6 Nisan 2009 Pazartesi

Ah çocuk

Kapalı göz kapaklarının ardında kıpır kıpır gözleri. Bense yüzümü öyle yaklaştırmışım ki ona, büyüdükçe kaybettiğimiz herneyse onu arıyorum sanki. Alnı biraz nemlenmiş, yüzündeyse gördüğü rüyayı yansıtan tatlı bir tebessüm. Ah çocuk, dünyayı senin gözlerinden görmeyi ne kadar özledim bir bilsen. Küçücük parmaklarıyla, yüzüne yaklaşan bir yüzü kavramaya çalışan bir çocuk olmak yeniden, bir zafer sevinci içinde; ne güzel olurdu.
Biliyor musun çocuk, ben senin kadarken, daha küçük yaşlarıma ait fotoğraflarıma, başka birine bakıyormuşum gibi bakardım. “Gelsede oynasak beraber” derdim hatta. Şimdi bunu söylediğim yaşıtlarım gülüyorlar sözlerime ya, sana söylesem, “gerçekten gelir mi?” diye sorarsın ilk olarak, eminim. Büyüdükçe, gerçeklerle yüzleştikçe kaybettiğimiz şeylerden biri de bu galiba. Düşündüklerimizin, düşlediklerimizin olabilirliğine inancımızı kaybediyoruz. Ne kadar uzak kalmaya çabalasak da, o mantık çemberiyle sarıp sarmalıyor bizi hayat. Ah çocuk, isterdim ki sen uzak kalabilesin bu tuzaklardan. Ama ne mümkün. Büyümek, çocukluğun sonunun, kaçınılmaz başlangıcı. Umarım o başlangıçta, sen ipotek ettirmezsin mutluluklarını.

Nisan/2009

1 Nisan 2009 Çarşamba

Tek kelime

Sokak, karanlık ve sessizdi. Lambaların solgun ışığı teslim almıştı kaldırımları. Sabah ezanı sokağın sessizliğinin üzerine yayılırken, sadece kedilerdi adımlayan kaldırım taşlarını. Cama yaslanmış, boş sokağı izliyordum öylece. Yüzümde, az önce sonlandırdığımız sessiz sinema oyunundan kalma bir tebessümle. Konuşurken bir nefeste söyleyiverdiğimiz kelimeleri, sessizce anlatabilmek için, nasıl da uğraşıp durmuştuk.
Kimi zaman derdini anlatmanın, konuşmadan tarif etmeye çalışmaktan da zor olduğunu gördüğümüz de olmuştu şu hayatta. Gözümüzde büyüdükçe büyüyen kelimeler... Söyleyebilmek için uzun süre kendimizle kavga edip durduğumuz, kısacık cümleler. "Yok" derdik, "olmayacak!" Ama akla düşmüştü ya bir kere, silinip gitmeyecekti. Ne yaparsak yapalım, taptaze duracaktı belleğimizde, dalından yeni koparılmış bir meyve gibi.
Nefes alıp-verişlerimle silik bir bulut gibi inceden buğulanan camda, evin dört bir yanına dağılmış dalgın yüzleri görüyordum. İşte o an, "hadi bir şeyler yap!" dercesine, yanı başımda duran, çalıştığından bile emin olmadığım o radyoya dokundu elim. Oysa odaya dolan müzik, daha da durgunlaştırmıştı bakışları. Sanki o müzikle beraber, herkes başka diyârlara yolculuğa çıkmıştı. Yan yana oturmamıza rağmen, bizi yolcu eden o şarkının ritminde, git gide birbirimizden uzaklaşmaya başlamıştık. Biliyordum, yine tek kelimeydi yalnızlık. Ama bölerek bile anlatılamıyordu artık.

Siz geniş zamanlar düşlemiştiniz

Alelacele söylenen cümleler duymuştum, duyguların yok olduğu yüksek binalar arasında. Daha söylenirken anlamlarını kaybediyorlardı sanki. Zaman kadar hızlı geçip gitmişlerdi kulaklarımdan. Tamamlanana kadar unutuvermiştim.
Sonra bir gün, uzak bir dağ köyüne çekildi gönlüm. Ben o dağ köyüne ait küçük bir çocuktum. Kayaların diplerinde, uçurum kenarlarında açan, şaşılası güzellikteki dağ çiçeklerini tanırdım. Tozu dumana katan rüzgarların uğultusunu duyar, kışın kapanan yollarla pekişen uzaklığı, anlayarak büyürdüm.
O küçük çocuğun eline tutuşturulan, kokulu ıslak mendil gibi ferahlatıcı ve yeniydi kelimelerin. İlk defa duyduğum o kokuyu, usulca kapadığım parmaklarımın arasında, korurum sanmıştım. Yanıldım...
Teyze diye seslenilen yaşıt genç kızların, mahçup, anlayışlı gülümseyişleri kadar içtendi anlattıkların. Keyifle dinlemiştim. Dinledikçe de artıyordu özlemim. Neyi özlediğimi tanımlayamıyordum ama, belli ki güzel şeylerdi.
Senden arta kalan kelimeler elimde, gözlerim uzaklarda şimdi. Yeni bir sayfanın başında, kararsız... bekliyorum. Bilmiyorum, ne yazarsam değişiverir gelecek günler? Ve bu kadar değiştirmek çabasındayken ben, neden sürekli başa sarıyor filmler?

Nisan/2009

Nerden başlasam, nasıl anlatsam

Kirpiklerinin gölgesi düşmüştü yüzüne. Bir damla yaş, gözünün kenarını yol bellemiş, iniyordu usul usul dudağının kenarına. “Ne oldu?” diye sordu, karşı koltuğunda oturan adam. Daldığı düşüncelerden uyanıp, soruyu sorana baktı uzun uzun; sanki bir anlam veremiyormuş gibi baktığına. “Hiç” dedi iç geçirerek. Ne olduğunu merak etse de, o “hiç” yetmişti soruyu sorana da. Sustu ve bakışlarını başka yöne çevirdi, o “hiç”te gizli hassasiyetin sınırlarından sakınırcasına. Dudağının kenarındaki damlayı silerken konuşmaya başladı kadın. Kendi kendine konuşur gibiydi daha çok. Belki de tüm söylediklerini içinden geçirdiğini sanıyordu, kimbilir?
Adam, gözleri bir noktaya kilitli, elinde tuttuğu mendili buruşturup duran kadına baktı. Onu ne kadar sevdiğini düşündü. Birlikte geçen zamanlarını, kavgalarını, barışmalarını, suskunluklarını… Ve sonra sevmediği bir koku yayıldı odaya. Ölümü düşündü. Onu kaybederse ne kadar üzüleceğini, bırakıp gitmenin nasıl zor geleceğini geçirdi aklından. Bıçak kesiği gibi ince bir sızı gelip geçti içinden.
Kadın, göz yaşlarının yol yol ettiği yüzünü kaldırıp, cevap bekleyen bakışlarını yöneltti adama. Adam endişeliydi, belli ki kaçırdığı bir şeyler vardı. İşte o an, deminki kötü kokuyu bile bastıran bir sıkıntı hissetti içinde. “Seni ne kadar sevdiğimi düşünüyordum” dese, inanmayacaktı kadın. “Sen beni dinlemiyorsun”a çıkacaktı bütün yollar. Üzgündü ama yetmezdi tabii. Nerden başlasa, nasıl anlatsa bilemedi bir türlü.
Bir cümle ile anlatılabilirken içimizden geçenler, dolanıp durur dilimize bazen. Ne susmak çare olur, ne de çıkmaz bir yola girdiğini bile bile anlatmaya çalışmak. Öyle bir an gelir ki, hiçbir yerde olmamayı diler insan. Ama o dilek, gerçekleşme ihtimali taşımaz hiçbir zaman.

Nisan/2009

Misafir

Bir ikindi vakti, Anadolu’da bir köy evinde yemek yiyormuş bir aile. Baş köşeye oturttukları bir de misafirleri varmış. Buyur etmişler onu da sofraya. “Tokum” demiş misafir, yerinde oturmaya devam etmiş. Sofraya gelen her yemekle misafire sunulan teklif de yineleniyormuş. Ortaya tatlı tepsisi konduğunda, ev ahalisi artık misafirin hiçbir şey yemek istemediğine kanaat getirdiğinden yeniden buyur etmemiş. Ama onlar tatlılarını yerken, öte yanda misafir kıpırdanmaya başlamış. Bunu farkeden ev sahibi dönmüş o tarafa. “Ağa…” demiş misafir, “bir daha çağırsana”
Hayatın tok misafirleri olduğumuzu düşündüğünüz oldu mu hiç? Yorgun bir günün ardından başımızı yastığa koyabiliyorken, her zaman güzel şeyler olmasa da karşılaştıklarımız, yine de görüp, duyabiliyorken ve birileri inatla anlamasa da söylediklerimizi, konuşabiliyorken; ağırlanması zor, tok bir misafir gibi mi davranıyoruz acaba?
Güneş, yeni sevdalı bir kız gibi bazen utanarak saklasa da yüzünü, gülümsemeye başladı yine. Bahar geldi. İşin en tatlı kısmı yani.

Nisan/2009

Tanımlama

En zor soru, insanın kendine sorduğudur her zaman. Başkasına sorduğunun cevabını didikler durur da insan, kendine sorduğu soruları geçiştirir kimi zaman. Bazen de kendine sormak istediklerini başkalarına sorar.
Şimdi biz, kan kardeşi olurken, kolunda bacağında kabuk tutmuş yaraları yeniden kanatan çocuklar kadar cesur, ve birinin düştüğünde kesilen, diğerinin bir cam parçasıyla çizdiği parmaklarında birleşen kan grupları gibi farklıyız. Bir çok ortak yanımız var, bir o kadar da zıtlaştığımız.
Şimdi biz, hata yapmamak uğruna müziğin ruhunu kaybetmiş şarkıcılar gibiyiz. Ritmimiz tam ama duyguyu yitirmişiz.
Şimdi biz, güneşle ay gibiyiz. Birimiz varken, diğerimiz olamasak da, birbirimizin varlığında ışıldayabiliriz. Ve ikimiz de mutluluğu çağırıştırabiliriz.
Şimdi biz, aynı odaya açılan kapı ve pencere gibiyiz. Birimizin perdelerin ardına gizlediğini, diğerimiz daha korunaklı hale getiririz. Bir gün perdelerin ardını görebilmek ne kadar mümkünse, kapıların ardını görmek, o derece imkansızdır, bir türlü öğrenemeyiz.

Nisan/2009