30 Ocak 2012 Pazartesi

Yarın

Savrulan simitlerin ardı sıra uçuşup duran martılar, hangi kapıya gideceğini şaşıran bayram çocukları gibiydi o ikindi vakti. Bense, cimri bir teyze misali, ellerim ceplerimde oturuyordum öylece, nefesimi dumanlandırarak. Görsen hemen tanırdın beni. Belki görsen, severdin bile.
Herkesten harçlık istenmesine kızan anneler gibi, kaş-göz işaretiyle martılara anlatmaya çalışırken derdini, kararıyordu gökyüzü. İçim sıkılıyordu. Kalkıp yürüyordum, caddenin deniz tarafındaki gökyüzü grisi parke taşları üzerinde. O sıra, ağır çekime alınmış bir film karesi gibi yağmaya başlıyordu kar. Ve ben, o çok sevdiğim filmlerin kahramanlarından biri sanıyordum kendimi yine. Oysa biliyordum, birbirinin aynı geçirdiğim günler, bir kahraman yapmaya yetmiyordu beni. Bunun farkına vardığımdan mı bilmiyorum, geçip oturuyordum karşıma çıkan ilk bankın köşesine.
Az ileride balık tutan adamlar vardı. Oltaları çoğu zaman boş çekiyorlardı ama, onları izlemekten alamıyorum kendimi yine de. Elinde bir bardak çayla, gülümseyerek yanıma yaklaşan adamı çok geç farkettim bu yüzden. "Şirketten" diyordu, nasırlı elleriyle bardağı uzatırken. Ellerimi bardağa sarıyordum teşekkür ederek. Hiç aklımın ucuna bile gelmeyecek o ikramdan bir yudum aldıktan sonra, başımı kaldırıp tekrar bakıyordum balıkçıların çektikleri boş oltalara. "Boş ver" diyordum içimden, "bugünün de bir yarını var nasıl olsa!"

21 Ocak 2012 Cumartesi

Sus

Aslında çok romantik bir şehirdir burası, diyorum, ikimiz de kaybettiğimiz bir şeyleri arar gibi bakarken denize. Boğazın yamacında yaşadığımız o bulutsuz akşam üstü, söylediğim sözü yadırgatmamış olacak ki, bakışlarını çevirmeden sadece başıyla onaylıyor beni.
"Mesela laf atan adamlar" diyorum, "hep şarkı söylemeye başlıyorlar kadınları görünce". "Neden bahsediyorsun?" der gibi, yavaş yavaş döndürüyor o zaman bakışlarını bana. İçtiğim şarabın çarptığını düşünüyor olmalı. Olsun. İnsanların sizin delirdiğinizi ya da sarhoş olduğunuzu sanmaları müthiş keyif vericidir bazen. Öyle bi andı işte. Ne istesem söyler, ne söylesem hoş görülürdüm o anda.
Fırsattan istifade, bir insanın elini tutmanın "ben burdayım!" demek olduğunu da söyleyecektim az kalsın. Söz vermektir diyecektim, dokunmak bir insanın eline. Onun yerine yüzüne bakıp gülümsedim sadece. İnsan bazı cümlelerin ne olursa olsun söylenmeyeceğini bilmeli. Çünkü bazı cümleler, öyle anlamsızlaşır ki söylenince...

Gönül Dağı / Jülide Özçelik

Ben çay içiyorum ama, belki bir kadeh şarapla daha güzel giderdi.

18 Ocak 2012 Çarşamba

Bal

Onu ilk gördüğümde yaz başıydı. Anneannem olsa, "domateslerin ilaçlanma zamanı" filan diye anlatırdı muhakkak. Ömrünü toprakla geçirmiş insanların zamanı tanımlama biçimleri öyledir çünkü. Oysa benim için, çoğu zaman manasız günlerden ibarettir hayat. O gün de öyleydi işte.
Oyun havasından hâllice bir şarkıyı, anlamsız bir yavaşlıkla söyleyen şarkıcılar gibi salınarak yürüyordum sokaklarda. Yürümek dediysem de, öyle hafife alma. Bu şehrin kalabalığında yol bulup da yürümek marifettir çoğu zaman. Daha fazla dayanamayacağımı anladığım zamanlarda hep olduğu gibi, karşıma çıkan ilk kitapçıya atmıştım kendimi. Hem raflar arasında dolanıp, hem kendine verdiğin "bir şey almayacağım" sözünü tutmak ne zordur böyle anlarda, bilirsin. O yüzden, özellikle alınacaklar listesindeki kitapların önünden geçerken, sadece uzaktan bakmakla yetinmiştim. İşte o kitaplardan birine hayran hayran bakarken ben öyle, bir el uzanıp aldı baktığım kitabı raftan. Elinden oyuncağı alınmış bir çocuk gibi takip ettim kitabı, çizdiği şeklin, anlattığı şeye tıpatıp benzediğine inanan çocukların ciddiyetiyle bakan o yüze ulaşıncaya kadar. Bal rengi gözleri ve o gözlerin katıştırıldığı süt misali esmerlemiş tenini görünce, küçükken her öksürdüğümde içtiğim ballı sütleri mi anımsadım nedir, öksürdüm yine. Güldü... ve geçti.
Diyorum ya, onu gördüğüm ilk gündü bu. Sonra hep başka başka yerlerde, bazen gözlerini, bazen gülüşünü gördüğümü sandım. Belki her defasında daha az yanıldım, kim bilir. Ama bir daha hiç öksürmedim öyle.

15 Ocak 2012 Pazar

Yalnız

Yazların sıcak ve kurak, kışların soğuk ve yağışlı olduğunu anlatan kitapların uzağında bir bahar günüydü. Kimsenin konuşmasına gerek kalmadan her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlayabildiğim o lanet günlerden biri daha.
Virgülü unutulmuş cümleler gibi sokakları doldurmuş insanların arasından geçerek ulaştığım o kafede, sigaraya uzanışına bakılırsa, henüz ilk çayını yudumladığı anlaşılan o adamın karşısındaki masaya oturmuştum. Sigaranın o kadar da kötü bir şey olmadığını düşündüğüm nadir anlardan biriydi o. Zaten aynı hızla da unutmuştum bu düşünceyi. Unutamadığım tek şey, ben ikinci bardak çayımı içene kadar dikkatle baktığı denizden bulaştığını sandığım, gözlerindeki mavilikti. Masasında duran kitabın, en sıradan cümlelerle bile yalnızlığı haykıran kahramanını saymazsak tabii.
Saçlarımı dalgalandıran rüzgârın, bütün bu anlattıklarımla bir ilgisi var mıydı bilmiyordum o gün. Gündüzleri ılık, akşamları serin bir mevsimin en çok yalnızlığa yakışabileceğini sonradan öğrendim çünkü. 'İnsan geç öğrendiği şeylerin kıymetini daha iyi bilir', diyen yaşlı bir bilge olmalı bir yerlerde, diye düşünürken, vazgeçiyordum dördüncü çayı söylemekten. Çünkü kalkıp uzun uzun yürümek, olur olmaz gülümsemek istiyordum bu mevsime. Oysa hiçbiri olmuyordu. Ama sen şimdi unut tüm bu söylediklerimi ve bize yine iki çay söyle.

12 Ocak 2012 Perşembe

Şey

Tek başına olsa da onlarca anlama gelebilecek bir kelime gibi yürüyordum o akşam, sokak lambaları eşliğinde. Yine yağmur yağıyordu. Yağmur zaten günlerdir yağıyordu. Yağdıkça günleri uzatıyor ve sanki bu soğuk, kasvetli havayı, bitmez tükenmez günlerle haklı göstermeye çalışıyordu. Ama işte, sevmediği bir şeyin haklılığını görmeye dayanamıyordu bazen insan.
Yine de, mevsimin bütün olumsuzluklarına rağmen bir kadın, sevgilisinin yanına geleceğini öğrendiğinde, nasıl göründüğünün sorulacağı ilk yer orasıymış gibi, gayri ihtiyari, elini soğan kabuğu saçlarına götürüyordu bir yerlerde. İşte hayat da tam orada başlıyordu. Yani bir kadının sevgilisini hevesle beklediği o yerde. Hayat zaten çoğu zaman ilişkiliydi ya beklemekle. Sadece ben hep dayanamayıp yürüyordum.
Kulağımda notalı, sol anahtarlı küpem salınıp, hiç bilmediğim bir şarkıyı çalarken, içimde söylenmemiş onlarca cümleyle yürüyordum yine. Bir adam, kül kedisinin kaybettiği ayakkabı tekiymiş de adım, söylediğinde dönüp bakmazsam eğer, boynunu büküp gidecekmiş gibi seslendiğinde, yeni bitmişti şarkım. İnsan güzel bir şarkının ertesinde bütün soruları cevaplayabileceğini sanıyor bazen. Ne yanılgı. Çünkü bilirsin sen de, cevaplar için değil, uzun uzun sorular içindir her şarkı.

9 Ocak 2012 Pazartesi

Bilmece

Radyoda çalmaya başlayan unutulmuş bir şarkı gibi kendi hâlinde yağıyordu yağmur, kenarında oturduğumuz pencere yerine gözlerim buğulanırken. Her biri bir başkasına aitmiş gibi iki yanımda duran ellerim ve hiç unutturmadıkları o yalnızlık duygusuyla, uzun uzun seni anlatıyordum ona. Oysa o, fincanına sardığı ellerine bakarak neden konuşmadığımı soruyordu. Söyleyecek bir şey bulamıyordum. Göz önünde olduğu hâlde yana döne aranılan bir nesneymişim gibi oturuyordum orada öylece.
Yüzünü kaldırıp bakmıyodu bana. Bakarsa sanki, her şeyi göreceğinden korkuyormuş gibi, fincanındaki kahveden ayırmıyordu gözlerini. "Fal için biraz erken değil mi?" diye soruyordum hafifçe gülümseyerek. Ne gülümsediğimi görüyor, ne de soruma cevap veriyordu. Kötü bir şey görmüş de, nasıl söyleyeceğini bilemiyormuş gibi, fincanı evirip çevirerek oturuyordu sessizce.
Dumanı tüten bir fincan ıhlamur gibi sıcacık bakan gözleri, sonucunu bildiğim ama çözümünü bir türlü bulamadığım bir matematik işlemiymiş gibi duruyordu, buğusuna isimler yazılmış camlar misali akıp duran gözlerimin bir bakış ötesinde. Mesafeler diyordum içimden, bazen nasıl da umarsızca uzuyordu birdenbire. Yani bir sürü kelime, onlarca cümle varken; üstelik de uzansan dokunabilecekken ellerine, hep böyle uzağına düşürüyordu insanı, geçmiş denen o bilmece.