21 Ağustos 2010 Cumartesi

...

Tuhaf ayrılık vakitlerinde, komplo teorileriyle ya da zafiyet ihtiyaçlarıyla oyalanabileceğiniz kapalı bir mekân ararsınız kendinize; çoğu kere bu, yaşadığınız, hüküm sürdüğünüz eviniz olur. Nöbetleşe acı çekmez ki ayrılanlar; küçümsediğiniz basit bir aşk şarkısının bile size dokunmasının altında kibir yok mudur sanki,... ukalalık yok mudur, küçümseme yok mudur; şarkı şarkıdır da, siz hâlâ siz misinizdir?!
Sürekli bombalanan bir şehrin en işlek caddelerinden birinde, dünyayla yüz yüze gelmenin, hayatla aynı masaya oturmanın ağırlığı terazinin bir kefesindeyken, dengeyi sağlamak için öbür kefeye neyi koyabilirsiniz ki? Sahip olduğunuzu iddia ettiğiniz inceliklerinizi mi, şu kalp ağrısını mı, cep telefonunuzda sakladığınız mesajları mı?! Bunların kişisellikleri utandıracaktır sizi. Önünden geçtiğiniz sinemanın afişlerine bakarsınız; bakarsınız ki, bu curcunada, gitmeyi plânladığınız film bile vizyondan kalkmıştır. Filmler de gitmiştir, hayaller de. Yapay kahramanlar da. Yalnızca gerçek tüketilmiyor ki, masum yanılgılar da harcanabiliyor telâşlanıldığında.
İyi’nin basitliği, doğru’nun yapmacıksızlığı, dürüstlük’ün alelâdeliği, bu ’direkt hedefi vurma operasyonu’nun bir parçası aslında; çabalama eylemini gözardı edebilmekte gizli. Ustalaşmakta gizli. Nasır bağlamakta gizli. En sevdiğiniz kasetleri, cd’leri ve bir şişe şarabı yanınıza alıp üst sokakta oturan, tanımadığınız birinin kapısını çalmakta gizli. ’Ben geldim, sizinle birlikte ağlamak istiyorum.’ demekte gizli. Hüzünde ve neşede hep bir sürpriz havası vardır.
Kapısını çaldığınız kişi sevgiliniz olmayacaktır; çünkü artık siz, radyoaktif bir elementsinizdir. Yanacak, yakacak ve külünüzü ateşinize karıp söneceksinizdir.
Kişi, aklının aldığı şeylerden uzak durdukça hayatta kalır!
Küçük İskender

1 yorum:

Sazan dedi ki...

Seni sevdiğimi en son ne zaman söyledim?

Kalemine, yüreğine sağlık...