24 Haziran 2014 Salı

Film

Serin bir yaz akşamı, Üsküdar'dan Beşiktaş'a geçen motorun üst katında, ellerimi kollarıma sarmış bir hâlde oturmuş denize bakıyorum. Deniz karanlık, rüzgâr esiyor. Bu bir filmde olsa, az öteden gelen bir adamın ceketini omuzlarıma bırakması gerekirdi. Usulca yanıma otururdu sonra. Bir şekilde konuşup derdimi öğrenirdi. Ben ceketi uzatıp teşekkür ederek uzaklaşırdım sahne sonlanırken filan... Oysa bu bir film değildi.
Esintili başka bir yaz akşamı, bir ağaçtan diğerine uzanmış iplere asılı renkli ışıklarla donatılmış şenlikli bir bahçe gibi gözleriyle karşımda oturuyordu. Işıl ışıl, yemyeşil. İnsan öyle bir bahçede kötü şeyler düşünmemeli. Ama düşünüyordu işte. "Sen beni dinledin mi?" Dinledim mi? Bazı sorulardan koşarak uzaklaşabilme opsiyonu olmalı insanın. Ne cevap vermek, ne de vermemek kurtaramaz çünkü o ânı. "Gidelim diyordun işte" Güldü. Kolumda dolaştırdığım ellerimi fark edip ceketini çıkardı, dilinde sitemli bir sözle. "Hiç kaale almayacaksın beni değil mi?" "Ya kusura bakma, kafam bugünlerde biraz karışık da. Zaman, mekân kavramımı yitiyorum bazen." Garsona çay getirmesi için işaret etti. İlk çayımın geldiği gibi durduğunu o an fark ettim ben de. Bu ne kadar dalgın olduğumun en açık göstergesi. Az ilerde küçük bir çocuk koşturuyordu. Kalkıp peşinden koşabilirdim. Gidip uzun uzun yürüyebilirdim. "Evet seninle geliyorum" diyebilirdim. Ama yapmadım, hem de hiçbirini. Oturduğum yerden çocuğu izledim. Sonra da ellerimi.
Sanırım insan en çok kendine yabancılaşıyordu mutsuz olduğunda. Tüm olağan şeyler bir bir garipleşiyordu. "Neye bakıyorsun?" "Hiç" demiştim, "dalmışım." Yeni çayım gelmiş, bari bunu soğutmayayım. "Ne zaman boşalacak kafanın içi?" diye sormuştu birden. "Belki öldüğüm zaman" diyerek ufak bir gülümseyişle karşılık vermiştim, sorunun etkisi azalsın diye. Azalmamıştı. Çayımı içip, ceketi ona uzatıp kalkmıştım masadan. Arkama bakmadan yürümüştüm. Oysa o da bir film değildi.


11 Haziran 2014 Çarşamba

Üç

"Kolay gelsin" diyerek giriyorum dükkândan içeri. "Hoşgeldin kızım" diyor, "hoşbulduk" diyorum. Sanki alışverişe değil de ev oturmasına gitmişim. Çay koymaya mutfağa gidecekmiş gibi sandalyesinden kalkışını garipsemiyorum o yüzden. Raflara dizili çeşit çeşit otlara bakıyorum sonra. Ne alacağımı hatırlamıyorum. Bir ara dönüp kadına bakıyorum yine. Kadın da öylece, sanki ne olduğunu biliyormuş da, ben söylemeden konuya girmeyecekmiş gibi bakıyor bana durduğu yerde. Ona ne diyebilirim ki? Şimdi burada, açık kapıya bakarak ya da dışarı çıkıp gökyüzüne başımı kaldırarak "nefes alamıyorum" desem, ne olacak? Sanırım en çok o suskun çözümsüzlük anlarından korkuyorum artık. "Seni anlıyorum ama.."lar, "bak haklısın fakat..."lar, "hepsini unutacaksın inan"lar filan, o anlardan da beter. Ya da "boğazımda bir şey var, yutkunamıyorum" desem... Diyebilir miyim gerçekten? Bunu birine anlatmayı becerebilir miyim?
"Adını mı unuttun?" diye soruyor, ben öyle yüzünde başka bir diyarın kapısını görmüş gibi dalıp gitmişken. Toparlanıyorum hemen. En iyi yaptığım ikinci şey; iyi görünmek. Belki de üç, bilemiyorum. Birinciyi hiç sorma. "Ben aslında ne alacağımı bilmiyorum," diyorum. "Ama aradığım sakinleştirici bir şey." "Sakinleştirici" diye tekrarlıyor ardımdan. "Evet" diyorum dalgın dalgın. Sanırsın bir aktar değil de, teşhis koymaya çalışan bir doktor. Birkaç şey çıkarıp, bir sürü şey anlatıyor. "Ama en iyisi melisadır" diyor. "Melisa" diyorum, "ne güzel ismi var." Dudaklarını hafifçe kımıldatan ufak bir gülümseme. Hah diyorum içimden, şimdi "gel otur şuraya sen" diyecek, "ben gidip bir çay koyayım. Sonra da konuşalım." "Tamam," diyorum, "melisa olsun."
Elimdeki poşeti çocuk gibi sallaya sallaya geçiyorum sokaklardan. Bir sokağın köşe başında üçe kadar sayabilen bir çocukla karşılaşıyorum. Biiirr... ikiiii.... üüüççç... Saymayı bitirdikten sonra yüzüme bakıyor bir an. Dünyanın en komik şeyi üçmüş gibi gülüyoruz karşılıklı. Tekrar üçe kadar sayıp koşa koşa uzaklaşıyor yanımdan. "Üç" diyorum içimden, "üç" Çoktan geçip gitmiş olmalıydım içimi bunca sıkan o şeylerin arasından.