30 Temmuz 2008 Çarşamba

Bilirsin, unutulmak dokunur ya her insana…

“Niye aradın?” diye sordu kız. Yeni hayatından gayet memnun olduğunu anlatıp dururken çevresindeki insanlara, hala neden onu aradığını bilmek istiyordu. “Seni özledim.” dedi çocuk. “Beter ol!” dedi kız. “Ne durumda olduğun, ne düşündüğün artık beni ilgilendirmiyor!” Ama içten içe aramasında da sevinmiyor değildi. Bu kadar kısa zamanda unutulabilmiş olduğunu sindiremiyordu içine, tıpkı ayrılıklarına neden olan olayları kabullenemediği gibi.

Bitsin istemişti ve bitmişti. Başka türlüsü gelmemişti elinden. Ama yine de, başlaması ve bitmemesi için uğraş veren birinin, nicedir tek bir kere bile aramamış olmasına anlam verememişti. Bu kadar çabuk hayatından çıkarılabilmiş olduğuna inanamıyordu. Kendi bile bazen, “şimdi yanımda olsa” diyorken, onun bu kadar aldırmaz olması canını yakıyordu. Gerçi şu an hiçbirşey olmamış gibi konuşuyor olması, daha da çok yakıyordu canını.

Okuduğu kitaptaki kadın karakter terkedilmişti. Ayrılık konuşmasından sonra, yıllardır beraber sürdürdükleri hayatlarını ayırmak için bir araya geldiklerinde, bir an ağlamaya, bozduğu o hayat için özür dilemeye başlamıştı adam. Kadın ise, o ana kadar takındığı “güçlü kadın” tavrının altında sakladığı, hala tükenmemiş sevgisi ile duruyordu karşısında adamın. Sarılıp, “İstersen şu an geri dönebilirsin. Herşeyi unutup, yeniden başlayabiliriz.” demişti. Sanki bir film izliyormuş gibi, okuduğu satırlara “bunu yapamazsın!” deyişi aklına geldi kızın. Adam, başka bir kadını sevdiğini söylemişti. Hala nasıl olur da “dön” diyebilirsin? diye düşünüyordu. İlgilenmiyor gibi görünse de, içten içe diğer kadını bırakıp, “yapamadım, döndüm” diyerek gelişini bekleyecekti kadın. Ya da onun da canı yansın isteyecekti bir süre.

Kendisininde gerçekten böyle düşündüğünü anladı, bunları aklından geçirirken. Ayrılıklarda canı yanan, hep unutulmamayı diler aslında. Bir gün ona dönüp, “yapamadım” denmesini bekler. Ama bu hal bile, bir zaman sonra geçer. Ne der şarkı; “Hiçbir acı sonsuza dek sürmez.” Gerçi aynı şarkı der yine, “Bilirsin, unutulmak dokunur ya her insana.” diye. Daldığı düşüncelerden uyandığında, telefondaki ses, hala boş vaadlerle kendini affettirme çabası içindeydi. “Ben unuttum, sen de unut.” dedi kız, telefonu kapatırken. Ah bir de bunu söylerken, olaylara onun gibi yaklaştığını bilseydi…

Temmuz/2008

22 Temmuz 2008 Salı

Lâl

Kulağımda kulaklıklarım, kendimi bir kolyenin tadilatına kaptırmıştım, tezgaha bir müşterinin geldiğini farkettiğimde. Ben elimdeki malzemeleri bırakıp, müziği duraklatana kadar, beyefendinin sorduğu sorunun, sadece dudak kıpırtılarını görebildim. Kulağımda müzik yankılanıyor olmasına rağmen, birşeyler söylediğini anlayabildiğim birinin, ne söylediğini duyamamak çok garip geldi bir an. Sanki sağırmışım gibi…
Bir halam ve bir amcam, sağır ve dilsiz. Çocukluk dönemimde onlarla ilişkilerim yakın olduğundan, bir anlaşma sağlamayı öğrenmiştim. Hem söylediklerini anlayabiliyor, hem derdimi anlatabiliyordum. Şimdi eskisi kadar yakın olmamamızdan ve araya giren zamanın unutturduklarından, karşılaştığımızda anlaşmamız zor oluyor. Böyle bir durumda olan birine, bu soruları sormak mantıklı olur muydu bilmiyorum ama, duyamıyor, konuşamıyor olmanın, onlarda nasıl bir duygu yarattığını, neler hissettiklerini öğrenmek isterdim. Ama onlarla birlikteyken, bu konuyu hiç düşünmemiştim.
İnsan herşeye alışıp, yaşanabilir hale getirmiyor mu? Bu duruma da alışıyordur elbet. Yoksa yaşayamaz zaten. Ama söyleneni duyamayıp, istediğini konuşamamak, bu yetiyi biz hesapsızca kullanırken hem de, zor olsa gerek.
Bazen elimizde olanların farkına varamıyoruz. Ancak kaybedince işte, hayıflanırken “niye?” diye. Onun dışında, olması zaten bir zorunlulukmuş gibi davranıyoruz nedense. Oysa öyle değil işte.
Tekerlekli sandalyedeyken, yere daha sağlam basanları görüyoruz çoğu zaman. Hayat onlara çokça çelme takıyor olsa da hem de. El işaretleriyle anlattıkları ile de, hayatını gayet iyi ifade edebilir insan. Sadece anlamayı istemek gerekir, yani her açıdan.

Temmuz/2008

17 Temmuz 2008 Perşembe

Hepimiz katilimize benzer miyiz birgün?

Konuşarak bir çözüme kavuşturamadığımız konuları açmıştık yine. Konuşmalarımıza ortak olan konuklarımız olurdu bazen, dün olduğu gibi. Dertler, üzüntüler hep benzerdi. “Gönül kırgınlığı, cam kırığı gibidir insanın içinde. Nefes aldıkça canını acıtır. Aklına her geldiğinde canın acıyacak.” dedi biri. Bu kadar kırılgan olmanın ve yalana dolana ihtiyaç duymuyor olmanın ceremesini çeken insanlar olarak, “Neden?” diye sorduk birbirimize. Aslında neden çoktu. Herkes kendince bahaneler ardına sığınmıştı. Ve bizim, mutluluğu ulaşılamayacak, uzakta bir yer gibi düşünen insanlar olmamıza sebep olmuştu bahaneler. Karşı tarafın bahanelerinin üzüntüsü, bizim mutsuzluğumuza bahane olmuştu yani.
Bir sebepten canı acıyan, daha sonra karşısına çıkanın canını acıtıyordu. O da, daha sonra karşısına çıkanın. Her mağdur, kendi can acısının bedelini, bir başkasına ödetiyordu, söylediğine göre. Yani hepimiz birgün katilimize benziyorduk.
Seneler evvel, ilk defa sevdiğinde yüreğim, yaşadığım tüm güzel günlerin üstüne gelmişti ayrılık, anlatmıştım aslında. Daha hazmedememişken yaşananları, o zamana kadar arkadaşım olduğunu sandığım biri gelip, hep bu anı beklediğinden bahsetmişti bana. Onun için ne kadar özel olduğumu, bana olan sevgisini anlatıyordu heyecanla. “Sen ne diyorsun?” demişti sonra. Ne diyebilirdim ki? Hiçbirşey diyemeyecek kadar yorgundum. Aklımı ona, onun söylediklerine verebilecek kadar sakin değildi kafamın içi, allak bullaktı. Hep çok yanlış bir adım olduğunu düşündüğüm bir cevap verdim sonra. “Zamana bırakalım.” dedim. Seven birine “zamana bırakalım” dememeli insan, hele de aklını ona veremiyorken. Ben hala acılarımın kaynağını düşündüğümü ve bu durumda onun yanında olmamın onu üzmekten başka bir işe yaramayacağını farkettiğimde, zor bir karar vererek ayrıldım. Ve çok uzun yıllar bunun vicdan azabını duydum hep. Hak etmemişti çünkü bu acıyı. Hiç hesapta yokken, ben de onun canını acıtmıştım istemeden. “Hepimiz birgün katilimize benzeriz.” dediğinde, gerçekten hiçbirimiz o kadar da masum değiliz dedim ben de.

Temmuz/2008

16 Temmuz 2008 Çarşamba

Tarlabaşı'nda yaşam

Bir çocuk ne görür baktığı yerde? Bir yetişkinin gördüklerinden daha azını mı, daha fazlasını mı görür sizce? Dün akşam, Tarlabaşı’nda yaşamı, çocukların gözünden anlatan bir fotoğraf sergisini görmeye gittik.

“İstanbul Bilgi Üniversitesi Göç Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin Tarlabaşı Toplum Merkezi projesi kapsamında yürüttüğü Alternatif Sanat Atölyesi çalışmaları içinde, yaklaşık 45 Tarlabaşılı çocuğa fotoğraf konulu kısa bir teknik eğitimin verilmesinden sonra, çek-at makineleri dağıtılarak, onlardan “Tarlabaşı’nda Yaşam” konusu üzerinden fotoğraf çalışması yapmaları” istenmiş.

Ve ortaya, bakarken birçok şey düşündüren fotoğraflar çıkmış. Çocuklar aslında hep gördüklerini, belki de hiç dikkat etmedikleri bir açıdan yansıtmışlar. Kimi bildiği o sokakları, kimi arkadaşlarını, kimi içinde barındırdıklarına dair konuşmalar yaptıran durumları fotoğraflamış. 6 yaşında bir çocuğun çektiği fotoğraf bile var sergide. 6 yaşında, kaçımız çekilen fotoğrafa gülümsemek dışında bir şey yapıp, herhangi bir görüntüyü aldık kadraja?
Serginin tanıtım fotoğrafındaki gülen yüzlü küçük kız, tüm sevimliliğiyle içeri çekiyor zaten sizi. Kayıtsız kalamıyorsunuz, çoğu zaman yaşadıklarına kayıtsız kalmış olsanızda, o yaşamın fotoğraflarına. Baktığımız şeyde ne gördüğümüzden önce, nereye baktığımız değil midir önemli olan? O fotoğraflara bakarken hissedeceksiniz işte, neymiş kimi hayatlarda gözümüzden kaçan.

Temmuz/2008

Sergi, 27 Temmuz akşamına kadar gezilebilir.

Yer: RENGAHENK SANATEVİ
Adres: Olivio Han Geçidi Sok. Olivio Han. No: 5, Kat: 2, Daire:4 Galatasaray/İst.
Telefon: (0212) 292 32 47-48

Bugün yağmur var İstanbul'da...

Yağmur yağıyor İstanbul’a. Unutturdu dün yaşadığımız sıcaklığı ve sildi sokakların kirini, pasını. Ne güzel esiyor rüzgar, açık pencerelerden. Pervaza çarpan haşin yağmur damlalarından üzerime serpiyor, gidecek yer bulamayanlar. Böyle yağmur yağarken ve eserken böyle rüzgar, yeni demlenmiş bir fincan çay, ne güzel yudumlanıyor bir cam kenarında. Ve ne güzel bir türkü çalıyor bilgisayarımda.

“Küstürdüm gönülü güldüremedim.
Baharım güz oldu, yazım kış oldu.
Gönüle yarini bulduramadım,
Baharım güz oldu, yazım kış oldu.”

Takvimler temmuzu da yarıladığımızı söylüyor. Dünü dünde bırakıp, taptaze bir bugünle başlamak gerektiğini hatırlatıyor hızla akan zaman. Bu dört duvar içinde ne geçen günden haberdarız, ne de geç gelen akşamlardan. Bütün gün açık ışıkları ofislerin, korkarmış gibi günle gecenin ayırdına varmaktan.

Seslerin ardına gizlenmiş bütün duygular. Mekanik bir hâl almışız artık, sürekli çalışıp çabalamaktan. Kaçımız yağmur sesine kulak kabartıp anlayabiliyoruz, ne kadar yorulduğumuzu koşturmaktan?

Temmuz/2008

Hoşgeldin bebek...

Annenin eline kınası yakılırken gizli gizli ağlamıştım ben. Kolay değildi, 12 yıllık arkadaşımı, sırdaşımı, dostumu uğurluyordum. Kısa süre sonra da başka bir şehire uğurlayacaktım. Anlatamadığım bir yalnızlık çökmüştü içime.
Daha dün gibiydi okuldan eve yürüyüşlerimiz, ders çalışma telaşlarımız. Dün gibiydi ama hayat bizi sağa sola savuruyordu işte. Herbirimiz yeni yollar seçiyorduk kendimize. İşte annen de babanı seçmişti, gidiyordu. Gördüğüm en güzel gelinlerden biri oldu annen. Seçtiği, sevdiğiyle mutlu oldu. Başka bir şehire doğru yol aldı sonra. Oraya taşıdı, buradan sırtına yüklendiği hayatını.
Mesafeler uzaklaştıramadı ama bizi. Günlerce hiç konuşamadık bazen ama telefondaki o ses, hep aynı yakınlığın tınısını taşıyordu. Tek tek taşlarını dizdi yeni hayatının. Kimi zaman hüzünle mutluluğu harmanladı. Kendi güzelliğini bulaştırdı yeni hayatına da. Şimdi kucağında bir başka güzel şey daha var.
Ben hala kendimi bir çocuktan farklı düşünemezken, daha dün aynı yolları paylaştığım arkadaşım anne oldu. İnanması hala çok güç. Dilerim mutlu bir ömrün olur bebek. Annenle, babanla, mutlulukla yaşarsın. Dilerim sevdiklerinden ve seni sevenlerden hiç uzak kalmazsın. Annen seni büyütürken, sen de onu büyüt olur mu?
Hoşgeldin bebek, hoşgeldin. Şimdi daha güzel gülecek annenin gözleri, sen üzerinde yatarken dizlerinin…

Teyzen

Temmuz/2008

15 Temmuz 2008 Salı

Eski yolculuklar

Eskiden daha uzun sürerdi memlekete gidişlerimiz. O uzun yol, git git bitmez, çocuk canımızı çok sıkardı. O yolculuklar abur cubur yemek için bir açık biletti bize göre. Ve bu durum, bizim için yolcuğu daha keyifli kılar, annemi de bizim yaramazlıklarımızdan kurtarırdı. Zordur çünkü uzun yolculuklara çocuklarla çıkmak. Ayak dibine yatırılırdık geceleri. Son saatlere doğru ise artık çekilmez bir çile olurdu. Hem özlediklerimize kavuşmak için sabırsızlandığımızdan, hem de çocuk potansiyelinin o kadar oturup kalmaya artık abur cuburla bile dayanamamasından.
Hatırladığım en kötü şey ise sigara içilmesiydi otobüste. Kabus gibiydi. Nasıl dayanıyorduk aklım almıyor şimdi.
Dönüş yolculuğumda, arkamdaki koltukta, onun yaşlarındaki halimi hatırlatan ama işi daha da abartmış bir ufaklık vardı, annesiyle birlikte. Otobüsün kalktığı ilk dakikadan itibaren, bulduğu herşeyi yedi çünkü, annesinin uyarılarına aldırmadan. Üç kişi yolculuk ediyorlardı ve bir diğeri benim yanımda oturan hanımdı. Ben defter çıkarıp birşeyler yazmaya başlayınca, tuhaf tuhaf bakmaya başladı bana. Ne olduğuna, ne yaptığıma anlam veremedi bir türlü. Dönüp, “zaten ipod’um bozulmuş. Bırak da bari rahat rahat içimdekileri yazayım.” demek istedim bir an. Ne kadar kaldığını soracak kimse de yoktu yanımda. Ve o yaşları çoktan geçmiştim zaten. Anneme sorardık son saatlere doğu. “Ne kadar kaldı anne?” diye. Annemin cevabı hep aynıydı. “Az kaldı.” O cevabın heyecanıyla, biraz zaman daha idare eder, sonra yine sorardık. “Ne kadar kaldı anne?” Tabi ki az kalmıştı yine. Camdan dışarıya bakmamızı salık verirdi bize. Ama geçmezdi zaman bir türlü. Her yaz başı aynı şeyleri yaşayarak memlekete varır, yaz sonu da tatili sonlandırarak geri dönerdik.
İnsan kendini neye hazırlarsa, işin o kadarı gözüne gelmiyor. 6 saatlik yolculuklara “öf, püf” ediyordu Gülüş, Çanakkale dönüşü için. Ben 14 saat yol gidip gelmiş biri olarak sızlanmadım hiç. 6 saat sürüyor olsa çok çok da mutlu olurdum, o ayrı tabi. Mesafeler uzun da olsa, kimi yolculuklar eskide de kalsa, güzel şey yollarda olmak. Güzel şey, yolculuklarla yeni şeyler kazanmak.

Temmuz/2008

14 Temmuz 2008 Pazartesi

Sevgili günlük...

Tatilden sonra çalışmaya başlamak ne zor oluyor. Bütün herşey, kaldığı yerden ama biraz daha fazla çaba sarfetmeni gerektirerek devam ediyor. Biriken evraklar var masada, malum. Çok güzel bir fincan hediye getirmiş Gülüş bana. Bir kahve yapıp içmeye başladım keyifle, yeni fincanımdan.
Düşünmemem gereken onca şey ve biran önce yoluna koymam gereken onlarca iş. Tam bir karmaşa var aklımda. Güya tatilden döndüm ama öyle bir yorgunluk var ki üzerimde. Evrakların arasında gereksiz bir kağıt bulunca, elime bir fırsat geçirmiş gibi yazmaya başladım. Yarına yetişmesi gereken işleri unutarak biranda.
Aslında eve dönmek ne olursa olsun güzel. Altından saraylar bile olsa gittiğin yerler, sana ait olduğunu hissettiğin, kendini oraya ait hissettiğin bir küçük oda bile tercih edilir o saraylara her zaman. Tabi dönüşümü hiç böyle hayal etmemiştim ben, orası ayrı. Neyse…
İnsan hayatı çok kısa zaman dilimlerinde nasıl değişiyor, bir daha farkettim. Farkettiğim daha çok şey var tabi. Mesela, insanlara ne kadar çabuk inandığım, herkesi kendim gibi sandığım, kötülük düşünemediğim. Ve saflığımı bazen salaklık boyutuna vardırdığımı filan. Demin neyse diyerek bu konuyu kapatmıştım sanırım ben. Bu sefer gerçekten neyse…
Hem evraklar beni bekler. Bu kadar kaytarma yeter. Yeni bir maratona başlamaya hazır mıyım, henüz bilmiyorum. Ama nasılsa başlayınca öğrenirim.
Hayde…

Temmuz/2008

13 Temmuz 2008 Pazar

Hoşçakal

Sıcak henüz bastırmadı. Serin serin esiyor rüzgar, açık pencerelerden. En içli şarkıları, türküleri seçiyor, gözümden süzülen yaşlara katıyorum onları da. Nasıl geçecek bu koskoca gün?
Ben kalabilmekle, seninle olabilmek arasında verdiğim mücadeleyi kazandı benliğim. Yine her zamanki gibi çekti beni köşeye. “Yapamazsın, daha çok üzülürsün!” dedi. Haklıydı! Bildiğin kimseye benzemediğimi ve bunu da marifet saymadığımı ama bazen bunalsam da kendimden, ben olmayı yine de sevdiğimi anlamanı beklemeyeceğim.
Özlemimi, iki tatlı söze inanmış bu saf halimi bir kenara bırakıp, senden uzakta bir yer seçeceğim kendime.
Tatilim boyunca, aklımdan, içimden söküp atmaya çalıştıklarımın; kendimi yenileme planlarımın içinde yoktun. Şimdi döndüm, ama yanımda da yoksun. Halbuki daha çok yeni ve umut vericiydi herşey. Mutluluk sebebim olmaya başlamıştın. Yine olmadı…
Boşluğa asılı bıraktığım tüm güzel cümlelerim, kendilerini yok edecekler bir müddet sonra. Tıpkı şu anki duygularım gibi, eskide kalıp, tarih olacaklar. Vedamın delili olacaklar sonrasında, hatıra olacaklar.
Tüm haksızlıklarını unutmaya çalışıyorum şimdi. Herşeyi geride bırakıp, ardıma bakmadan gidiyorum. Ama senin gibi korkakça veda ederek değil, cesurca “hoşçakal” diyerek…

Temmuz/2008

12 Temmuz 2008 Cumartesi

Neden yazıyorum ve neden yazamıyorum?

İlkokul dönemlerim dahil, hiç güzel resim çizemedim ben. Yani çocuk zamanlarımın hoşgörüsü altında bile, resimlerin çirkinliği su götürmez bir gerçekti. Güzel resim yapan arkadaşlarıma hep imrendim. Sesim, en sevdiğim türküleri bile fısıltıyla söyleyecek kadar berbat. Dans konusunda, hiçbir becerime ben bile tanık olmadım henüz. Halayı, horonu, içimden geldiği, beni mutlu ettiği için oynuyorum sadece. Kısa bir süre hariç, hiç müzikle uğraşmadım. İyi bir dinleyici olmak dışında. O kısa süre içinde flüt çalmayı denedim. Biraz tembellikten, biraz da çalışmak için gerekli ortamı yakalayamadığımdan, şimdi dolabımın ücra bir köşesine sakladım flütü. Sesine hayran olmama rağmen hem de. Lisede zorunlu olarak yazdığım ve yarışmaya katılıp birinci olmuş, o şiir maksatlı yazı dışında, hiç şiirle de uğraşmadım. Çok iyi bir şiir okuyucusu olmadığımı da, benim için okumanın yazmaya çabalamaktan çok çok daha keyifli olduğunu da biliyorum. Kendimi, yazarak ifade etmeyi sevdim ben. Tuttuğum günlüklerle başlamışım kendimi anlatmaya, haberim olmadan. Bu blogu açmakla daha çok farkında oldum bu durumun ve sahip çıkmaya başladım yazdıklarıma. Kendimle yüzleşmem, kendimi kabullenişim, yaşadıklarımı sahiplenişim, yazarak oldu hep. Bu blogu açmak, kendimi geliştirmeme sebep oldu aslında. Çoğu zaman yazdıkça yazasım geldi. Ve yazdıklarımı, biryerlerde birilerinin okuduğunu bilmek, hep mutlu etti beni. Yazmak her durumda iyi geliyor bana. Hele de sonrasında beğenileri duymak ya da okumak. Bundan mutlu olan biri vazgeçebilir mi yazmaktan? “Ne kadar güzelsin” cümlesinden daha değerli benim için beğeniler. Ve daha fazla yaşama sevinci var içinde.
Peki neden yazamıyorum? Yazdıklarımı incelik gösterip okuyan bazı arkadaşlarım, “neden bir kitap yazmaya çabalamadığımı” sorarlar bana. Bilenler bilirler, denemedim değil aslında. Ama olmadı. Olmamasının iki önemli nedeni vardı. Ben detay yazıyorum. Bir bakışla, bir gülüşle, bir sözle, yaşadıklarımdan, başkalarının yaşadıklarından, gördüklerimden, duyduklarımdan, hayal ettiklerimden biriktirdiklerimi, aynı duygu yoğunluğuyla yazıyorum ben. Ama bu tavır, uzun soluklu bir hikayede eğreti duruyor. Hikaye ilerlemiyor, kilitlenip kalıyor. Yazdıklarım da değerini kaybediyor işte o zaman. Asıl ve önemli olan diğer neden ise, kendime ait, özgün bir hikaye bulamamam. Öyle bir hikaye yakaladığım zaman, ne olursa olsun yazabilmek için çabalarım sanırım. Ama şimdilik ufak denemelerle yetiniyorum. Hayatımdaki tüm kahramanlar, cesaretlendirdiğiniz ve bana kattıklarınız için, her daim hazırda bir teşekkürüm var, biliyorsunuz. Beni kendi halime bıraksaydınız, daha savruk ve güvensiz olurdum bu konuda, bunu da ben biliyorum. Ama güvenin bana ne olur. Hislerim, biriktirdiklerimin başlamak için yeterli olduğunu söylediğinde başlarım elbet. Neden olmasın?

Temmuz/2008

“Neden olmasın” deyince, bunu yazmadan edemedim.

“Aşk, özgürlük düşü yetmez;
özgürlüğün kendisi, hala yetmez;
Hayatın kendisi,
ve en sonunda giderken oradan,
hayattan her şeye bedel,
küçük,
mütevazi,
o en anlamlı tebessüm sizin olsun…
Elbette mümkün değil ama,
her şey gönlünüzce olsun…


Neden olmasın?…
Kazim Koyuncu (11.05.2004)”

9 Temmuz 2008 Çarşamba

İyi ki doğdun Sehercik

Sabah güneşi gibi, her mevsimde ayrı güzel,
Elleri ceplerinde yürüyen çocuklar kadar pervasız,
Hayatına tat katan güzel sürprizler kadar neşeli yeni yaşın için,
Elindeki hesabı bir kenara bırak bugün.
Risk bile olsa yaşanacaklar, hayatı değerlendirmelisin; “keşke” dememek için birgün…

Erken varmamış,
geç de kalmamış,
sırtına yüklediği sevinçleri getirmiş sana yeni yaşın.
Doğum günün kutlu olsun.
Nice mutlu yıllara, beraber…

2 Temmuz 2008 Çarşamba

Dönüş

Deniz kokusu, dalga sesi ve açıklı koyulu, uçsuz bucaksız bir maviliğin eşlik ettiği, güzel bir öğle yemeği karadeniz sahilinde. Dönüşümün öncesindeki son yemek. Ve sonra, güneş batarken gözümün içine gülerek, uçsuz bucaksız denizi izleyerek, dönüş yolculuğuna çıktım. Kuşlar uçuşuyordu gün batımı kızıllığında, uzakta bir sandal salınıyordu denizin ortasında, bazı evler ışıklarını yakmaya başlamıştı bir akşam hazırlığında ve ben, yine bir cam kenarında uzaklaşıyordum bu şehirden, geldiğim gibi. Dalgalar deli deli sahile vururken, İstanbul’un sakin denizine yollanıyordum ben.
Kimi zaman sıkıldığım ama hep eskiye ait özlemlerin barındığı; huzurlu, sakin bir tatili ardımda bırakarak, şehrime dönüyorum ben. Bir bilsen, ne çok özledim seni, sende bıraktıklarımı. Sanki on gündür değil de, aylardır ayrıymışım gibi senden. Özlemin başka, anlatılır gibi değil aslında.
Duyduğum dere seslerini olduğu gibi, beni uğurlarken ağlayan gözleri de içimde bir yerlere saklayarak gidiyorum. On gündür doğru düzgün aynaya bakmamış olmamın verdiği hevesle, dışarı çıkarken gözüme sürdüğüm kalemi farkeden ufaklığın, en umulmadık anda sorduğu soruya gülüşümü sakladığım gibi. “Sen gözünü mü boyadın? Dudağını da kırmızıya boyasaydın ya?”
Eskiye ait hiçbirşey, ben de dahil, eskisi gibi değilken, yeniliklerin yamacında kaldı aklım. Hasret giderebildiklerim kadar yakın, birdaha hiç göremeyeceklerim kadar uzak ve bildiğim herşeyden çok başka birşeyler var içimde bu sefer. Ne olduğunu anlayabilmek ya da anlatabilmekse, galiba zaman ister…

Temmuz/2008

1 Temmuz 2008 Salı

Bir çocuk kadar masum

Başımı pencereye yakın yerleştirdiğim yastığa koyup, uzakta dumanlı tepeleri, yakında meyve ağaçlarını görüp, kuş cıvıltılarını dinleyerek bir akşamüstü dinlencesi yaptığım. Etraf sessiz. Köyün girişindeki araba sesi de, karşı tepede birbirine seslenenlerin yankıları da kulağımda. İstanbul’un bu saatlerdeki kavurucu sıcağına inat, insanı ürperten bir serinlik var buralarda. Havada toprak, sağda solda açmış çiçek, taze demlenmiş çay kokusu var.
Güneş, olanca ışığını, parça parça bölünmüş bulutların belirginleşmesi için kullanmış batarken. Arkasında kara bulutlar yollanıyor bizden tarafa. Çok uzaklarda karınca kadar görünen kuşlar uçuyor. Gözümün görebildiği kalan her yer ise yeşil.
Güneşin sakladığı, bulutsuz bir yaz akşamı kadar koyu, küçücük o gözleri saklayan gözkapaklarından öperken, akşama kavuşuyor yine gün. Bir çocuk, düzenli nefes alış-verişini, kalbinin atışını hissederken ben, usul usul uyuyor yanıbaşımda. Gözleri mutlu bir rüyaya kapalı. Ah çocuk, kötü olan herşeye gözlerimizi sıkı sıkı kapatsak ya da görmezden gelsek. Bizimde kapalı gözlerimizde, güzel rüyalar belirse. Ve tüm kötülükleri unuttursa bizlere…

Temmuz/2008