28 Mayıs 2012 Pazartesi

Boya

Az sonra bir müzik aleti çalacakmış gibi oturuyor o sandığın başına. Küçücük ellerine bulaşan boyadan, farketmeden gözlerine de bulaştırmış gibi simsiyah bakıyor bana. Üstelik boyayıp cilaladığı ayakkabılar gibi pırıl pırıl.
Yavaş yavaş yanına doğru yaklaşırken, herkese sorduğu o soruyu bekliyorum aslında: "Boyalım mı abla?" Sormuyor. Utangaç, mahçup gülümsüyor sadece. Oysa ben,"Nasılsın?" diye soruyorum, yüzümde onun yüzünden edinilmiş bir gülümseyişle. Sanki sorumu değil de, gülümseyişimi yanıtlarmış gibi, "Sağol abla," diyor. Bütün kelimelerimi kaybediyorum o anda. Söyleyecek tek bir sözüm bile yok. Bir şeyler aranır gibi ellerine bakıyorum birden. Baktığımı görünce ellerinin karasından utanmış gibi kollarını kavuşturuyor göğsünde. Elimi kolumu koyacak bir yer bulamıyorum, o böyle ellerini gizleyince. Bir fazlalıkmış gibi kalıyorlar dizlerimin üzerinde. Usulca kalkıyorum yanından.
Yaz arifesindeki o akşamı, kim bilir nerede eğlenerek geçirmek için sokağa çıkmış bir adam geçiyor, ben ayrılırken sandığının yanından. "Boyayalım mı abi?" diye soruyor. Bir anlık tereddütün ardından "Hadi boya bakalım" diyor adam. Hünerli elleriyle açıyor boyanın kapağını yine. Ve kim bilir, belki de o yüzden boyanıyor gün, geceye.

25 Mayıs 2012 Cuma

Kalan

Eski zaman çocukları gibi uslu bir yağmur yağıyorken dışarıda, pencereler, o çocukların anneleri gibi telâşsız açılmışlardı evlerin muhtelif odalarına. Hafif bir rüzgârla salınan perdeler ve ikram edilen çayların ardından, tabakta her ne var ise onun tarifini almalar başlamıştı bile bir yerlerde çoktan. Ya da benim gibi böyle, bir pencerenin önünde olmayacak hayallere dalmalar. Çünkü burada olduğu gibi, bugün bir yerlerde daha günlerden mutlaka pazar.
Oysa bu sabah ben, sözleri unutulmuş bir şarkıdan mütevellit, ağızda yuvarlanılıp sanki biliyormuşsun havası yaratılmaya çalışılan kelimeler gibi karmakarışık başladım güne. Kitaplarda aradım kendimi sonra, bembeyaz defter yapraklarında, pencere önündeki sardunyalar ve erik ağacının müdavimi serçelerin kıpırdanışlarında. Yoktum. Kimi kelimeler kaybolur bazen. Son çare olarak aynalara ve bahçede sallanan rüzgâr çanına da baktıktan sonra, mutfağa gidip su koydum çaydanlığa. Mesela bu cümlede çay, en belirgin öğe bağlaçtan sonra. Bağlaçlar diyorum, öyle kolay kolay atılmamalı yabana.
Şimdi sen diyeceksin ki, "bütün bunların ne önemi var?" Olur mu hiç öyle, olur mu! Sen de onu sevsen mesela, hani "sen de..." Çünkü biz bağlaçlardan oluşmuş insanlarız. Onları da çıkarırsak hayatımızdan, ne kalır bizden geriye?

15 Mayıs 2012 Salı

Hitap

İlk mektubunu yazan bir çocuk oluveriyordu aklım, adın her geçtiğinde. Bildiği bütün güzel kelimeleri, telâşla, hevesle birbiri ardına dizip, işinde acemi bir sihirbaz edasıyla ne olacağını bekliyordu sanki bir köşede. Bilmiyordu ama, daha sonra o kelimeleri cümle içinde de kullanacaktı, ortaokul Türkçe kitaplarının ödev bölümlerinde. Henüz erkendi onun için. Oysa kalbim... ondan bahsedemiyorum bile.
Günlerden cumartesi, mevsim mutlaka bahar ve akşamüstleri ılık bir rüzgâr oluyordu sokaklarda. Bir çocuk annesini cama çağırıyordu o sokaktan, ağlayarak. Ne söylediğini annesi dahil kimse anlayamasa da, birini şikâyet ettiği üzerinde hemfikir oluyordu bu duruma şahit olanlar. Sonra koşa koşa arkadaşının yanına gitmesini izliyorlardı yüzlerinde bir tebessümle. Oysa ben, seni şikâyet edemiyordum hiçkimseye. Ancak kendi kendime söylenip duruyordum. Bazen kızıp küsüyor ve ardından barışıyordum, vardıramadan dakikaları saatlere.
Her kahve içtiğimde fincanı mutlaka kapatıyordum mesela, adının eşliğinde. Kahve adının eş anlamlısı bir kelime oluveriyordu bir anda. Sonra gökyüzü, sonra su ve belki çiçekler. Ve kim bilir, kitaplara dağılmış o söyleyemediğin cümleler. Hepsi sığıyordu adının içine. O yüzden ne zaman güzel bir mektup yazmak istesem ben sana, sadece adını yazıp kalıyordum böyle.

9 Mayıs 2012 Çarşamba

Pazar

Bir zamanlar blok flütle çalmaya çalıştığım ve adını tahmin ettirebilsem de, asla doğru notalarını bulamadığım o şarkılar gibi bir gündü. Yaşarken asla hakkını veremediğim bir pazar günü yani.
Kurulmamış saatim, sanki bir önceki sabah uyandığım vakitte durmuşçasına, dakikası dakikasına aynı erken saati gösteriyordu gözlerimi açtığımda. Bir süre kendimi tekrar uyuyabileceğime inandırmaya çalıştım. Oysa aklım, çoktan evin sessizliğine doğru yola çıkmıştı bile.
Kapalı güneşliklerin sararttığı odanın sessizliği içinde, çizgi film izlediğim sabahları hatırladım birden. Çizgi filmler güzeldi güzel olmasına ya, evin o kendi hâlineliği garip bir sıkıntı verirdi içime. Terkedilmiş gibi hissederdim kendimi. Ev halkı uyansın diye, giderek daha çok açardım ben de televizyonun sesini. Yanına gidip basardım artı düğmesine. Bir, iki, üç çizgi... Gözüm odanın kapısında beklerdim, birinin gelip, "kıs kızım televizyonun sesini" demesini. İsterdim ki, ev bir an önce normal seyrine dönsün. Sonra ödevlerimi bitirdiğim görülsün ve annem mutfakta bir şeyler yaparken yine, farkedilmeden kapı aralığından sokağa atayım kendimi. Öyle de olurdu muhtemel ki.
Ama şimdi... dışarıda akan hayatın beni hiç de ilgilendirmediği zamanlar oluyor artık, biliyor musun? Hiç sokağa çıkmak gelmiyor bazen içimden. "Orada benim eksik bulunduğum bir hayat varmış" diyorum, ne gam. Bulutlar geçiyor sanki hep üstümden.

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Beklenen

Güneşli bir bahar günüydü. Yüzüne benzetebileceğim tek bir bulut yoktu gökyüzünde. Ama ben yine de o pencere kenarında durmuş, umutsuzca bakıyordum göğün mavisine. Az evvel demlediğim çayın odaya yayılan kokusuyla, pencere önündeki rengârenk sarduyanlarınki birbirine karışıyor ve beni günün geri kalanı için umutlandırıyordu. Söz veriyordum kendi kendime, bunları sana anlatmayacaktım gelince. Yine dayanamayıp anlatacağımı bile bile hem de.
Sonra gidip çayın altını kısıyor, ince belli bardaklarımı ocağın yanına hazırlıyor, ellerimi birbirine dua eder gibi birleştirerek dönüyordum pencerenin önüne. Arsadan bozma bir parkta, sayılmayan golü için itiraz eden Ali'yi izliyordum gülümseyerek. Ali, tuttuğu takımın o çok sevdiği golcüsünün ismini bağırarak yaşadığı gol sevincinin ardından, kızıyordu şimdi delicesine. Onun bu kızgın küçük adam hâllerini izlerken gülümsemem gittikçe artıyordu. Ali bilmiyordu gülümsediğimi. Tıpkı senin, beklediğimi bilmediğin gibi. "Olsun" diyordum, bazen de böyle olması gerekiyor demek ki.
Karşı evin balkonuna asılan çamaşırlar uçuşmaya başlarken rüzgârı hissediyordum tenimde. Kollarımı kavuşturmam da aynı zamana mı denk gelmişti, bilmiyordum. Ne olduğunu belli etmemek üzere donanımlanmış biri oluyordum çünkü giderek. Üşürken üşümüyormuş gibi, üzülürken üzülmüyormuş gibi, her şeyin üstesinden kolaylıkla gelebilirmişim gibi yapma meziyeti. O sıra erik ağacına konan o serçenin ilgi çekmeye çalışan bir çocuk gibi ötüşleri. Ve ardından, kapının, serçeyi taklit edercesine çalmaya başlayan zili...