Yaslandığı pencereden, karşı evin çiçekli perdelerine bakardı çocuk. Daha birkaç gün önce, o evde yaşamakta olan genç kadının, nasıl biri olduğunu merak ederdi. Hayatla ölüm arasındaki o ince çizgide, onu da kendi tarafına çekebildiğini düşlerdi. Gülen yüzünü, ileride doğacak çocuklarına annelik edişini hayal ederdi. Sımsıkı kapalı perdelerin süslediği pencerelere vururdu akşam güneşi. Kapıyı tıklatan, hırkası omuzlarında bir komşu gibi. Ama açılmazdı perdeler. Çocuğun tüm hayalleri çiçekli perdelere çarpar, geri dönerdi. Şimdi ne zaman sıkı sıkıya kapalı perdelerle karşılaşsa çocuk, o kadın gelir aklına. Herşeyi ardında bırakıp, evlendiği günün ertesi, ölüme giden o kadın. Ve çocuk, o kadın her aklına geldiğinde, bir pencereye yaslanıp, kahraman olduğunu hayal eder. Çünkü hâlâ, elini uzatttığında, bütün kötülüklerin değişebileceğine inanmak ister.
Odamın penceresini açık bırakarak uzandığım, sondan kaçıncı gece bu? Hem de aşklı meşkli bir pop şarkısı çınlarken kulağımda. Şarkıya kalsa, bir yaz akşamı serinliğinden öteye geçmez, odama dolduracağı. Oysa daha derinden bir şeyler gerek bana. O şarkının bilindik nağmelerinden çok daha derin. Bir boyun eğiş gibi değil de hani, "yaşıyorum çok şükür der gibi"
Birine kendini hatırlatmaya çalışmak gibi bir duygu bu, içimde dolanan. "Hani" diye başlayan onlarca cümle kurabilir ve beni çok eskilerde kalmış bir âna götürebilir belki. Ama işte, görüyorsun ya, bir ihtimal hepsi. Niye böyle ihtimallerden haz etmezmişim gibi bir tonda söyledim bunu, bilmiyorum. Aslında cevabı çok basit. Ben artık ihtimal yorgunuyum.
Kimi zaman, çok kalabalık bir caddede bile kaybedemez insan kendini. Sanki herkes bir köşeye çekilmişçesine, aranan suçlunun bir adım öne çıkması istenmişçesine, en önde, bir düzlemde tek başına bulabilir kendini. O koca kalabalıkta, bir ortaklık arar durur nafile yere. Bir ince düşüncelinin ortaklığına kimsenin yanaşmayacağını bilmez ki. Çünkü her şey anlıktır bu kalabalık dünyada... sevinçler kadar, sevdalar da. Göz göze gelmeden elele tutuşur, karşılıklı iki satır sohbet etmemişken şarkıları konuştururlar. Ve hepsi birbirinden afilli bir sürü isim yakıştırırlar yaşananlara. Şimdi böyle konuşunca... Sanma ki ben yitip gitmek istemiyorum o kalabalığın ortasında. Sanma ki ben, her adımda biraz daha, içimdeki kuytulara ilerlemekten bıkmadım hâlâ. Ama biliyorsun işte... O caddeyi kıskandıracak kadar kalabalık olabiliyor içim, bir bakış ya da bir söz, beni yerle bir ettiğinde.
Memleketimin engebeli arazilerinde, kokusu insanın içine işleyen bitkiler yetişir. İçinde bir yerlere saplanıp kalmış bir şeyleri, alıp götürecekmiş gibi yayılır vücuduna. "İlifan"dır onlardan biri. Mentollü bir kokusu vardır. Avucuma alır, dakikalarca öylece kalırım, onunla her karşılaştığımda. Şimdi o kokuyu hatırlayamıyorum biliyor musun? Üzerinden zaman geçince, bazı kokuların olduğu gibi, bazı duyguların da sadece adı kalıyor insanın aklında. Bir de o ada dair, geçmişte yapılmış, hep bir yanı eksik tanımlamalar. Aşk diyorsun ya bana... aşk benim için, sadece güzel olduğunu hatırladığım o kokular gibi, uzaklarda.
Karşısındaki kanepede yatan, kendisinden daha uzunca olan genç adama bakıyor; ne zaman bu kadar büyüdüğünü hatırlamaya çalışıyordu. Bir zamanlar küçüklerdi; ikisi de. Onun sayesinde çok şey öğrenmişti hayattan. Evde tek başına kalmak zorunda olduklarında, onu koruyup kollamanın hem keyifli, hem de can sıkıcı yanlarını görmüştü teker teker. Hayatındaki ilk sorumluluktu galiba o. Onunla oyunlar oynarken, elinden tutup okula götürürken; akşam okul çıkışlarında, çantasını alıp arkadaşlarıyla koşuşturmasını izlerken, içinde tamamlanan bir parça vardı. O kanepe boş olsaydı, yaşadığı onca şeyi hiç yaşayamamış olsaydı eksik kalırdı. Sürekli onu kızdırsa da, bir filmin ya da dizinin en acıklı yerinde, gizli-saklı ağlamaya çalışırken, hemen dalga geçmeye başlasa da, bazen deli gibi kavga ediyor olsalar da, onu ne kadar sevdiğini düşündü. Yerini başka hiçbir şeyle dolduramayacağı, bunlar gibi nice anının, küçük bir bakışla ortaya saçılması, yaşadığının ne güzel bir duygu olduğunun kanıtıydı. Artık emindi, yıllar geçse de değişmeyecek şeylerden biri, bir kardeşe sahip olmanın, içinde yarattığı o sonbahar havasıydı.
"İçmek" demiş adam, "içinde boğmaya çalışmaktır sevgiliyi." Oysa sevdiğinizin içinizdeki suretinin, pek de kendisine benzemediğini bilirsiniz. Çünkü o suret, rötuşlu fotoğraflar gibi, iyimser bir havada asılmıştır gönlünüzün duvarına. Bu yüzden onun boğulmayacağından eminsinizdir. Çünkü siz, iyilerin kazanacağına inanırsınız hâlâ.
Bir insanın gözlerinin renginden daha zor unutuyorsanız, bakışlarındaki ifadeyi, hafızanın parlaklığından korkmaya başlamanın vaktidir artık. Çünkü unutmak gerek bazı şeyleri. Hatırlamak... evet güzeldir. Olduğu gibi kabullenmektir geçmişi. İçinizi kemiren şeylerle gülücükleri, aynı yerde muhafaza edebilmenin, hediye paketine bürünmüş hâlidir. Ama unutmak... en gerekli şeydir bazen. Her seferinde kendine dönüp, "bunu nasıl yapar?" diye sormamak için. Bazen kendi nedenlerini bile anlayamazken, bir başkasının nedenlerine kafa yormamak için. Hâlâ bir hayale inanabilmek için, unutmak güzeldir.
Hiç bilmediğinden emin olduğum bir şarkı çalıyor, ben bu satırları yazarken. Ve ben diyorum ki "artık üzülmeyeceğim eskisi gibi" Gerçekten inanarak söylüyorum bunu. Ama gel gör ki... Hani ufacık bir bardak çay dökülür de ortalığa, o küçücük bardağın o kadar çayı nasıl aldığını merak edersin ya silerken. Dökülünce çoğalmış gibi sanki. Şimdi hiç bilmediğinden emin olduğum bir şarkı çalıyor ben bunları yazarken. Ve ben seni düşünüyorum, kim olduğunu bile bilmezken.
Elimden kayan cam bir bardak gibi günler. Yere çarptığında kırılsa bir türlü, kırılmasa başka. Çünkü birileri, her nasılsa, bir şeyleri öyle bir yazmış ki aklımıza, silmek güç. Şimdi o bardağı sıkı sıkıya kavrayıp durmuşsam bir masanın başında, vardır elbet bir nedeni. Belki de insan en çok korktuğunda sarıyordur böyle, en sevdiği şeylerin belini.
Yağmur bardaktan boşanırcasına yağarken, biz üç arkadaş, her dakika biraz daha geriye doğru çektiğimiz masamızda kahvaltı ediyorduk. "Kalkıp içeri geçelim" dediler. "Hayır" dedim. Şehrin diğer yakasına geçmiş, Boğaz'a bir kez de oradan bakarken, sanki bir işlemin sağlamasını yapar gibi, içeri geçmeyi göze alamadım. Yağmurun denizdeki dansından, köprüye grili beyazlı bir fon oluşturan bulutlardan gözümü alamadım. Kimbilir belki bir gün, hem de yine böyle bir gün karşılaşırız dedim içimden. Yağmur yine böyle, sevinçle yağarken...
Adının mutlulukla özdeşleştiği günlerden birinde, İstanbul'un herhangi bir yerinde, elinde bir bardak su, gözünde birdenbire beliriveren bir damla yaş ve masanın üzerinde çalan bir telefonken bütün mal varlığın; birinin "iyi misiniz?" diye sormasını yadırgamamayı başaramıyor insan. Gözünü kapasa su gibi akacak yaşlardan korkuyor, elindeki bardaktan bir yudum alsa boğazına takılacağından da. Ve ne kadar tecrübe etse de birtürlü inanamıyor, bir bardak suda kopan fırtınalara...
Hasta hasta yataktan kalkıp dışarı çıkmış gibiyim. Her yanım kırık dökük. Zorlama bir neşe ve enerji ile düşüyorum yollara. Oysa hiçbir şeye zorlandığım yok. Ezberlenilmiş, alışılmış bir hayat yaşıyorum çünkü. Gelip şu dört duvarın arasına sıkışıyorum mesela. Sessiz sedasız. Sürekli bir şeylere yetişme telaşıyla geçiyor saatlerim. Tarihler, tarihler... Sonrası var sanıyorum. Ama yok... Çünkü bugünün dünden, hatta önceki günden farkı yok. Hep aynı telaş, hep aynı kelimeler. Hesaplar arası dengeleri tuttururken, bozuluyor kendi dengem. Oysa şarkılar var, biliyorum. Deniz var, ve simit, vapur, martı var sonra. Bir yerlerde boş bir bank var. Ve bir sonbahar rüzgârında savrulup, o bankın üzerine konacak yapraklar...
Daha iki yaşındaydı. Ortalıkta dolanırken çarptığı kahve fincanı yere düşüp, sağa sola savurdu telveyi. Annesi dökülenleri temizlerken onu izliyordu merakla. Bir kuyunun başındaymışçasına uzağında durmuş, ıslak koltuğa bakıyordu, her şey temizlenip toparlandıktan sonra. "Ne olmuş kızım oraya?" diye sordu annesi. "Düştüüü" dedi. "Kim yaptı kızım, kim düşürdü peki?" "Ben, beeennn" Bir çocuk edasıyla bütün suçlarımı kabullenebilirim ama, birilerinin sadece doğru olabileceklerini düşünmesini kabullenemiyorum. Kafayı koyduğumuzda düşünceleri emen yastık çeşitleri olmalı mutlaka. Hem olan bunca şeyi açıklığa kavuşturabilecek, hem de sorgulamalarıma son verebilecek tek şey o nihayetinde.
Tüylerim diken diken. Öyle güzel esiyor ki rüzgâr, onunla tekrar karşılaşmak mı, yoksa üzerimde dolaşan bu ürperti mi beni böyle eden, emin olamıyorum pek. Ama yine de güzel bir şey bu. İçimin rüzgârlanmasını diyorum... ağaçlara asılı rüzgâr çanları kulağımda çınlarken...
Güldükçe harelenen kahverengi gözleri, özenle yapılmış ödevlere kondurulmuş beş notunun yıldızı gibi parıldıyor beyaz teninde. Yaşı, iki basamaklı sayılarla ifade edilmeye başlayalı, en fazla bir-iki yıl olmuş olmalı. Bu nedenle mi bilmem, yerinde duramıyor bir türlü. Masadaki fındıkları ikişer ikişer elime alıp kırmaya başladığımda, gözünü alamıyor benden. Her kırılan fındıkta yeniden gösteriyorum nasıl yaptığımı. Deniyor... olmuyor. Daha bir merakla izliyor her seferinde. Bir yerden sonra, sadece onun yüzündeki şaşkınlığı görmek için devam ediyorum. Sanki bir ilüzyon gerçekleştiriyormuşum gibi ellerime bakışına gülüyorum habire. Öyle güzel ve öyle mutlu ki, onu izlemekten alamıyorum kendimi. Bütün dünya benim olsa, bir daha bu kadar mutlu olamayacağım sanki. İşte o an, evden çıkarken yanıma almayı unuttuğum bir şeymiş gibi aklıma geliyor, içimde gittikçe azalan o şaşkınlık duygusu. Ve yanında götürsün istiyorum giderken yıllar, her şeyi bir alışkanlıkla kabul etmenin korkusunu.
Sevebilirim, hem de nasıl, dile benden ne dilersen, canımı, gözlerimi
Anlayabilirim çoğu kere burnumla, yani en karanlığın, en uzaktakinin bile kokusunu alarak ve döğüşebilirim, doğru bulduğum, haklı bulduğum, güzel bulduğum herşey için, herkes için, yaşım başım buna engel değil, ama gel gör ki çoktan unuttum şaşıp kalmayı. Şaşkınlık, alabildiğine yuvarlak açık ve alabildiğine genç gözleriyle bırakıp gitti beni. Yazık.
Bazen soluklanmaya, bazen de biriktirdiklerimi anlatmak için soluk soluğa geliyorum bu sayfaya. Yazarken barışıyorum kendimle. Ve gerektiğinde, ardımda kalanlara yabancılaşıyorum. Birilerinin okuduğunu bilmek, kimi zaman utandırıyor beni. Kimi zaman da söylediklerimi cümle âlem duysun istiyorum, bir tellâl gibi. Harflerim ekranda anlamlı-anlamsız izler bırakıyor... Ve ben, tüm bu izleri seviyorum...
Tülay Şahin
Bu aralar okuyorum.
Öyle Miymiş? / Şule Gürbüz
Bu aralar izledim./Bale
La Corsaıre
Bu aralar izledim./Tiyatro
Tesir / SBR Tiyatro
Bu aralar izledim./Tiyatro
Grönholm Metodu / Ankara DT
Bu aralar izledim./Tiyatro
İkinci Bölüm / DT
Bu aralar izledim./Tiyatro
Cyrano / Şehir Tiyatroları
Koyverdun gittun bizi...
Elbette mümkün değil ama, her şey gönlünüzce olsun. Neden olmasın? Kazım KOYUNCU
İyi dilekler
Yüzüne bakıldığında neden hapşıramaz insanlar, bilmiyorum. Ama hapşırdığımda, "iyi yaşa" demeden çevremdekiler, bir alacağı tahsil eder gibi, gayet ciddi bir ifadeyle, "sen de gör" demekten mutlu oluyorum. Ve aynı anda yüzlerine yayılan, bazen mahcubiyetle karışık, bazen hınzır bir çocuğu andıran o gülücüğü görüp, onlara eşlik etmekten. Şu hayata inat, seviyorum iyi dilekleri ben.
O yüzden diyorum ki sana, güzel olsun her şey... hatta çok güzel olsun. Ama kötü de olsa yaşananlar, bıkma yine de anlatmaktan. Sen anlat ve her şey buhar olup uçsun.
Maviyi, yeşili, yaz akşam üzerlerini... İstanbul'u, Giresun'u ve deniz kenarlarını... dilediğimde yalnız kalabilecek kadar uzak, gerektiğinde, elimi uzatıp, kalabalığa karışacak kadar yakın; her ayrılıkta hüzünlenip, dönüşünde çocuklar gibi mutlu olduğum bu şehirde yaşamayı... kitapları, dostları, içten gülümseyen insanları... müzik dinlemeyi, umut etmeyi, insanları sevindirmeyi... hayâl kurmayı, mektupları, yolculukları... hatta, hatta yalnızlığımı...