29 Kasım 2012 Perşembe

Gökyüzü

Bir suçlu gibi geçiyorum o akşam sokaklardan. Başımı kaldırıp gökyüzüne hiç bakmıyorum bile. Belki de yerinde değil gökyüzü, ne biliyorum? Belki insanların ondan habersizmiş gibi geçip gitmelerinden sıkılmış canı, çekmiş gitmiş başucumuzdan... olamaz mı? Pencereler mesela, belki de şimdi o yüzden böyle sıkı sıkıya kapalı. Sardunyalar renk renk dizilmişken önü sıra, sessiz sedasız kollarını kavuşturmuş oturuyor dört duvar arasında.
Oysa çocuklar dönüyor okuldan. Ve bir kadın, elinde alışveriş poşetleriyle. Abisinin okula gidişini kıskanan bir küçük kız var mesela, heyecanla bekliyor akşam olmasını, boya kalemlerini dağıtarak dört bir köşeye. Sonra perdeler çekiliyor evlerde, ışıklar yanıyor tek tek. Mutfak camlarından, tencere kenarına iki kere vurulan kaşık sesi yayılıyor, sokağın azarlanmış çocuk sessizliğine. Ne garip, gökyüzü hâlâ yok bütün bu olan bitenin içinde.
"Şimdi eve gideceğim" diyorum içimden, "ışığı yakacağım." Bütün gün ne olmuşsa bir bir hatırlayacağım. Kızacağım bazen kendime, bazen utanacağım. Bazense aptal bir gülümsemeyle öyle kalakalacağım. Sonra seni düşüneceğim yine, hiç de gereği yokken. Yüreğim yine bir kuş olup çırpınacak. Koskoca bir gün, başını hiç göğe kaldırmamış birinin göğsünde bir kuş... elbet öyle kanat çırpacak.

13 Kasım 2012 Salı

Kitap

Neşeli bir şarkı gibi salınarak yürüyor küçük kız, sokak boyunca. Saçları da sanki, mevsim rüzgârlarından değil de, o sessiz şarkıya eşlik etmek için salınıp duruyorlar öyle, iki yanında. Unuttuğum bir tekerlemeyi hatırlıyorum ona bakarken. "Belki de insan, bir gün yeniden çocuk olabilir" diye düşünüyorum, içimden o tekerlemeyi tekrar edip dururken. Oysa o farketmiyor bile beni. Gidip, köşe başına bağdaş kurmuş kadının, göğe açılmış avucunun az ötesine oturuyor. Yanlarından geçip gidenler, öğretmeni gibi ona avucunu açtırırlar diye sanki, saklıyor kucağında ellerini. Zaten o küçücük elleri saklamak, ne kadar zor olabilir ki?
Ellerinin ufacıklığına inat, kocaman olan gözleri, az ilerideki parkta oynayan çocuklara takılıyor ara sıra. Ne garip, o renk renk kıyafetler içinde salınan çocuklardan, kitaplarda da görmüştü bir ara. Demek, insanın kitaplarda gördüğü şeyler de gerçek olabiliyor. Peki o zaman, niye babası izin vermiyor okumasına? Bilmiyor. dört kere dokuzu bilemediğinde nasıl utandıysa öyle utanıyor bundan.
Hecelenen kelimeler gibi ağır aksak yürüyen insanlar geçiyor sokaktan. Hiçbiri aldırmıyor onlara. Annesinin eliyse yine, dudağında mırıl mırıl bir hayıflanmayla hep öyle havada. "O kitaplar annemden bahsetmiyor mu acaba?" diye düşünüyor birden. Ama nasıl olur? Yarın mahalledeki o abiye soracak. Hani ona şeker, çikolata verirken açık perdeden gördüğü o kitaplık var ya... Hani geçen gün "hepsini okudun mu?" diye sorduğu. Gidip diyecek ki ona, bunca kitabın arasında annemin avuçlarından bahseden yoksa, ne anlatıyor olabilir ki onca sayfa?

1 Kasım 2012 Perşembe

Kim bilir

Şimdi düşününce anlıyorum ki, o akşama dair anlatamayacağım tek şey gözleriydi. Ellerinden bahsedebilirdim mesela. Bir manzarayı resmedercesine küçük hareketlerle, anlattıklarına katkıda bulunan, ince, uzun ellerinden. Ya da umulmadık anlarda karşılaşılan dost sıcaklığıyla, içime mutluluk dolduran kelimelerinden. Şimdi sana garip gelecek belki ama, sanki bir kuşmuşum da, uzattığında gidip konuverecekmişim gibi, hep yakınımda duran kollarından hatta, o incecik dallara benzeyen. Ama gözleri...
Onları bir yerde unutmuş gibi oturuyordu çünkü yanımda. Yerine ne koymaya çalışırsa çalışsın olmuyordu, biliyordum. Benimse aklıma gelen bütün kelimeler, başkasına ait bir mektubu okuyormuşçasına heyecanlı ve utangaç yapıyordu beni. Bu yüzden bakamıyordum gözlerine. Bir dalgınlıkla dinliyormuş gibi yapıyordum söylediklerini. Sonra mevsim kışa dönüyordu sokaklarda. Ellerimi yanaklarımdan ayırmadığım yetmezmiş gibi, bir de çok uzun bir sessizliğe düşüyordum. Mutlaka sonbahar güneşi gibi bir bulut perdesinin ardından bakıyordu o akşam gözlerim. Mesela yağmur yağıyordu, ama ben farketmiyordum.