29 Mayıs 2011 Pazar

Eski Avluda / Birhan Keskin

Ah Birhan Keskin ah...

Eski avluda

Bir çiçek açtığında
Bir eski avluda
Diyor ki;
Çalıda sarı bir çiğdemim ben
Ve senin çok eski cümlen.
Sen otursan, gitmemiş ki! olsan
Ben sana bir eski Endülüs avlusu
İstersen serin bir Portofino getirsem
Ya da Yedigöllerin yedisini birden.
Bir çiçek açtığında
Bir eski avluda
Diyor ki;
Her şey çok eksik ve neredeyse yok gibiyken
Buldum buluşturdum kendime geldim
Tek eksik sensin! İncecik, çilli bir dille
sen de gelsen.
Ben sana kırmızı kiremitli bir çatı
Begonviller ve bir mavi kapı
Ve illa amansız bir avlu getirsem.
Dünya soğur, akşam serinlerken,
Benim sensiz sevinecek bir şeyim yok.
Kılı kırk yardım, altını üstüne getirdim,
Ve işte en gümüş cümlem:
İçimi açtım sana.
İçini açmak için.

BİRHAN KESKİN

Mayıs Sıkıntısı

Günün sıcaklığına göz dağı vermek ister gibi, dükkânlarının önünü yıkıyordu mahalle esnafı. Kısacık gülümseyişlerle merhabalaşıp geçiyordum, içimde yine o tarifsiz sıkıntı. Birbirlerine sarılmamak için kavuşturulmuş kollarıyla, sessizce yürüyen o çiftten mi bulaşmıştı, bilmiyordum. Kimbilir, belki onlar bile mutluydu şimdi bir yerlerde. Çünkü biz, kimden, nasıl öğrendiğimizi bilmediğimiz bilgilerle kuşanarak büyümüştük. Gribi başkasına bulaştırmadan iyileşemeyeceğimizin sarsılmaz inancıyla. Belki de artık derdini anlamak ister gibi bakmamalıydık insanlara. Baktığın her yerde görülecek bir şey olması, kimi zaman insanın canını nasıl yakıyor, sen de biliyorsun ya.

27 Mayıs 2011 Cuma

Posta kutusu

İnsanın yazdıklarını, adresine teslim edilememiş mektuplar gibi okuması ne tuhaf. Belki bu yüzden cümlelerine sesini katması; okunduğunda gülümsetebileceğini düşündüğü bir kelimenin yüzüne kondurduğu o muzip gülüşü, beyaz kağıdın bir köşesine tutturması sonra. Nefes alırken karşılaşma umuduyla, gözlerini saklaması virgülden sonraki boşluklara. Hem de okurken nefesini tutacağının hep hayâlini kurmuş, bu yüzden noktaları bile belli belirsiz kondurmuş olsa da kağıda.
Yazdıkça azalacağını sandığın şeyler, belki de bu yüzden azalmaz kimi zaman. Çünkü geri dönen mektup, sadece gönderdiğin mektup değildir hiçbir zaman. Umutların vardır içinde; hizası tutmamış satırlar, üzerinde oynanıp başka harfe dönüştürülmüş hatalar, nasıl hitap edeceğine bir türlü karar veremediğin için boş bırakılmış başlangıçlar vardır. Ve dahası, herkeslerden gizlediğin bir "sen" vardır içinde. Hepsi toplanıp dayanırlar kapına, postacı kılığında. Oysa o bile mahçuptur sana. Bilirsin, mektupla birlikte mahçubiyetini de bırakacaktır posta kutusuna.
Ama yine de yazmaktan vazgeçemez insan. Belki bir gün geri dönmez diye. Bir gün, gözünün sana hiç değmediğini sandığın bir insanın, aslında senden gözünü ayıramadığını öğrenmek gibi şaşırtarak gelir kapına; hem de dönüp bir kere bile bakmadan posta kutusuna.

26 Mayıs 2011 Perşembe

Yanık

Bir damlacık sıcak suyun ettiği, parmağımın yarım saat sızlaması. Ve o sızının diğer bütün sızıları yeniden anımsatması. Ufacık bir rüzgâr beklerken açık pencerelerden, hep o acıyı canlı tutan sıcaklıklarla insanın canının yanması. Ve birçok şey gibi, insanın o acıya da alışması. Aylardan mayıs olsa da, içindeki takvimin rotasından şaşması. Ve ne yazık, sonucun hep aynı olması...

24 Mayıs 2011 Salı

Tarif

Trafiği hiç aksamayan bir şehrin insanına, nasıl anlatabilirim ki ben, kilitlenip kalmış bir yolda, ambulansların sirenlerinin bile bir işe yaramadığını. Nasıl tarif edebilirim, içimdekilerin çoğu zaman o ambulanslar kadar savunmasız, koca bir kalabalığın içinde çaresiz kalakaldığını. Ve dahası, bir kuaför tabelasında silinen diğer ismin boşluğuna bile hüzünle bakarken, bütün bu olan bitene kayıtsız kalamayacağımı.
İnsan bilmediği bir şeye benzetemez ki duygularını. Kokusunu bilmediği bir çiçeğe, sokaklarını görmediği bir şehrin güzelliğine, ellerine dokunamadığı birinin gözlerinde göremediği resmine benzetemez ki hiçbir şeyi. İşte o yüzden kalıyorum ya ben, hep aynı noktada. O yüzden buluyorsun sen beni, dönüp dolaşıp geldiğinde, hep aynı sokakta. Çünkü tarifsiz bulamıyorum yolumu ben. Bu yüzden öyle ısrarla gel diyorum işte. Biliyorum ki kaybolmayacağım asla, sen öyle ellerimden tutarken.

22 Mayıs 2011 Pazar

Papatya

Pazar günleri, diğer günlere nazaran daha geç kalkan bir aile gibi, sis bulutundan perdelerini açmamıştı henüz gökyüzü. Çıkıp yürüdüm. Saçlarını siyah lastiklerle gelişigüzel toplamış kadınlar ve en az ellerindeki gazetelerin üçüncü sayfalarında yer alan haberler kadar bu şehri anımsatan adamlar vardı sokaklarda. Ama yine de, hiçbiri yokmuş gibi yürüdüm.
Gidip kuruldum vapurun sağ yanına. Yalnızdım. Martılar da küsmüştü sanki vapurlara. Seni hatırladım. Vapurdan mı, martıdan mı, küskünlük söz konusu olduğundan mı bilmem. Sabahın serinliğinde birbirine kavuşturduğum kollarım, unutturmuş muydu yalnızlığımı, yoksa daha çok mu anımsatmıştı, farketmedim bu yüzden.
Köpüklere karıştım sonra, yeni demlenmiş çaylara, simitlerin susam kokusuna, saçlarımda dolaşan güneşin pırıltısına karıştım. Kaldırımlara bıraktım içimdeki baharın faili ayazları. Önemsemedim hiç, her seferinde daha bir kızgınlıkla perçinlediğim yasaklarımı. Papatyaları özledim dedim içimden. Güneş gibi sarı sarı gülümserken, hep bir mektup kıvamında dolanan, yaprak yaprak beyaz kağıtlarımı.

20 Mayıs 2011 Cuma

Fena

İnsan tekrar görüşme sözleri verir bazen birbirine, hem de bir daha hiç yolunun kesişmeyeceğini bile bile. Filmlerde ya da yol kenarlarında gördüğü veda sahnelerini böylesine dikkatle izleyişi bundandır. Denizi her seferinde böyle aşkla seyre dalışı ve hatta onu böyle görenlerin, o hâline mutlak bir intiharı yakıştırışı belki, hep bu sebeple. Kim bilir, roman kahramanlarında dahi kendini ararken, aynalarda bile bulamayışı belki de. Fenadır yani, şu koca şehrin kalabalığı dururken, insanın kendini kaybetmesi, bir boşluğun içinde.

17 Mayıs 2011 Salı

Leylak

Bahar, eve gelen misafirin şımarıklığı karşısında sus pus olmuş, elindeki bütün oyuncaklarını sorgusuz sualsiz ona teslim etmiş bir çocuktu o gün. Odadan çıkıp büyüklerin yanına gitse, şikâyet etmiş olacağından; hiç ses etmeden duruyordu öyle, takvim yapraklarının üzerinde. Ve biz, belki de bu yüzden, yanlış kullandığı kelimenin telâşına kapılmış bir dostu rahatlatmak, aslında ne demek istediğini anladığımızı fısıldamak ister gibi çıkmıştık o gün sokağa.
Kalabalıktı sokak. Sardunyalar, papatyalar, leylaklar vardı dört bir yanda. Kocaman kocaman ağaçlar, ötüşlerini birbirleriyle yarıştıran kuşlar vardı. Uzun uzun yürümüştük hepsinin arasından, kimi zaman kaybettiğimiz bir şeyi yerlerde aranırcasına. Bir dere kenarında oturmuştuk sonra. Cam bardaklardaki çayı, okurken çok beğendiği kitabın, filminde hüsrana uğramış bir izleyici hoşnutsuzluğunda içmiş olsak da, güzeldi geçirdiğimiz vakit. Dalından kopardığım leylağı dakikalarca koklamak güzeldi. Kendime bile gülümseyemediğim zamanlarda, birilerinin bana içinden taşan bir gülümseyişle bakabileceğini bilmek de öyle. İşte bu yüzden, ne zaman yanımda olmanın mutluluğuyla gülümseyen bir yüz görsem şimdi, bir leylak kokusu çalınacak burnuma; hem de bazen hiç de mevsimi değilken, ama hep gerçek gibi.

15 Mayıs 2011 Pazar

Ses

Güneşliklerin, perdelerin ardından gelip içeri yayılan günün aydınlığı, sarı, eski bir fotoğrafa benzetiyordu odayı; sabahın o saatinde. Öyle ki, alıp baktığında o fotoğrafa, artık bildiğin yerlerde olmayan insanlarla bile karşılaşabilirdin. Erik ağacının çiçekleri gibi.
Balkon kapısından ürperten bir serinlik doluyordu odaya. Titiz bir ev hanımı gibi, elinde toz beziyle dolanıp ortada, uykuya ait kalan birkaç kırıntıyı da silip atıyordu üzerinden. Ve sen, temizlik yapılan evlerde, halı süpürülürken ayaklarını belli bir kabullenmişlikle kaldırsa da, koltuğun örtüsü düzeltilirken ayağa kalktığında, defalarca tanık olduğu o sahneye, ne yapıldığını bir türlü anlayamıyormuş gibi bakan bir adama dönüşüyordun. Uykusuzluğa alışkın, fakat mayısın ortasında böylesine serin bir sabah için hâlâ yeterince şaşkın.
Evin sessizliğine, açılan musluk sesi katmaya gidiyordun sonra. Demliğin tok, çay bardaklarınınsa kaşıksızlıktan unuttuğu o çın çın sesi. Kimbilir, mırıldanmaya başladığın bir şarkı sesini bile belki. Ya da mutfak tezgâhında tutturduğun, ama aslında hiç de düşündüğün şarkıya benzemeyecek o ritmi. Çünkü bazen işte, unutmak ister insan, çoğu zaman deli gibi aradığı şeyleri.

13 Mayıs 2011 Cuma

İpucu

Rüzgâr, sızlayan bir yaraya üfleyen anne yumuşaklığında esiyordu o sabah. Bir karış aralanmış perdelerden gidenler yolcu edildikten sonra vuruyordu güneş, aklı dışarıdaki oyunda kalan çocuklar gibi, kocaman gözlerle sokağa bakan pencerelere. Minicik bir serçe, az ilerideki yangın merdivenine konup, bir şeyi haber vermeye çalışıyormuş gibi var gücüyle ötüyordu o sıra. Ve bir kedi, serçenin derdini anlamış da, bir tek o çare olabilirmiş gibi o derde, hızla geçiyordu kaldırımdan; çocuklarını okula bırakıp dönen bir kadının adımlarının ardı sıra. Ve sonra, kendisinden önce megafondan yayılan sesinin ulaştığı bir zerzavat kamyonunun açıkladığı fiyatlardan şaşkına dönmüşler gibi, ayrı yönlere dağılıyorlardı hepsi.
Bir ipucu muydu bütün bunlar bilmiyordum. Bir âşık edasıyla bütün ipuçlarını biriktirmek istediğimi biliyordum yalnızca. Kimsenin önemsemediği şeyleri, değerli bir mücevhermişçesine, aklımın, kalbimin en saklı köşelerinde muhafaza etmek, ve yalnız kaldığım anlarda ortaya çıkarıp gülümsetmek istiyordum gözümünün bebeğini, baktığım aynalarda. Çünkü asıl önemli olan, kendi suretine gülümseyebilmekti öyle. Çünkü sen de bilirsin, ancak hayatın bütün kandırmacalarından, bütün inandırmaya çalışmalarından arındırılmış bir gülümseyiş getirirdi insanı kendine.

12 Mayıs 2011 Perşembe

Not

Kendi kendime konuşuyorum bu aralar. Hatta bazen, birilerine söylemem gereken şeyleri bile kendime söylüyorum. Bazen kızıyorum bile onların yerine. Gülüyorum sonra. Güldüğümü gören insanlara nedenini anlatmak, öyle zor oluyor ki o zamanlarda.

"Düşüncelerime ve beynimden geçenlere en yakın -en yakın diyorum çünkü hiçbir zaman tam anlamıyla düşüncelerimizi söylememize yetecek kelimelerin, yeryüzündeki lisanlarda bulunmadığını uzun zaman önce anladım- cümlelerin ağzımdan çıktığı gün öldürülmüş olacağımı ya da yavaş yavaş yok olmamı sağlayacak şartların, sözleşmiş gibi çevremde buluşacaklarını düşünüyordum."
Kinyas ve Kayra/Hakan Günday