31 Ağustos 2007 Cuma

Sözler, söylenişler...

Hasret nasıl güzel bir kelimedir diye düşünmüştüm birgün. Nasıl yürekten bir kelime. “Özlem”‘e tercih ederim mesela ben. Bir yanda “seni özledim”, bir yanda “sana hasretim” olsa, tereddüt etmeden hasrete yönelirim. Belki manalı-manasız ve yersiz nice kereler kullanılışına tanık oluşumdan bilmiyorum. Keza “senin için ölürüm” ne kadar lakayt geliyorsa, “senin için terk ederim büsbütün bu dünyayı” o kadar ciddi ve hisli geliyor. Bu örnekleri çoğaltabilirim. Nihayetinde hepsi şarkı, türkü sözleri.
Hangisi yanlış, hangisi doğru ayırdına varamadığım büyük bir değişim söz konusu yaşayışımızda, kendimizi ifade edişimizde. Sanırım artık duygularımızı ne yaşamayı, ne de anlatmayı beceremez olduk. Hayat yalın, basit olsun istiyoruz. Ama basitlikle ucuzluğu karıştırıyor ve zamanla herşeyi daha karmaşık yapıyoruz. Ya da defalarca tekrarlanınca anlamını yitiren kelimeler gibi, içlerinde kayboluyoruz.
Şükür hala güzel cümleler kuran insanlar var. Dinlerken, okurken bu nasıl bir dile getiriştir diye iç geçirdiğim oluyor hala, şükür.
Eskiye özlemimi bu kadar net ifade ederken sezen, bana dinlemek ve eşlik etmek düşüyor sadece.

Hani herkes arkadaş
Hani oyunlar sürerken
Kimse bize ihanet etmemiş
Biz kimseyi aldatmamışken
Hani biz kimseye küsmemiş
Hani hiç kimse ölmemişken
Hani şarkılar bizi henüz bu kadar incitmezken
Eskidendi, çok eskiden.

Ağustos/2007

27 Ağustos 2007 Pazartesi

Bizi, bize anlatan gün...

Bugün 29.08.2007.
3 sene önce bugün, deli cesareti ile hiç bilmediğim insanların arasına bir pikniğe katılmıştım. Şimdi geçen üç seneyi düşününce, o gün giderken hayal edemeyeceğim şeylerdi yaşadıklarım diyorum.
3 yıl az zaman değil ama o kadar çabuk ve art arda yaşandı ki herşey, sanki daha uzun seneler olmuş gibi. Sevinci, hüznü, ihaneti, yalnız bırakılmayı, birlik olmayı, sırasında ağlamayı, hatta hatta ölüm acısını bile yaşadım. Peki pişman mıyım?
O kadar garip ki, hiçbirşeyi unutmuş değilim ve yaşadıklarımdan da asla pişman değilim.
İnsanlar tanıdım. Neler yapabileceklerini, bazen ne kadar sahtekar olabileceklerini, savundukları düşüncelerini bile çıkarları doğrultusunda nasıl ezip geçebileceklerini, iyi niyetlerin nasıl kötü emeller için kullanıldığını gördüm. Ama iyi insanlar da tanıdım. Beni çocuklarından ayırmayan ablamı, ne zaman ihtiyacım olsa yanımda olacağını bildiğim dostları, çok az görüşsemde her gördüğümde kaldığım yerden devam eden dostlukları. Başkalarından beklediklerimin, hiç ummadığım kişilerden gelmesiyle beklentilerimi gördüm, gözden geçirdim. Sevginin her türlüsüne bazen sevinçle, bazen acıyla tanık oldum.
Şimdi olduğum yerden yaşadıklarıma bakıyorum ve diyorum ki; iyi ki yaşamışım. İyi ya da kötü olan herşeye rağmen, iyi ki yaşamışım, yaşamışız. Bir virajdı aldığımız yol. Hani virajdan öncesini göremez ya insan, onun gibi, şu an öyle uzak geliyor yaşananlar. Biz mi yaşadık bunca şeyi diyorum.
Şimdi sen yoksun. İçim öyle acıyor ki bunu yazarken. Herşeyi kabullenmiş, sindirmişim de, bir tek yokluğun, bir yere oturtamadığım, kabullenemediğim. Aslında hep bizimlesin, sesinle, hatıranla, söylediklerinle. Ama bu hasret var ya, bir daha seni canlı dinleyememek var ya, çok fena.
Bir acı çöktü yine yüreğime. Böyle dertleneyim diye başlamadım aslında yazmaya. Senin gibi diyelim o zaman, hayde.

“Herşeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik.
Teşekkürler Dünya”

Teşekkürler Kazım KOYUNCU.

29 Ağustos 2007 10:45

Kırık dökük birşeyler...

Kime ne kadar içimizi açabileceğimizi, tecrübe etmeden bilemeyeceğimiz bir hikaye devam ettirdiğimiz. Tecrübe ise hayatta yediğimiz kazıkların bileşkesi.
Herşeyi kuşku duymadan anlatabileceğimiz kaç kişi var hayatımızda? Kaç kişinin karşısına zırhımızı kuşanmadan çıkabilir, onunda samimiyetine içtenlikle inanabiliriz? Yanılma payı hep vardır gerçi ve öngörülemez şeylerde muhtemeldir hayatta. Ama hepsinden öte bir güven duygusudur insana huzur veren. Bunu ararız deli gibi, köşe bucak. Bulduğumuzda dört elle sarılışımız bundandır.
İnsan kendini anlatmaya ölesiye muhtaçtır aslında. Kime anlatacağına ise bu duygu, yön verir sadece. Gerisi bize kalmıştır. Hesapsız anlatırız içimizdekileri, çekinmeden gösteririz saklı yaralarımızı. Neyin bizi daha çok inciteceğini, neyin canımızı daha çok yakacağını anlatmışızdır. Risktir aslında, eğer yanılmışsak hırsıza anahtarı teslim etmek gibi birşeydir bu.
Herşeyi göze alarak yeniden başlamak gerekir her yenilişte. Bir ihtiyaçtır bu duygu çünkü. Sevgi gibi, nefes almak gibi. Başta kendimize, sonra illaki birilerine, birşeylere güvenmeden devam edemeyiz.

Ağustos/2007

25 Ağustos 2007 Cumartesi

Derinlerden bir yerden...

Ne çok dibe vururum kendimi. Belki bile isteye, belki herşeyden bihaber. Ya da nedenli-nedensiz.
Gelmesini beklediği, yaşamak istediği günlerin, zamanların bile elbet sona ereceğini düşünür ve herşeyi manasızlaştırır mı insan? Diyelim ki yapıyordur, nedir onu bu noktaya getiren? Gördüğü, düşündüğü, yürek burkan hayat hikayelerine ya da yaşam mecburiyetlerine yardım edebilmek isteyip, yüzüne çarpan, sırasında kendi muhtemel gidişatına bile ne kadar etkisiz kaldığı gerçeği ile herşeyden vazgeçmeyipte ne yapsın bu bünye? Aklına üşüşen soruları nasıl bertaraf etsin, hep aynı yerlerde tıkanan muhtelif sorunları nereye saklasın?
Vicdanının ve aklının terazisi hassas oldu mu, içinden çıkılmaz olur hayat. Nefes alamaz olup, duvarlar arasına sıkıştığını hissettiğinde, bir dağın tepesinde, gücünün yettiğince haykırırken düşler insan kendini.
Öyle anlar olur ki, iki uç noktada gidip gelirsin. Bir an herşeyi yapabilecek kadar güçlü, cesur; bir an sonra hiçbirşey yapamayacak kadar yorgun, ürkek.
Bazen de “herşeyin üstesinden gelirim, gelmeliyim” ‘in geri dönüşleridir bunlar. İçinde sakladıklarınla öyle dolmuşsundur ki, yer bulamazsın yeni birşeylere. İçinde zar zor yer açtıklarınada büyük sorumluluklar yüklersin. İstersin ki diplerden çekip çıkarsın seni, engeller koysun derinlere inen yollara da. Ya da seninle gelebilsin, anlayabilsin seni. Oradayken de sevebilsin.
Derinden geliyor sesim, cılız ve etkisiz olabilir. Ama söylüyorum ben yine de. Şöyle diyor şarkı, en hissiyatlı haliyle;

“Bir yer bul otur önce.
ama yaralarıma dikkat et.
Gülüşlerim vardır elbet,
önce gözyaşlarımı silmen gerekecek.
Budur, zordur sevmek.”

Ağustos/2007

20 Ağustos 2007 Pazartesi

Sen başkalarına benzeme sakın!

Otobüste, sokakta, yürüdüğüm yollarda seni arıyorum. Nerdesin kimbilir, kimsin, ne yapıyorsun? Ne zaman kesişecek yollarımız ey sevgili? Sen de bu sorulara cevapsız mı kalıyorsun?
Neden yoksun söylesene; yaslanacak bir omuz, fırtınadan sığınacak bir liman ararken; yalnızlığıma iç geçirirken neden yoksun? Hani dünya küçüktü; dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşurdu hani? Biriktirdiğim bu bilindik cümleleri ne yapayım şimdi? Bütün bilmeceleri tek başıma çözemiyorum artık, gel ne olur…
Bütün bekleyişlerden sıkıldım; şarkılar söylüyorum bilinmezliğine. Hayaller katıyorum uzayıp giden melodilere. Şaşırdın mı? Evet, hâlâ hayallerim var! Ki onlar da olmasa, beni anlatmıyor bu şarkılar.
Bütün cümlelerimde hasret ayyuka çıkmış. Nasıldır bilir misin, bir bilinmeze hasret çekmek? Sahi sen de hasret misin acaba bir bilinmeze?
Yorgunum sorular sormaktan.
Sende yorgunsun belki, bilmiyorum?
Ama unut çocukluktan kalma tekerlemeleri.
Elma mı, armut mu farketmez; her nerdeysen, çık ortaya hadi…

Ağustos/2007

15 Ağustos 2007 Çarşamba

Erken büyüyen çocuklar...

Çocuktuk. Büyürken bizde eksik bırakılanları, eksik kaldıklarımızı farkedemedik. Derin yaralarımızdan, yeri doldurulmaz boşluklarımızdan bihaberdik. Oysa ne güzeldi çocuk olmak.

Ayakkabılar, giysiler, “seneye de giyilsin” diye büyük alınır; en güzel giysiler, özel yerler için saklanırdı. Gün gelir, bir yere gidileceği tutar ve o özel giysiler çıkardı sandıklardan. Ama bakılırdı ki, küçülmüş… Gidilecek özel yerleri beklerken hayli zaman geçmiş ama o yerlere bir türlü gidilememiş. Hep geç kalınmış… Bu saklama hevesi sevgilere de mi sinmişti bilinmez, saklanırdı sevgiler de.

Malzemesinden çalınmış inşaatlar gibi büyüdük. Eksildik büyüdükçe. Daha durgun, daha suskun olduk. Hayatın binbir yüzünden bir tanesi, bizi biraz erken ziyaret etti. Kabullenip yüzleştikçe, daha olgun olduk.

Erken büyüyen çocuklardık artık. Dünyayı buğulu bir camın ardından tanımaya çalıştık. Tekrarlana tekrarlana ruhumuza işledi kalıplaşmış "doğrular". Kimi doğruların aslında ne kadar yanlış olduğunu zamanla anlayacaktık. Oysa zaman, bizi hiç anlamayacaktı.

Yıllar sonra, yeniden yaşayabilmek için çocukluğumuzu, tek yapabileceğimiz şeydi ardımıza bakmak. O zamanlar büyümek zorunluluktu, şimdi ise geçen zamanın peşinde koşturup durmak…

Ağustos/2007

13 Ağustos 2007 Pazartesi

Yolculuğumdan arta kalanlar...

Hüzünlüdür yolculuklar.
Camda akıp giden yol, kulağımda müzik. Bildiğim şehirden uzaklaşırken, tekerleğin her dönüşünde bilmediğim ya da bildiğim başka bir şehre giderken, tarifi imkansız bir hüzün kaplar içimi, ağlamaklı olurum.
Kendinle hesaplaşmaya, hayal kurmaya, aklındakileri bırakıp kaçmaya çalışmak için güzel bir mekandır, uzun yolculuklarda cam kenarları. Olamadıklarını olur, söyleyemediklerini söyler, kaçarsın, hızla uzaklaşırsın olay mahalinden.
Güzeldir yolculuklar.
Yanından geçen arabalara bakarsın, içindeki hayatlarla ilgili tahminde bulunursun. Bir dağ, bir kayalık, ait olduğun şehirde olmayan herhangi birşey gördüğünde kavrarsın yeniden uzaklara gidişini. Hele de şanslıysan, güneşin doğuşu ya da batışını görebilmişsen, yenileyebilirsin kendini, umutlarını.
Mola yerlerinde çocukluktan kalma birikmiş anılar bulursun. Yalnızsan yolculuğunda, tıpkı hayat yolculuğunda olduğu gibi, elinde muhtemelen kötü demlenmiş çay, dalar gidersin geçmişle harmanlanmış gelecek vaadlerine.
Basittir yolculuklar.
Asıl olan yolculuğa karar vermek, gitmek cesaretini göstermektir. Gerisi olağan yolculuk planıdır, kaptan nezaretinde.
Her yolculuk dönüşü özlemle bakarım yeniden kavuştuklarıma. Bilirim ki altın yaldızlarla da kaplasalar gideceğim heryeri, insanın evi gibisi yoktur. Her yolculuğun sonu evine dönüştür nihayet. Geri dönemeyeceğini bildiğin yolculuk sürgün olur. Sürgünler eksiltir, yok eder, yolculuklar çoğaltır, sağlamlaştırır.
“Yolcu denmez her gidene, herkes o yolun taraftarı olmayabilir.” demiş ya Yılmaz,
taraftarı olduğum, seçimini kendim yaptığım her yolculuğa yine, yeniden ve hep varım ben…

Ağustos/2007
Bartın gezisi dönüşü

10 Ağustos 2007 Cuma

Yeniden sevebilmek...

Herzamanki günlerimden birinin akşamı, gecesi hatta.Yalnızım. Aklımda onlarca düşünce, içimde neye yoracağımı bilemediğim bir huzursuzluk. Gözüm kitabımda, aklım kimbilir nerde? Okuduğum birkaç sayfadan bakıyorum ki aklımda birşey yok, koydum kenara. Bilgisayardan şarkılar seçiyor, en sevdiğim şarkıda bile değiştiriyorum. Ya gerçekten huzursuzum, ya da kendimi huzursuz ediyorum. Dilimde bir melodi, bugünlerin takıldığım şarkısından. “İster sev, ister sevil.Hiçbirşey olması gerektiği gibi değil” diyor.
Peki neden? Ne değişti ya da neyi değiştirdim de artık hiçbirşeyi yerli yerine oturtamıyorum. Ruhsuz, duygusuz der oldular bana. Öyle miyim?
Aslında değilim. Öylesine kanar ki içimdeki yaralar, onlar kanadıkça yükseltir, kalınlaştırırım duvarlarımı. Her canımın yanışı daha kontrollü, daha mantıklı olmayı miras bırakır bana.
Ben istemiyor muyum sevmek, kalbimin atışlarını dinlemek. Bir yandan deli gibi bunu isterken, diğer yandan problem istemiyorum. Hem kalbim, hem mantığım kabul etsin istiyorum olacaksa eğer. Çok mu zor? Zor biliyorum. Cevabını bildiğim soruları inatla soruyorum hala.
Ve korkuyorum.Yeniden başlamaktan, yanlış adımlar atmaktan, olmayacak şeyler için mücadele etmekten. Yorgunum çünkü dermanım yok. “Yaşamak değil, beni bu telaş öldürecek” diyor ya şair. Beni de bu olabilirlikler, acabalar, korkular yiyip bitirecek.
Hala yarındayım. “Hayat bir gündür, o da bugündür.” ama ben hep yarındayım, bugünlerim yok.
Değişmem gerek. Birşeyleri bekler gibi yaşamaktan kurtulmam, yeniden sevebilmem gerek…

Ağustos/2007

1 Ağustos 2007 Çarşamba

Yollara, yolculuklara, dostlara...

Nedenleri, niçinleri toplayıp koymuşum eteğime. Her kendimle kalışımda, en ufak bir fırsatta tekrar döküyorum ne var ne yoksa ortaya.İşte bu yüzdendir en kalabalıklarda bile dalıp gitmelerim, nedensiz, tarifsiz hüzünlerim.
Dar boğazlarım, fırtınalı denizlerim, bulutların kapladığı gökyüzüm var benim. Ha yağdı ha yağacak gibi, durumu belli ama kararsız ve inatçı bir tutum içindeyim. Bir yanım sabırsız “yağsa da kurtulsa” diyor, bir yanım kuruntulu yağmurun iyi geleceğine dair kuşkuları var. Gel-gitler yaşıyor, dalgalanıyor ruh halim.
Aslında kendimi anlatmak için kullanabileceğim bazı cümlelerden kuvvetle muhtemeldir nefret etmem. Ama hiçbirşey, her fırsatta iyileşmeye yüz tutmuş yarayı kanatırcasına yüzleştiğim, kişisel gerçeklerimi değiştirmeye yetmez. Gerçi yüzleşmek ne çare. Kendiyle tanışmış ama barışamamış bir düşmanım ben kendime. Düşman, ne ağır kelime…
Kendime düşmanlığıma inatsa dostlarım var. Farklı yollardan, benzer şartlarla geçtiğim. Bir duygumu ifade ederken beni lafta değil gerçekten anlayabileceğini bildiğim. Gülüşümü, gözyaşımı, hayallerimi, umutlarımı paylaşabildiğim. Her fırsatta şanssızlığımdan yakınsamda, tanışmanın, biraraya gelebilmenin gerektirdiği şansın farkına varabildiğim. Hep yanımda olduğunu bildiğim, hep de yanımda olmasını istediğim.
Bütün bunları zaten bildiğin şeyleri tazele, sahibinin kaleminden oku diye yazıyorum.
Geçtiğim, geçeceğim yollara.
Yaşadıklarıma, yaşayamadıklarıma.
Sanadır gülüş

Ağustos/2007