Gün geçip gitmiş yine, gökyüzü koyu karanlık. Tek tük ışıklar yanıyor evlerde, pencereler ardına kadar açık. Mutfak musluğundan damlayan suyun sesi kaplıyor karanlık evlerden birini. Sessizlik öyle sarıp sarmalamış ki duvarları, koltuğa topladığı bacaklarına sarıp kollarını, nefesini dinliyor kadın.
Kalkıp musluğu kapatmak gerek. Kalkıp ışığı yakmak gerek! Ya da ne bileyim, bir ufak çantaya birkaç parça eşya atıp, yollara çıkmak gerek. Oysa o, damlayan bir musluğun gereksiz ritmine ayak uyduruyor. Tuhaf kokularla sarmalanıyor çevresi; umursamıyor...
Şu hayatta önem verdiklerinin, sokaktan geçen el arabasına, mandal karşılığı verilen eskiler kadar bile değerinin kalmadığını gördüğünden beri, yarım bir insan gibi hissediyor kendini. Ne kadar uğraşsa da aklı almıyor bir türlü, çevresinde olup bitenleri. Bir rüzgâr olup esmek, fırtınaya dönüşmek, değer verdiklerinin üzerine basıp geçenleri, silip süpürmek istiyor yanından yöresinden. Doğru sözle, iyi niyetle, gözlerinin önüne serilmiş bir yürekle karşılaştığında, şaşırmamak istiyor; olmuyor...
Bütün ağrılar gece ilişiyor insana. Diş ağrısı gibi, gönül ağrısı da. Bir kelime kadar basit aslında, gece gece sancıya sebep olanların, hayatlarını oturttukları temel. Her şeye bencillik penceresinden bakabiliyorsanız eğer; hiçbir sorun, ne gece, ne gündüz, ağrı olup kapınızı çalmıyor. Ama varlığınızın adına yaraşır duygularınız varsa hâlâ, ve yüreğiniz, vicdanınız biraz da; o ağrılar artık kapıyı çalmaya bile gerek duymuyor. Anlamaya çalışıyorsunuz insanları ama, bir cümle o kargaşada aklınızdan uçup gidiyor. Anlamak diyor ya hani şarkıda, çözmeye yetmiyor...
His
12 saat önce