22 Temmuz 2008 Salı

Lâl

Kulağımda kulaklıklarım, kendimi bir kolyenin tadilatına kaptırmıştım, tezgaha bir müşterinin geldiğini farkettiğimde. Ben elimdeki malzemeleri bırakıp, müziği duraklatana kadar, beyefendinin sorduğu sorunun, sadece dudak kıpırtılarını görebildim. Kulağımda müzik yankılanıyor olmasına rağmen, birşeyler söylediğini anlayabildiğim birinin, ne söylediğini duyamamak çok garip geldi bir an. Sanki sağırmışım gibi…
Bir halam ve bir amcam, sağır ve dilsiz. Çocukluk dönemimde onlarla ilişkilerim yakın olduğundan, bir anlaşma sağlamayı öğrenmiştim. Hem söylediklerini anlayabiliyor, hem derdimi anlatabiliyordum. Şimdi eskisi kadar yakın olmamamızdan ve araya giren zamanın unutturduklarından, karşılaştığımızda anlaşmamız zor oluyor. Böyle bir durumda olan birine, bu soruları sormak mantıklı olur muydu bilmiyorum ama, duyamıyor, konuşamıyor olmanın, onlarda nasıl bir duygu yarattığını, neler hissettiklerini öğrenmek isterdim. Ama onlarla birlikteyken, bu konuyu hiç düşünmemiştim.
İnsan herşeye alışıp, yaşanabilir hale getirmiyor mu? Bu duruma da alışıyordur elbet. Yoksa yaşayamaz zaten. Ama söyleneni duyamayıp, istediğini konuşamamak, bu yetiyi biz hesapsızca kullanırken hem de, zor olsa gerek.
Bazen elimizde olanların farkına varamıyoruz. Ancak kaybedince işte, hayıflanırken “niye?” diye. Onun dışında, olması zaten bir zorunlulukmuş gibi davranıyoruz nedense. Oysa öyle değil işte.
Tekerlekli sandalyedeyken, yere daha sağlam basanları görüyoruz çoğu zaman. Hayat onlara çokça çelme takıyor olsa da hem de. El işaretleriyle anlattıkları ile de, hayatını gayet iyi ifade edebilir insan. Sadece anlamayı istemek gerekir, yani her açıdan.

Temmuz/2008

0 yorum: