer derli toplu olsun isterim hep. Düzenli raflara, düzenli bir dolaba bakarken mutlu oluyorum çünkü ben. Bu da takıntı sayılabilir herhalde.

Kasım/2008

27 Kasım 2008 Perşembe

Açık mektup

Sırtımı duvara yasladım, gözlerimle ellerimi incelerken. İşaret parmağımdaki yüzüğü çıkartıp taktım birkaç kere. Bütün parmaklarımda denedim teker teker, nasıl göründüğüne baktım. Aklım dağılsın diye yaptım tüm bunları ama, düşünmekten alıkoyamadım kendimi. Dışarıda gündüz saatlerinin bahar havasını unutturan bir soğuk vardı. Yağmur yağıyordu delice. Bir türkü söylemeye başladı sahnedekiler. Eşlik ettim ben de usul usul. Gözlerimi ellerimden ayırmadan söyledim. Sanki gözlerimi kaldırırsam, tüm üzüntülerimi açık edecekmişim gibi kendimi saklayarak söyledim. Hüznü saklamak için kaçırılan gözleri bilir misin? Kurulan kısa cümleleri, verilen belirsiz yanıtları ya da?

Elim masadaki bardağa uzandı. Bir yudum içip, gözlerimi kaldırdım sakladığım yerden. Az evvel kaçırdığım bakışlarımı kalabalığa yönelttim. Başka bir türküye başlandı. O türküde bir söz dokundu yüreğime, açık yaraya değen kolonya gibi. Bir an yakıp geçti o söz, ben ardından üflemeye devam ettim. Yaraya üfler gibi eşlik ettim türküye, kalabalıkla birlikte. Bilir misin, nasıl içten, nasıl da içli söylenir o türküler? Hem can acıtır, hem de yaralara merhem olur o cümleler.

Güzel çalınan bir kemençenin sesi ulaştı kulaklarıma. Hani, elini yanağına koyarak dinlenilecek türden. Zaman zaman “ah be” dedirtecek cinsten. Sen de seviyorsundur umarım. Gözlerimde, akmaya hazırlanan birkaç damla yaş belirdi. Sessiz sedasız dokundu onlara parmaklarım. Dışarıda yağan yağmurdan ıslanmışlardı, şimdi ise gözyaşlarımla ıslanacaklardı. “Sus” dedim, içimde kıpırdanan hüzüne. “Sus! Yoksa bitmez bu gece.”

Sarhoş olmuş biri oturuyordu yanımızda. “Ben bir şey içmedim” deyip duruyordu. İçmeden sarhoş olmak böyle bir şey demek ki, diyerek dinledim, kendini inkâr edişini. Sarhoşluğu bir aynaydı, kendi içine tuttuğu. Yüzleşmesi gerekirken sakladıklarıyla, sarhoşluğun zırhını bürünmüştü üzerine. Kendisi dışında, herkes tanık oluyordu açığa çıkardıklarına. Sahi, sen hiç sarhoş oldun mu? En kuytu köşelere sakladığın sözlerini, bir anda açık ettiğin oldu mu bu yüzden? Bilmen gerekenleri bir yabancıdan duydun mu hiç? O yabancının, umursamazca söylediği sözlerle, yıkıntılar altında kalmışken, sana uzanacak bir el aradığın oldu mu? Yalnızlık zordur. Şükür ki yalnız kalmadım hiç.

Eve giderken geçtiğimiz sokağın solgun ışığı altında, suskun suskun yürüdük. Topuk seslerinde yitirdik sessizlikleri. İçinde bir harp varken, öyle sessizce yürümek, ne kadar manidardır, bilir misin? İçinden gelip geçen mermilerin, vızıltısını dinlersin. Delik deşiktir gönlün, bilirsin. Ve sen susarsın sadece. Bir şeyleri anlatmaya niyetlenmiştir aklın ama, nereden başlayacağını bilemez hale gelmişsindir. Söylediğin ilk hecede takılıp kalıverirsin.

İşte o an biri gelir, dağıtmaya çabalar hüznünü. Saçma sapan fıkralar, gerekli-gereksiz olaylar anlatır. Komşunun kızından, bakkalın çırağından bahsedip; bir rüzgâr olup dağıtmaya çalışır, zihnini saran sis bulutunu. Ve sen, dostluğun güvenli alanında, derin bir iç çekişle başlarsın parçalamaya, içindeki yumruyu. Umarım böyle güvenli alanların vardır senin de. Ve dilerim hiç ayrı kalmazsın o insanlardan. Tıpkı kendi adıma dilediğim gibi…

Kasım/2008

26 Kasım 2008 Çarşamba

Ne isterdiniz?

Walkmanimi aldığım zamanı dün gibi hatırlıyorum. Aldığım bayram ikramiyesinin büyük kısmını ona yatırmıştım. Ne çok kaset dinledim onunla. Yolculuklarda yanımda taşıdığım kaset poşetini hatırlarım mesela. O kaseti takıp çıkarma sesi hala kulağımda. O walkmanin en yakın arkadaşı da Kazım Koyuncu’nun Viya albümüydü. Kimbilir kaç kez dinledim o kaseti, kaç kez…

Sonra, otuz ila kırk arası şarkı alabilen bir mp3′üm oldu. Hatta hediye edilmişti bana. Bir anda rafa kaldırdım walkmanı. Mp3 hem daha rahat taşınabiliyordu, hem de daha fazla şarkı alıyordu. Üzerinden epey zaman geçti, arızalandı bir gün. Ucuz yollusundan bir gblık bir mp3 aldım yerine. Daha fazla şarkı alıyordu. E zamanla alışınca yetmemeye bile başlamıştı. “Ucuz etin yahnisi yavan olur” sözünü doğrularcasına, kısa zamanda arızalandı zaten. Sonra iki gblık başka bir tane aldım onun yerine. Zamanla sesinde problem oldu, fısıltı şeklinde şarkı dinletmeye başladı bana. Bu şekilde devam ettiremezdik ilişkimizi, yollarımızı ayırmaya karar verdim. Aradan epey zaman geçtikten sonra da, şu an kullandığım ipod’u aldım. Kapasitesi dört gb.

Dün akşam güzel havayı fırsat bilip eve yürüyerek gittim. Açtım ipod’u, müzik seçmeye çalıştım. Listenin sonuna geldim olmadı, başına döndüm olmadı. Hiçbirinde karar kılamadan, öylece geçip gittim trafikte sıkışmış arabaların arasından. Walkmanimi özlediğimi farkettim birden. Onun o kabullenilmiş şarkı listesini özledim. Hızla bizden kopup giden duygularımızı düşündüm. Öyle ya da böyle ruhumuza yerleştirilen “hep daha fazlasını isteme” dürtüsünden rahatsız oldum. O daha fazlası hiç yetmeyecekti ki. Ne kadar fazla olsa, o kadar az kalacaktı isteklerin yanında. Şişmanlar zayıf, kısa boylular da uzun boylu olmak isteyecekti mesela. Göz rengi siyah olanlar renkli gözlü olmak (ya da tam tersi), gözlük kullananlar kullanmamak isteyecekti. Hep istedik, isteyecektik de.

Ortaköy’e vardığımda markete uğradım. Kapıda yan komşumuzla kızına rastladım. Ne olduğunu anlayamadığım bir şey alması için annesini ikna etmeye çabalıyordu kız. “Bunu da al, başka bir şey istemeyeceğim” dedi. Bilirim istemeyiz. “İçimizde isteklerimizi kontrol eden biryer de olmalı” diye düşünürken ben, aldığım tavuk parçaları için gerekli soruyu sordu genç çocuk. “Bunları dövelim mi abla?” “Dövün valla neden olmasın?” dedim içimden, aynı soruyu bakışlarında muhafaza eden çocuğa bakarken. “İyi olur” dedim sonra. Marketten çıktığımda hava güzeldi, hiç eve girmek istemedi canım. Canımında bugün hiçbir şey istemeyeceği tutmuştu ya, aldırmadım ona. Zira hala istenecek ne çok şey vardı şu hayatta…

Kasım/2008

24 Kasım 2008 Pazartesi

Uykusuz

Geceleri uykuya teslim olana dek müzik dinlemeyi seviyorum ben. Yaşadıklarımı düşünmeyi, hayaller kurmayı, şarkının bir yerinde eşlik etmeye başlamayı seviyorum. Ama son birkaç gündür ritmimi kaybettim galiba. Ruh halimi kestiremiyorum, bir şarkıyı sonuna kadar dinleyemiyorum. Hatta bazen başlamasına bile fırsat vermiyorum. Televizyon kumandasının hakimi, zap yapan kişiye mahkum aile fertleri gibiyim. Kendimle kavga ediyorum.

“Tülay birinde dur artk!”

“Ama canım dinlemek istemiyor!”

Bir maphusun özgürlük düşleri gibi umutlu ama uzak uykunun kucağı. Ve zaman ilerledikçe de alabildiğine özlem dolu. Dalgaların yıkadığı kumlara isim yazmak gibi nafile bir çaba uyumaya çalışmak. Öyle uyuyayım deyince uyunmuyor ki.

İlkokul dönemlerimde benim için en sevimsiz zamanlar pazar akşamlarıydı. Annem yemek yapardı mutfakta. Yatağa kovulana kadar bir şeylerle oyalanırdım ben de. Annemin soyup doğradığı o soğanların acısı ne yapıyorsa artık gözlerime, yatağa yattığımda bir türlü kapatamazdım gözlerimi. Yanardı içi, uyuyamazdım. Çok sinir bozucuydu o anlar, döner dururdum yatakta. Dayanıksızlığımdan mı yoksa gözlerimin hassaslığından mı bilmiyorum, hala daha aynı şekilde acır gözlerim. Daha soyarken ağlamaya başlıyorum. O yüzden kaçabildiğim kadar kaçıyorum bu işten. Ama annemin iğnelemelerinden kurtulmak, o kadar kolay olmuyor tabii. “Her zaman bana mı doğratacaksın soğanları?” Bilmem… Ama fena da olmaz aslında. Tabii bunları söylemiyorum ona. Küçüklüğümden beri, bir şey yaparken huysuzluk ettiğimde “Yaptığın banaysa, öğrendiğin kendine” der hep. Aslında haklıdır da. Ben bu konuya nereden geldim ki, hay Allah.

İşte o uykusuz ve huzursuz zamanlarımda yazdığım satırları okurken ben, bu okuduklarınız çıktı ortaya. Kendi huzursuzluğumun sebebini bulurum belki diye başlamıştım ama henüz bir sonuca varamadım. En iyisi ben bir de şarkı ekleyeyim bu yazıya…

Kasım/2008

21 Kasım 2008 Cuma

Elini uzat bana

Vapurun iskeleden ayrıldığını gördüm. Koşmama gerek kalmamıştı. Kaldırıma çıkarken, sağ tarafımdan gelen sesle başımı çevirdim o yöne. “Hayır, ben kendim çıkarım.” Kaldırıma kendi çıkmayı isteyen küçük beyden geliyordu o ses. Durdu, yüksekliğe bakındı bir süre. Sonra bir ayağını kaldırıp, adımını attı kaldırıma. Dengesini kaybetti ama annesinin “elini uzat bana” deyişini de kaale almadı. Dizini yere koydu, yetmedi eliyle destek aldı. Öyle bir çaba harcadı ki, görülmeye değerdi.

Bu sabah bilgisayarın başına oturduğumda, işlerime başlamadan evvel bloglarda dolaştım. Aydan Atlayan Kedi‘nin sayfasındaki cuma mektubunu okudum. Kalbin kıyısındaki bir sandaldan bahsediyordu. Yolcularını gördüğümüz olaylardan ya da dinlediğimiz hikayelerden alan bir sandal. Kalabalık mı kalabalık.

Yazdıkları, üç sene evvel bir bayram sabahı, darülacezeye gidişimizi hatırlattı bana. Yatağından kalkamayan, sadece sırtını bir yere yasladığında oturabilen ya da adım adım o bahçeyi dolaşan onlarca insan görmüştük. Konuştuk, dinledik; gözyaşlarına tanık olduk. Hayatım boyunca en çok orada hissettim o duyguyu. Elimden daha fazlası gelsin, yaptıklarım acılarını dindirmese de en azından hafifletsin istedim. Çok istedim… Sonra öyle bir hale geldim ki, hiçbir şeye yetmediğimi düşünmeye başladım. Kendime bile…

Sabah erken saatlerde bindiğim otobüste başını yaslayıp uyuklayan o muavin çocukta, sokakta yalın ayak dolaşan o küçük çocuklarda hep kendimi gördüm. Hayatları değişsin istedim. Hepsine el uzatmanın imkansızlığını bilmek köşeye sıkıştırıyordu her seferinde beni. Daha çok yandı canım. Yetmedi. Birkaç ufak değişiklik dışında değişmedi hayatları. Yeri geldi hikayelerini onlardan dinledim, yeri geldi kaçamak bakışlarda yakaladıklarımla tahminlerde bulundum. Elimi uzattım. Ve bazen de onlar uzattı elini.

Yetmez sandım, yapamam sandım. Belki gerçekten de yetmedi, yapamadım. Ama her şeye rağmen ben uzattım, çekmedim elimi.

20 Kasım 2008 Perşembe

Ordan, şurdan,, burdan

Zor kalktım bu sabah yataktan. Halbuki dün akşam kitap okumaktan vazgeçerek erken yatmıştım. İşe yaramamış galiba ki, hala yorgunum. Evden çıkma saatime on dakika kala kalksam, hazırlanıp çıksam diye düşündüm. Ama kahvaltı hazırlamam gerek, kardeşim de kahvaltı edecek. Hem annem uyanınca “Tülay sen işe gitmiyor musun?” diye sorarken nasılsa uyanacağım. En iyisi paşa paşa şimdiden kalkmak.

Kahvaltı, hazırlık, derken saat sekize geliyor. Aynadaki yüzü hiç beğenmiyorum. Tek beğendiğim üzerimdeki kazağın rengi. Mavi, ne güzel bir renksin sen. Yol boyu radyo dinliyorum otobüste. Ara sıra gülüyorum deli gibi kendi kendime. İnmek için ayağa kalktığımda biriyle göz göze geliyorum, camdan dışarıya bakmaya başlıyorum sonra. Aynı yöne döndüğümde tekrar karşılaşıyor gözlerimiz. O kadar kötü görünmüyor muyum acaba? Ya da bir gariplik mi var? Bunu da neden düşündüğümü iyi biliyorum. Birkaç sene evvel bir sabah otobüs beklerken durağa bir bey gelmişti. Üzerinde gömlek, ceket, kravat; elinde çanta. Ayağında çorap, ayakkabılar. Ama pantolon giymemiş. Kamera şakası olduğunu düşünmüştüm bir süre. Öylece bekliyordu durakta. Hafızanızı yokladığınızda bazı şeyleri bulamazsınız ya bazen. Ne bileyim evden kapıyı kilitleyip çıktığınız an yoktur mesela. Sonra başlar bir “kapıyı kilitledim mi acaba?” telaşı. Bazı şeyleri otomatik hafızamızdan yapar, tamamlarız. Eğer biraz da dağınıksa aklımız, unutmamak olası mı?

Yağmur başlıyor ofise doğru yürürken. Montumun şapkasını kapatıp, ellerimi ceplerime sokup yürüyorum. Yağmur sonraları yerler kurumaya yüz tutmuşken yürümek vardı ya, bu mevsimde öylesi zor galiba. Yağmur demek trafik demek, karanlık bir hava demek. Ama en çok da Yeni Türkü demek benim için. Geçen kış Hayal Kahvesi’ne onları dinlemeye gidiyorduk. Özledim mi ne?

Şarkıları seçip, bir fincan da kahve aldım yanıma. Kullandığım programda hata var. Evraklar işlenmeyi bekliyorlar masanın kenarında. Ben oturup kitabımı okusam ne olur? Stajyerken işlerimi bitirip, toparlardım masayı hemen. Dağınıklıkta çalışamıyorum, muhakkak atlıyorum bir şeyleri. Bir müdürümüz vardı. Onun beni bu konuda uyarışı dün gibi aklımda. “Masanı bu kadar temiz tutma” demişti. Çalışır gibi görünmem gerekmiş. Masam bu haliyle aynı sizin istediğiniz gibi. Siz göremediniz ya ona yanarım.

Yorgunum demiş miydim? Hem de daha hiç çalışmadan.

19 Kasım 2008 Çarşamba

Issız ve puslu

Yoğun geçen bir günün ardından, aceleyle toparladım masamı; biraz erken çıktım işten. Dün akşamın yağmurdan nasibini almış İstanbul trafiğinde, Anadolu yakasına geçecektim. “Bu yağmurlu güne plan yapmak akıllaca mıydı acaba?” diye düşünmeye başladığımda, yarım saat otobüs beklemiştim bile. Neredeyse bir saate yakın bekledikten sonra geldi otobüs. 19:15 seansını kaçıracaktık anlaşılan. Otobüs de kalabalık mı kalabalık. Camlar, çarpışan sıcak ve soğuk hava sebebiyle buharlı. Nerede olduğumuzu bile göremeden gittim yol boyu.

Tutunduğum koltukta oturan hanım, okuduğu doktor raporunda sayfayı çevirdi, “…ultrason tetkikleri sonucunda görülmüştür ki…”, öndeki koltukta oturan amca da, içinde haberden çok resim bulunan gazete sayfasını. Arka tarafta bir hanım, kapının merdivenlerine oturmuş yüksek sesle konuşuyordu. Belki nerede olduğumuzu görebilirim umuduyla silecekleri çalışan ön cama bakındım. Silecekler, ilkokul yıllarından hatırladığım, elmayı çağırıştıran kalp şeklinde temizledi camları.

19:15 seansı yeni başlamıştı ki girdik salona. Film akıp geçti gözlerimizin önünden. Her izleyeninden sadece bir cümle dahi olsa izler taşıyan ve izleyicisine adanmış bir film. Melodik bir tavırla ayrılmak istediğini söyleyen o adam gerçek. Ne bileyim, belki iki sıra arkada sevgilisiyle oturan adamın eski bir hikayesinden o cümle ya da birkaç koltuk ilerimizde oturan kadının yakın zamanlı kırgınlıklarından. O melodik tonu yakalamasının sebebi olan şarkılar her ayrılık cümlesinde kendisini göstermiyor muhakkak. Göstermesi daha mı iyi? Bilmiyorum… Ama ben hala aynı sahneyi düşünüyorum.

Kasım/2008

18 Kasım 2008 Salı

Sus

Dolunay vardı gökyüzünde ve bir de onun yola vuran ışığı. Fötr şapkalı, uzun pardesülü bir adam belirdi yürüdüğü karanlık yolda. Ardına bakarak adımlarını hızlandırdı adam, sanki ondan kaçıyormuşçasına. İlk önce kaale almadı bu durumu. Sonra giderek rahatsız olmaya başladı adamın tavrından. Hani kovalanan o olsaydı, bu kadar endişe duymayacaktı sanki. Adama yetişebilmek için koşmaya başladı. Aralarındaki mesafe hiç azalmıyordu, adamın hızı hiç değişmemesine rağmen. Bağırmak istedi, “dur,kaçma!” demek. Ama yapamadı, daha hızlı koştu yalnızca adamın arkasından. Yaklaşıp kolunu tuttuğunda “dur lütfen” diyebildi güç bela. Durdu adam. Ağır ağır döndürdü yüzünü genç kıza doğru.

“Sen…” dedi kız, bir adım gerileyerek. “Ne zaman geldin?”

Adam başını eğdi yalnızca.

“Neden kaçıyorsun? Neden beni ardından koşturuyorsun? Görmüyor musun, çok yoruldum.”

“…”

“Bunca seneden sonra, ruhumda bir sürü yara açtıktan ve bunca eksik bıraktıktan sonra beni, şimdi buradasın öyle mi? Geri döndün yani?”

“Geçmiş geçmişte kaldı. Bugün yeni bir günün başlangıcı. Diliyorum ki biz de yeniden başlayabilelim, başlayan yeni gün gibi.” dedi adam.

Bildiği bir yalana kanar gibi uzattı elini kız, beraber yürüsünler diye babasıyla. Sanki şimdi kendine daha bir güvenerek atıyordu adımlarını. Özlemle, sevgiyle tuttuğu o elden aldığı güçle.

Uyandığında elinin havada asılı kaldığını farketti. Hayali bir eli sımsıkı kavrar gibiydi parmakları. Ne kadar özlemişti babasını. Öyle gerçek gibiydi ki, sanki gerçekten az önce ayrılmıştı yanından. Bunları düşünürken, mum alevini titretecek kadar hafif bir rüzgar gezindi teninde. Kendi hayatı üzerinde yine bu kadar söz sahibi olabilecek miydi peki, babası yanında olsa? Hangisini daha çok istiyordu, hangisinin yokluğundan daha çok üzüntü duyacaktı bilemiyordu. Evet gidişine üzülüyordu, yanında olmayışına da. Ama ardına katıp götürdüğü tüm mutluluklarını geri getirecek bile olsa, inşaa ettiği yeni yaşamından vazgeçmeyi kabul eder miydi şimdi?

Yokluğundan oluşan boşluklarda bir rahatlama da barındırır kimi şeyler, hüznüyle birlikte. İçten içe biliriz böyle olduğunu ama pek dillendirmeyiz. O boşluğu anlatmak gerekirse, sadece bir tarafından anlatma seçeneğidir elimizdeki. Öyle uluorta, herkese anlatılmaz zaten, içimizi rahatlatma nedeni. Gün gelir, bir olay yüzünden çelişkiler yaşar ruhumuz. Ve çelişkiler hayatın aynasıdır, öğreniriz.

Kasım/2008

12 Kasım 2008 Çarşamba

Bir şarkının yolculuğunda

Usul usul bir yağmur yağıyordu aşığı olduğu kentin sokaklarına. Yatağın üzerine oturmuş eşyalarını topluyordu, yağan yağmur gibi usul usul. En sevdiği kazağını, ona hediye örülen şalı, aklına ilk gelen diğer zaruri ihtiyaçlarını ve hayatının tam ortasında olan yabancılığı koydu bavuluna. En üste de tanıdık yüzleri barındıran bir fotoğraf albümü iliştirdi, kapadı bavulu. Bu anı görmekten ürker gibi gözlerini de kapayarak.

Gözü masadaki takvime ilişti. Bir bankanın takviminin yapraklarını, ilkokul çocuklarının yaptığı resimler süslüyordu. 5.sınıf öğrencisi bir kızın resminde, bir kardan adam el sallayarak gülümsüyordu. Arkada oyun oynayan çocuklar vardı ve bu resim, ocak ayını anlatmaktaydı. Çocuk, çizdiği evlerin dışını rengarenk boyamıştı, pencereler perdesizdi. Bacalar hararetle tütüyordu. Sıcacık evin renkli duvarlarından, bembeyaz karın kapladığı yerlere kadar her şey, çocuk dünyasının renklerine bezenmişti. Bacadan tüten duman petrol yeşiliydi mesela; evin alt tarafı sarı, üstü mavi, ortası yeşil-kahverengiydi. Kendi çocukluğu geldi aklına. Çocukluğunu ne kadar mutlu geçirdiği. O korunaklı dünyada olmak ne güzel olurdu şimdi.

Bavulunu aldı eline, kapıya doğru yürüdü. Dönüp bir kere daha göz attı odasına, onu anlatan eşyalarına. Posterlerine, geçen zamanın izlerini taşıyan not tahtasına baktı. 2 hafta öncesine kadar aslı, şimdi ise zamanın belirlediği hatlarının beyazlığı vardı, sevgilisiyle çekilmiş resimlerinin yerinde. Yapılmış planlar, doğum günü hatırlatmaları, beğendiği sözleri yazıp astığı not kağıtları, her şey yerli yerindeydi işte. Bir tek onun aklı ve kalbiydi sanki darmadağın olan.

Tren garına gelmişti, elinde bir bavul. Omuzları çökük, gözleri ardında. Bir tren yaklaştı yavaş yavaş; etrafta bir telaş, gözler yolda. Gelen de, giden de yola bakıyor yalnızca. Önünde uzayıp giden o yola. Ayıran, kavuşturan o demir raylara. Bir banka oturdu, kucağında o yeşil bavul. Kollarını kavuşturdu bavulun üzerinde, başını kollarına yasladı. Yandaki bankta oturan o küçük kıza baktı. Kızın banktan aşağıya sarkıtıp salladığı ayaklarında, kırmızı rugan pabuçlar vardı. Saçları iki yandan örgülü, uçları kurdaleli. Gitmek için gerçekten güzel bir gün müydü?

Bir bavul hazırlayıp gitmek kadar kolay mıydı, birinin yüreğinden ayrılmak? Kolay mıydı, söyleyecek herşeyi tüketmiş iki yabancı gibi, yalnızca “iyi bak kendine” diyerek uzaklaşmak?

Kasım/2008

7 Kasım 2008 Cuma

Doğum günün kutlu olsun!

Keşke seni özledik demenin başka yollarını bulabilsem. Keşke bu kadar sıradan olmasa özlemini anlatan cümleler.

Burada olsaydın, bir yaş daha bırakacaktın ardında. Oysa yoksun, sensizliğin ömrü artıyor bir yıl daha. Doğum günün kutlu olsun…

07.11.2008

6 Kasım 2008 Perşembe

Resim

Bir şarkı açtım. Başlamasına bile sabredemedi içim. Bir türkü seçtim, yine değiştirdim. Sonra başka bir tane. Olmadı, dinleyemedim. Hatırlamamın muhtemel olduğu bir şeylerden kaçar gibiydim. Halbuki kaçmama sebep olacak, bir şey yoktu bildiğim.

Elimdeki bir bardak suyu sehpahanın üzerine bıraktığım gibi, içimi bulandıran her ne ise, onu da yastığımın altına bırakmak istedim. Ama olmadı. Dahası uyku da tutmadı. İçeriden gelen televizyon, sokaktan geçen araba sesi, odaya sızan far ışıkları… Kalkıp ışığı yaktım. Başucumdaki çerçeveden bana gülümseyen yüzlere baktım. Zaman ne kadar çabuk geçmiş, neler değişmişti hayatımda. Yok, yok hayır. Hayatımın muhasebesini yapmak istediğim bir gün değildi ki bu. Bir ay sonraya, yani doğum günüme kadar ertelemeye karar vermiştim. Sahi bu yıl da bitiyor değil mi? Ne çabuk geçiyor zaman.

Çekmecemden defterimi çıkardım. Sararmış bir kağıttan, küçücük bir çocuğun kargacık burgacık yazısını okudum; yaptığı resmin altında. Tülay Ablam’a diyordu. Kaç senedir saklıyorum ki bu resmi? Yedi? Sekiz? Şimdi bir genç kız olan, o küçük çocuk görse yaptığı resmi, yıllar sonra, neler düşünür acaba? Ya biz neler düşünüyoruz, hayatın ardığımızda bıraktığımız resimlerine bakınca?

05.11.2008

5 Kasım 2008 Çarşamba

Aslında...

Bir hikayenin köşe başıdır o kelime. Söyler ve dönersiniz o sokağa. Hani kaçtığınız, geçmemek için yolu uzattıkça uzattığınız o sokak, beliriverir önünüzde, upuzun. Muhtemelen bir yağmur sonrasıdır. Çünkü en çok yağmur sonraları yakışır, bu kelimenin ardından söyleneceklere. Dilediğince yağar yağmur önce. Islak kaldırım taşları kurumaya yüz tutar sonra. Gökyüzü, bir örtü gibi büründüğü beyaz bulutlar arasından görünmeye çabalar. Ve bir şiir geliverir aklınıza.

“ikimiz birden sevinebiliriz, göğe bakalım
şu kaçamak ışıklardan, şu şeker kamışlarından
bebe dişlerinden, güneşlerden, yaban otlarından
durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
şu aranıp duran korkak ellerimi tut
bu evleri atla, bu evleri de, bunları da
göğe bakalım
…”

Düşünür, düşleyiverirsiniz güzel şeyleri, gökyüzünün sevinciyle. Sonra yürümeye başladığınız sokağı farkedersiniz yine. “Hiç de sanıldığı gibi değil”, diyerek devam edersiniz sözünüze. Nasıl anlatacağınızı bilemediklerinizi, bir ucundan tutup dillendirmeye başlarsınız. Susup sakladıklarınız, birer dinamit gibi durur, aranızdaki her ne ise onun ayak ucunda. Karşı taraf da kendi yolunda bir sokağa dönüverir belki; katılır size. Herkes kendi yolunun ıslak kaldırım taşları üzerinde yürürken; yollar, dönemeçler, sokaklar bile başkayken, bakarsınız ki aynı istikamete yolculuğunuz. Ya da en azından bir ana caddeniz var ortak. Sonra pek çok şey konuşulur. “Aslında” diye söze başlamayı gerektirecek kadar beklemeden konuşulması gerekenler, içinizin muhtelif köşelerinde muhafaza edilmiş, itinayla tozu alınmış söylenecekler dökülüverir dilinizden. Konuştukça farkedersiniz, hiç de zor değildir aslında…

Kasım/2008

3 Kasım 2008 Pazartesi

Soru

Yazmak için mi yaşıyorum, yaşamak için mi yazıyorum? soru bu.

Lisede kompozisyonlar yazardım. Önceleri ödev olduğu için yazmaya zorlardım kendimi. Sonra sonra yazmaktan keyif almaya başladığımı farkettim. İlerleyen zamanlarda okuduğum kitapların sonuna notlar almaya başladım. Günlükler tuttum bu notlarla eş zamanlı. Sevincimi, üzüntümü paylaştım. Yeri geldi kimseye anlatamadıklarımı anlattım. (Bu son cümle bana bir Bülent Ortaçgil şarkısını hatırlattı. Dinlemek isterseniz tavsiyedir. “Kimseye Anlatmadım”

Kimi zamanlar farkında olmadan, geri kalanında da bilerek, isteyerek hayatımda var oldu yazı yazmak. Yazmak için yaşadığım oldu. Hatta bazen yaşadığım bir an öyle etkiledi ki beni, “bunu mutlaka anlatmalıyım” dedim. Ve o an düşünmeye başladım yazacaklarımı. O an ne kadar mutlu olmuşsam, bunu aynı başarıyla anlatabilmek de, en az o an kadar mutlu etti beni.

Peki yaşamak için yazmak? Doğum günü kartları, mektuplar yazarım bazen. Ve onu bizzat kendim teslim etmişsem, karşımdaki insanın yüzündeki mutluluğu yaşamak için bir araya getiririm kelimeleri. Onun mutluluğundan payıma düşeni almak için.

Galiba ben ikisini de birbirinden ayıramam…

Kasım/2008

Güne gülerek başlayın

Hani böyle yazılar vardır. Güne gülümseyerek başlayın, şunu yapın, bunu yapın, diye öğütlerde bulunan. Bizim ülkede bu durumlara hiç gerek yok. En kötü ihtimalle gülersiniz ağlanacak halinize olur biter.

Nihat Sırdar’ı dinliyordum işe gelirken. Gün içinde gazete okumak gibi bir imkanım olmadığından, genel hatlarıyla gündemden haberdar oluyorum en azından. Kürşat Tüzmen doğalgaz zammı ile ilgili bir açıklama yapmış. Ne demiş peki? “4 aya kadar doğalgaza indirim olur.” Siz de takdir edersiniz ki bu açıklamaya ancak gülünür. Bu bile sizi güldürmeye yetmediyse, şu cümle var mesela. Ankara’da doğalgaz ücretlerini peşin alan yönetim, Botaş’a borçlu. Ve Melih Gökçek açıklama yapıyor: “Botaş’ın alacağı olan 4 milyar YTL’nin yanında, bizim 500 milyon YTL’nin lafı olmaz” Bahsedilen bu açıklamaları yapanların devlet yönetiminde olduğunu, bilmem hatırlatmama gerek var mı?

Az kalsın en gülüncünü unutuyordum. Abdullah Gül’ün, zaten evinde çekeceği cezasını affettiği Erbakan, durumunun kötü olması sebebiyle icra takibini durdurması için, Erdoğan’a ricacı gönderiyor. Sizce de fıkra gibi değil mi? Daha fazla ne kadar aptal yerine koyabilirler bizi, kestiremiyorum ben.

Zaten yeterince gülmüştüm bu haberleri dinlerken ama yetmemiş. Otobüsten inip, ofise doğru yürürken bir turist kafilesi ile karşılaştım. Bir binanın önünde durmuş fotoğraf çekiyorlardı. Neyin fotoğrafını çektiklerini görünce insan ister istemez gülüyor. Çünkü bina Vergi Dairesi binası. Bu binalardan bizim ülkede çok var. Ama o kadar çok olmasına rağmen, yapılması zorunlu şeyler bile ötelendikçe öteleniyor. Bu da bizim ülkenin gerçeği.

Nihayet ofise ulaşabildim bunca komedi öğesi arasında. “Tülay bu paket sana gelmiş” dedi arkadaşım. Yaşasın kitabım gelmiş. Çantamı bile bırakmadan paketi açmaya başladım. O da ne, iki kitap gelmiş? Halbuki ben ikisi arasında seçim yapıp alır diye iki kitap ismi vermiştim. Galeni, yolladığın kitaplar geldi. Güzel bir güne başladım sayende. Evet, güne gülerek başlamak gerek. Çoook teşekkür ederim. Kitap sponsorum olmaya ne dersin? Şaka şaka. Sen de gül diye yazdım. :) Güne gülerek başlayın, demiştim dimi en başta?

Kasım/2008

1 Kasım 2008 Cumartesi

Nefes alamıyorum

Bugün Cumartesi. Pastırma yazının tam karşılığı bir gün var dışarıda. Ama içim öyle demiyor. Gazetenin sayfalarını çevirdikçe, daha da kararan bir gökyüzü görüyorum ben.

B.Ç.’ye rapor veren Adli Tıp Kurulunda bulunanların daha önce yediği naneler yazılmış. Raporun bu kadar erken verilmiş olması da cabası. Böyle bir raporun altı ila on iki ay arası bir zamanda hazırlanabileceğini yazıyor haberde. Tahliye olduğu gün, yaptığı pişkin açıklamalar geliyor aklıma. Ve onu dışarıda bekleyen kadının rahat tavırları. İkinci kasklı sanık vakası diye bir karikatür de mevcut gazetede. Hüseyin Üzmez’in kaskı, Adli Tıp raporu.

On iki yaşında bir kız çocuğu kaybolmuş okul dönüşü. Ertesi gün cesedi bulunmuş. O yaşta bir kız çocuğu sizce neden öldürülür? Kim bilir nasıl saklıyor kendini, olayın faili. Kim bilir kim çıkacak, nerelerden ne bağlantılar bulunacak?

Erzurum Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Küçükler, kestirdiği 11 ağaç ve dahası genişlettiği kesim alanı için açıklama yapıyor. “Şimdi açıkça meydan okuyorum. Suçsa bu suçu işliyorum. Yakutiye Medresesi ile Lalapaşa arasındaki tüm ağaçları keseceğim. Haydi şimdiden herkes önlem alsın.” Siz bu adamlara ne zaman bu kadar yetki verdiniz? Ama bu konuların da ağaları var tabi. Mesela yurt dışındaki kayıt dışı paraları ülkeye getirtme kapsamında bir af çıkarılması gündemde. Naylon fatura işlerinden dolayı açılan dava, dokunulmazlığının kapısında bekleyen Maliye Bakanımız var mesela. Affedecek kendini. Aman canım, herkesi de Cumhurbaşkanımız affedemez ya. Kendi işlerini kendileri görsünler birazda.

Doğalgaz’a %22,5 zam geldi bugünden itibaren. Televizyonda Rize’yi gösteriyorlar. İki ay önce doğalgaz’a kavuşan Rize’li vatandaş, ”Rize’ye doğalgaz getirdi Başbakanımız. Çok yaşasın! Doğalgaz’a kavuştuk ya, zam da önemli değil.” manasında birşeyler söylüyor. Duyduklarıma inanamıyorum. Gerçekten aklım almıyor. 600 lira parayla ev geçindireceğim diye kendini paralayan insanların, bunca şeyi içlerine sindirmelerine anlam veremiyorum. Nasıl bir ülke olduk biz? Artık nefes alamadığımı hissediyorum. Boğulacak gibi oluyorum…