13 Ocak 2013 Pazar

Eşanlam

Son anda kurtulduğum o delice yağmur dışında hiçbir şey yok sokaklarda. Mahallenin kedileri bile. Yağışı romantikleştirmekte pek ısrarcı olan sarı ışıkları yanıveriyor birden sokak lambalarının, ben bu ıssızlığa bakarken öyle. Evlerde çekilen perdelerin, o sarı ışıklarla desteklenişine kadar gelmiyor bence akşam. Bazen de bitmiyor. Delice uzayıp gidiyor öyle.
Ben böyle ışığa, yağmura, akşama dalıp gitmişken, derinden gelen o tanıdık müziğin, çantamın içinde çalan telefonum olduğunu anlamam biraz zaman aldı tabii. Mesela telefon kapanana kadar. Arayan ısrarcıydı oysa. Yeniden çaldığında isteksizce açtım telefonu. Uzun, gereksiz, bir sürü detayla dolu konuşmaları dinlerken yapabildiğim tek şey, aldığım kitapların arkasındaki etiketleri çıkarmaktı. Kitaplarda en sevmediğim şey zaten bu etiketler. "Efendim?" diyor telefonun diğer ucundaki ses. Hay Allah. Sonra bir mucize gibi konuşma da, yağmur da kesiliveriyor birdenbire.
Birdenbire oluveren güzel şeyler deyince aklıma hep yağmurlu başka bir gün geliyor. Köy evinin çinko damında gürültülü bir şarkı çalan o yağmurlu gün. Günün tam ortasında namaz kılan anneannemin, bir ara yüksek sesle okuduğu duadan gereken mesajı alıp, ocaktaki yemeğin altını kısıyorum gidip. Sonra yine pencere kenarına, yağmur sebebiyle gelemeyecek misafirler için üzülmeye dönerken, bir anda karşımda buluyorum onları. Bulmak... ne güzel kelime değil mi? Oysa biliyorsun, şimdi burada vakit akşam. Ve ben bildim bileli akşamlar, nedense hep eşanlamlı gitmelerle.

10 Ocak 2013 Perşembe

Kar

Okumayı yeni öğrenen bir çocuğun hecelediği kelimeler gibi oturuyorduk koltuğun birer  köşesinde. Dışarıda kar yağıyordu. Ve ne zaman kar yağsa, ben hep aynı ânı hatırlıyordum nedense. Köy evinin güneşliğinden, harmanı kaplamış yarım metre karın içine gömülüyorum yüzüstü. Kalıyorum öyle bir süre. Gerçekten yaşadım mı böyle bir ânı, onu bile bilmiyorum. Ama hatırlıyorum işte.
Tam o sıra, bir fısıltı gibi "Uzun zaman oldu," dediğini duyuyorum onun. Bense hâlâ çıkamamışım düştüğüm yerden. Neden sonra, "Evet," diyorum, "çok küçüktüm daha o zamanlar." Tabii yarısını içimden. Çünkü o bilmiyor düştüğümü. İnsan düştüğünü herkese söylemez... zaten söylememeli de. Sonra yine susuyoruz. Kar da sanki suskunluğumuzu bastırmak ister gibi yağmaya devam ediyor öyle.
Aramızda kalmasını istediğimiz bir şey varmış gibi sıkı sıkıya kapalı pencerelerin önü, bütün o beyazlığa inat, çiçeklerinin renklerinden vazgeçmemiş sardunyalarla dolu. Sardunyaların herkese hatırlatacağı bir şeyler vardır muhakkak, iyi ya da kötü. Mesela bir bahar sabahı... Neyse... bunu anlatmayacağım elbet şimdi.
Suskunluğu aynı anda bitirmeye karar verip de bir karmaşa yaratmayalım diye, sessizce kalkıp çay koymaya gidiyorum mutfağa. O, "nereye" diye sormuyor, ben de "çayın nasıl olsun" diye. Elimde bardaklarla birlikte geldiğimde gülümsüyoruz birbirimize. Nezaketen değil, sebepsizce. Sonra diyorum ki birden, "ben kara gömülmüştüm bir keresinde..."