1 Mart 2009 Pazar

Hiiç

Tertemiz çarşaflarla örtülü, mis kokulu yataklarda saklıyordu, hoyratça kullanılmaktan zarar görmüş ruhunu. Yanlış programda yıkanmış çamaşırlar gibi, kullanılmaz hale gelmişti insani duyguları. Kimse için üzülmüyordu artık. Sebep olduğu kötü şeyler için suçluluk da duymuyordu. Ağlamak bir yana, gözleri bile nemlenmemişti ne zamandır. Ve bunu öylesine büyük bir maharet sayıyordu ki, başardığı için gurur duyuyordu kendisiyle.
Sevmeyi unutmuştu. En son ne zaman içini herhangi bir sevginin doldurduğunu hatırlamıyordu bile. Tarih kadar eski bir zamandaydı sanki tüm sevgiler. Ya da hiç varolmamıştı sevgi diye öne sürülenler. Kışın kasvetinden, sonbaharın hüznünden, ilkbaharın heyecanı ya da yazın rehavetinden çok uzaklarda bir mevsimde yaşıyordu o. Sürüp giden tek bir şey vardı sanki. Ya hep günün aydınlık saatleriydi yaşadığı zaman, ya da hep gecenin laciverdi. Silmişti içinden, geceyle gündüzün insanı yönlendiren enerjisini.
Çiçekler renksiz, toprak kokusuz, kuşlar dilsizdi ne zamandır. Ama insanlar öylesine gevezeydi ki, onları da duymazdan gelerek alt etmişti. Var olanı el birliğiyle yok edip, sonra da yokluğun içinde dönenip duranları görmezden gelmeyi başardığı gün, o güne kadar elde ettiği tüm başarıları unutuvermişti bir anda. Dalında olgunlaşıp çürüyen, yerdeki kalabalığın arasına en son düşen meyva gibi hissediyordu kendini.
Ne zaman aynaya baksa, ilk defa karşılaştığı birine bakıyor gibi kuşkulu olurdu gözleri. Aynadaki yansımasını yadırgayacak kadar uzaklaşmıştı kendinden. Kuşkuyla bakan o gözlerin içinde alev görürdü bir an. Hiçliğe kapılmadan önceki zamanlarından bir bilmece getirirdi aklına o alaz. “Ocak başında kuyu, kuyunun içinde suyu, suyun içinde yılan, yılanın ağzında mercan” Bütün bilmeceleri unutup, usulca soru soran o küçük çocuk olurdu yeniden. “İstediğimiz sorudan başalayabilir miyiz?”

Mart/2009

0 yorum: