31 Ocak 2011 Pazartesi

Anı

Fındığı toplanıp tüketilmiş bahçelere, kıyıda köşede tek tük kalmış bir şeyler var mıdır diye aramaya çıkılır, sonbahar başlangıcında. Soğlama edilir yani. Ben hep sevdim o zamanlarda bahçelerde dolaşmayı. Kimseler yokken, el ayak çekilmişken. Belki de o yüzden sevdim anıları. Her şey olup bittikten sonra, bir başkasının tarihine bakıyormuşum gibi, yaşananların içinde dolaşmayı...

29 Ocak 2011 Cumartesi

Hazırlık

Kenarları işlemeli aynaya yansıyan suretleri bile, benzer bir gülümsemeyle aydınlanıyordu sanki. "Bir örnek giyinmekten kurtuldukları için mi bu kadar mutlular" diye düşünmüştüm bir an. Benimle birlikte sıra bekleyen diğer kadın da alamıyordu gözlerini onlardan. Bu yüzden bir ara aynada karşılaşınca bakışlarımız, kızlarınkine özenen bir gülümseyiş yayılmıştı yüzümüze. Bir anlaşmaya varmış gibi bakışlarımızı başka yönlere çevirmiştik ardından.
-Siz ikiz misiniz?
Kadının sorusuyla herkesin odak noktası olmuşlardı yine. İş olsun diye sorulmuş bu soruya alışkın olduklarından, aralarında bir sözcü bile seçmiş olabilirlerdi. Daha sakin bakışlı olanı cevap verdi kibar bir gülümseyişle;
-Evet.
Beklediği cevabı alan bütün gözler başka yerlere yönelmekteydi ki, sahnesini tamamlayamamış bir oyuncu telâşıyla atıldı tekrar kadın;
-Ama çok benziyorsunuz!
Kızlar birbirine bakıyordu, kadın kızlara. Cümleyse ortada bir yerde sallanıp duruyor, kızların gülümsemelerine yayılıyordu. Geri kalan herkes kalakalmıştı, gülümsemekle, önemsememenin arasında.
İnsan kafasında dolanan şeylerle haddinden fazla meşgul olurken, cevapları kaçırır bazen. Ah o kaçırılmış cevaplar... Nasıl da hazırlıksız yakalayıp dolanırlar insanın boynuna.

28 Ocak 2011 Cuma

Islak

Sen beni arasan kolay bulursun aslında. Yürüdüğün cadde boyunca göreceğin tek ıslak sokaktır benimkisi. Kışın soğuğunda kurumayan çamaşırlar gibi yapışkan bir ıslaklık yayılmıştır, çukurlarla bezeli yamalı yollarına.
Yağmurun herkesten habersiz usulca yağdığı geceler; gidenin ardından dökeceği bir kap suyu, apartmanın son basamağından inmeden savuran insanların bezediği gündüzler yaşanır o sokakta.
O basamaktan inse, kendini tutamayıp ardından koşacağını bilirmiş gibi orada durup, savurduğu suyun arnavut kaldırım taşlarına yayılışını izlerken başlar ayrılık. Eğri büğrü yollara dağılır, su birikintilerine karışır. Geri dönmez bir daha. Kuşlar bile, kendilerine en çok yakışan şey deniz olmasına rağmen, uğramazlar o sokağın ıslaklığına. Çocuklar pencere demirlerine ayaklarını uzatıp oturmaz, her eve çağrılışlarında yalvara yalvara beş dakika daha koparmaya çalışmazlar. Kadınlarsa mahallenin bakkalına giderken bile, hep bir şeylerden çekinircesine temkinli adımlarla yürürler kurumayan kaldırım taşlarında.
Aslında içten içe bütün bunlar için olmasını dilerken, biliyordum kendimi, razı olabilirdim yine de, bütün bunlara rağmen de olsa, o sokağı hiç unutmayacak olmana. Ve bütün rüzgârların uğultusuna fısıltımı bırakırdım, hatırlayasın diye her insanın boğulmaktan korkacağını, sokakları ıslaklıktan hiç kurtulmamış olsa da...

25 Ocak 2011 Salı

Bayramlık

Bayram çocukları gibi uyku tutmayan geceler geçiriyor nicedir, içimde bir yer. Sabahları uykuya hasret sarılırken yastıklara, bir anne şefkatiyle, "bak bayram geldi işte" diye fısıldıyorum kulağına. Nazlanarak kaldırıyor başını ve bakıyor, yatağının başucuna sıralanmış bayramlıklarına. Uyku bulutunun gölgelediği neşesine kavuşuyor tekrar, o kıyafetleri kendini bekler bulunca. Oysa ben, bayramlıkları çoktan kaldırmıştım hayatımdan. Sanıyordum ki, bir daha gelmez hiç bayram. Şimdi onun bu neşesine ayak uydurmaya çalışıyor, benim de bir bayramlığım olsun istiyorum, ertelenmiş mutluluklardan.

22 Ocak 2011 Cumartesi

Anlayış

Bir çocuğun yanıtlayamadığım soruları gibiydi, yüzümde dolanan bakışların. Cevabı sorusuyla aynı kelimeye denk bir şey soruyordun sanki bana.
- Hayat ne demek?
- Hayat... hayat demek işte.
Onlarca kelime de dizsem ardı ardına, doğru yanıtı bulamayacağımı bilerek ve biraz seni, çokça kendimi kandırdığımı düşünerek, öylece bakıyordum sana; doğru cevabı biliyormuşçasına. Oysa ben, yorgundum sorulardan.
Teslim olmak istemediğin bir uykuyla savaşıyormuşsun gibi, gözlerini bir an kapayıp açarak, beni anladığını söylemeni istiyordum. Sahi anlıyor muydun beni? Anlar mıydın ya da, onca hayalin ortasında, bir gerçeğe dokunmak ister gibi, uzanıp tutsaydım elini?

21 Ocak 2011 Cuma

Fark

Bir soru soruyor sınıfa, sanki yürüdüğü taş zeminden okuyormuş gibi, başını hiç kaldırmadan. Cümlesini bitirdiğindeyse, soru işareti şekline bürünen gözlerini, havaya kalkan parmaklara yöneltiyor.
- Erkan, sen söyle.
- Serkan ben öğretmenim.
Serkan, artık bunu alışmış bir tavırla söylüyor. Zaten konuşmaya, hep bu cümleyle başlarmış gibi.
- Evet, Serkan... söyle.
İlerleyen günlerde, ikizleri birbirinden ayırt edebilmek için, önlüklerinin yakalarına, isimlerinin baş harflerini işletiyor öğretmen. Niye karıştırıyor birbirine, hiç anlamıyorum. Onlar aslında hiç de benzemiyorlar. İlk tanıştığımız zamanları düşünüyorum sonra. Hangisi Erkan'dı, hangisi Serkan bir türlü karar veremediğim için, isimleriyle hitap edemediğim zamanları.
Biliyor musun, aslında bütün insanlar, ikiz kadar benziyorlar birbirlerine. Tereddüt etmeden hitap edebilmek için, biraz zaman geçirmek gerekiyor sadece...

20 Ocak 2011 Perşembe

Hoşgeldin

Dinlemek öyle güzel ki...

Tuz

Bir kitabın sayfalarını çevirir gibi, yastığın bir ucundan diğer ucuna taşıyıp duruyorum, uyku tutmayan başımı. Aklımda dolanıp duruyorsun. Bir sarmaşık gibi dolanıyorsun yüreğime. Onca sıkıcı düşüncenin içinde, yeşerip gülümsüyorsun bana. Oysa ki ben seni, hiç öyle gülümserken görmedim.
Bir bilsen, içimdeki deniz nasıl da köpükleniyor adın geçtiğinde. Bembeyaz bir köpük olup seriliyorsun denizlerimin üzerine. Martılar salınıyor sanki dört bir yanımda. Ve ben, sana dair umutlarım bir vapur kadar güvende olsun istiyorum, o denizin tuzunda.

19 Ocak 2011 Çarşamba

Hesap

Köy evinin güneşliğinde, ikindi vakitlerinin değişilmez çay sofralarından birinde oturuyorduk. Muhtemelen ortaokula gidiyordum o sıralar. Okullar kapandıktan ve günleri saatlere bölüp, hepsini güç bela ardımda bıraktıktan sonra gelmiştim memlekete. Dün gibi hatırlıyorum o günü; hem benim tatilimin, hem de ayın ilk günüydü. Bugün günlerden ne?, diye sormuştu dayım. Salı'ydı. Salıdan salı'ya 29, çarşamba 30, perşembe 31, diye bir hesap tutturdu. Dalga geçtiğini sandım önce. O yüzden üşenmeyip ay sonuna kadar bütün günleri saydım tek tek, onlar gülüşürken. Haklıydı. Ama tesadüftü kesinlikle. Bu sefer içeri gidip, elime takvimi aldım ve diğer aylarda da yaptım aynı hesabı. Tutuyordu. O günden beri aklıma mıh gibi kazılı bu hesap. Evet, hayatın bir matematiği vardı, şu okulda gördüğümüz dersten pek bir farkı olmayan. Ama bazen, bilinmeyenine ne kadar değer verirsen ver, hiçbir hesap tutmuyordu, eşitliğin diğer yanına kendini koymadığından.

18 Ocak 2011 Salı

Sessizlik

Bizi sağır eden hayatın gürültüsü değil çocuk. Bakma sen böyle bağır çağır yaşadığımıza, aslında iyi tanırız sessizliği. Savaşlar, ayrılıklar ve acılar görmüşüzdür ama, hiçbirini hatırlamaz da, yine bir kız çocuğundan biliriz, kulağımızdaki seslerin tükenişini. Sen öyle olma çocuk. Suskunluğundan beter olmasın konuşmalarının bahanesi.

17 Ocak 2011 Pazartesi

Düş

Koltuğun ucuna ilişmiş insanlar gibi, her an kalkmaya meyilli bir hâlde olur bazen uyku. Sürekli bir tereddüt hâli nedense. Fakat o hâlde bile, bazen hiç aklına gelmeyen, bazense hep gitmek istediği yerlere sürekler insanı, ruhu. Konuşur, gülüşür, sevinir, üzülürsün.
Aylarla, günlerle, saatlerle tanımlanan bir dünyaya açtığında gözlerini, hiçbirini hatırlamazsın belki. Ama bir şey, çok yakınında duyumsatır işte, gözlerin kapalıyken, gözünün bebeğine gülümseyenleri. Hiç tanımadığın insanları, bazen ta yüreğinin içinde hissedebilmenin nedeni de bu olabilir mi? Bir rüya görmüşsündür ve kendilerinden bile habersiz uğramışlardır düşlerine belki?

Tarla Kuşuydu Julıet


Hani sana geçenlerde demiştim ya, "ben filmlerin sonundan da sonrasını merak ederim hep" diye. Dün öyle bir oyun izledim işte. Ne oyundu ama.
Romeo ve Julıet, Engin Alkan ve Sevinç Erbulak kılığında kavuşup, 30 yıl birlikte yaşıyorlar. Fakat Shakespeare, yani Çağlar Çorumlu, bu durumdan pek de memnun değil. Hele bir de kızları var ki bu çiftin, (Murat Bavlı) evlere şenlik. Bu oyuna neden bir türlü bilet bulunamadığını şimdi anladım. Çok başarılıydı. Çok keyifliydi. Bu sezon izlediğim Romeo ve Julıet oyunu da, kimin kim olduğunu hatırlamam için yardımcı olunca, her şey tamam oldu.
Şiddetin sevdiğim hâli tavsiyede mevcuttur. Şiddetle tavsiye olunur.

15 Ocak 2011 Cumartesi

Detay

Sabah, koşa koşa yetiştiği otobüse akbilini bastığında, bakiyesinin yeterli olmadığını gören biri, milli piyangoda büyük ikramiyeyi kaçırmış gibi bir tepki veriyorsa ve gülüyorsan sen de bütün gerginliğine rağmen buna... "hiii" diye nefesini içine çektikten sonra, "ne dediiii" diye uzata uzata konuşan bir çocuk çıkıyorsa karşına ve onun şaşkınlığından mutlu olabiliyorsan; bu hayat o kadar da yaşanmaz bir şey değildir dimi?

14 Ocak 2011 Cuma

Mutlu son

Şu an adını bile hatırlamadığım bir film izliyorduk, gecenin bir yarısı. Romantik komedi, aslında tahmin edildiği kadar doğru bir tercih değildir çoğu zaman. Çünkü hiç aklınıza bile gelmeyecek bir cümle, derleyip toparlayıp bir yerlere kaldırmaya çalıştığınız her şeyi, bir anda, başınızdan aşağıya devirir. Öyle de olmuştu.
Filmin muallakta kalan her dakikasında, o ana dair, kötü bir senaryo yazıyordu o. "Bak bu adam şimdi kadını bırakacak." İnsan ne yaşamışsa, her şeye o pencereden bakıyor bir süre sonra. Aslında biz mutlu sonları seven insanlarız. Ama kendi filmimizin değil mutluluğuna, sonuna bile varamadığımızda, yitiriyoruz işte mutlu sonlara olan inancımızı da.

13 Ocak 2011 Perşembe

Önyargı

Yanıbaşımda durup, sevdiğim bir türküyü söylemeye başlıyor. Aynı yere geldiğinde, yine aynı hatayı yapıyor; düzeltiyorum. O mısranın başına dönüp tekrarlıyor beni. Şimdi tekrar söylese, en iyi ihtimalle, hatayı yaptığı yerde bana dönüp soracak; "neydi?"
İnsanın hafızasına nasıl kaydedilmişse bazı şeyler, öylece kalıyor. Omzuna dokunup, kurumlu bir tavırla "üzülme" der gibi, halamı sevmediğim için, bütün halaların sevimsiz olduğunu sandım uzun yıllar, demek istiyorum ona. Günün birinde benim de hala olma ihtimalim bulunduğu için üzüldüğüm günlerden bahsetmek istiyorum. Ama insan her şeyi söyleyemiyor işte uluorta. O yüzden gülüyorum sadece ve o yine başlıyor aynı türküyü mırıldanmaya.

12 Ocak 2011 Çarşamba

Çimen

Aslında birbirimize benziyoruz biz. Belki de en çok öyle olmadığını sandığın için benziyoruz. Ben de senin gibi kimliği belirsiz sevinçler ediniyorum kendime. Ve bazen günlerce yetindiğim oluyor o sevinçlerle. Ama sonra, güzel olan her şey gibi onlar da eksiliyor azar azar. Ve ben, avucuna aldığı suyu tutmaya çalışan bir çocuk oluyorum o sıralar.
Sevinçlerimin bitmesine yakın fark ediyorum ki, aslında gözün gözüme değmemiş hiç. O zaman daha çok okumak istiyorum işte. Bilmiyorsun, bakışlarımdaki sevecenliği serpiştiriyorum satırlara ben, ekmek kırıntıları niyetine. Ve her gün suluyorum gözlerimdeki çimenliği, o kırıntıları takip edip de bulduğunda beni, solgun görünmesinler diye.

11 Ocak 2011 Salı

Mutluluk

Yüzüm gülerken bile, örtbas edemediğim bir hüznü taşıyorum kimi zaman içimde. Bu sonradan kazanılan değil ama, sonradan farkedilen bir şeymiş, artık biliyorum. Benim bile yeni farkına vardığım bir duruma, insanların şaşkınlıkla yaklaşıyor olmalarına kızgın değilim inan. Ama mutluluğun, alınıp-satılabilen bir durum olduğunu sananların kurdukları ucuz roman cümlelerine, kızıyorum elimde olmadan. Hem mutluluk, sence de ilginç bir kelime değil mi?
Isınmak için, çalışır vaziyette bekleyen bir otobüsün egzozuna ellerini tutarken bu şehirde birileri, ben mutluluğumu, nerede kaybetmiş olabilirim ki sevgili?

10 Ocak 2011 Pazartesi

Kazanç

Eski bir şarkı çınlıyor kulağımda. Ve dışarıda, gittikçe koyulan, kuştan hafif bir hava. Sokaklar, caddeler boyunca yürüyorum. Ardım sıra gelen ayak sesleri, yanıma kadar ulaştığında, çeviriyorum başımı. O, dalgınlığımdan istifade ederek, bir adım önüme geçiyor. Ama bilmediği bir şey var. Onun kadar olmasam da, ben de bir çocuğum; unutmadım bu oyunu. Hem kuralları hiç değişmeyen ve nasılsa hiç öğretilmesi gerekmeyen bir oyun bu.
Adımlarımı azıcık hızlandırmam yetiyor o yüzden, yanımdan yirmi-otuz metre uzaklaşmasına. Sonra dönüp ardına bakıyor tabii. En ufak hareketlenmemde yeniden başlıyor hızlanmaya. Ufacık bir an, yanyana geldiğimizde, yüzündeki gülümsemeyi görüyorum. Öyle güzel ki. Ve sesi, özenle yazdığım defterlerin, sayfalarını çevirirken çıkardığı melodiye benziyor. "Ah çocuk" diyorum içimden, "bazen kazanmak için, böyle kaybetmiş gibi yapmak gerekiyor."

Sihir

Elimde bir kavanoz ev yapımı domates konservesi ile girdim mutfağa. Annemden gerekli talimatları almıştım, şehriye çorbası yapacaktım. Bir kere denedim, ama açılmadı kavanozun kapağı. Sonra tekrar; ı-ıh. Elime bir bez alıp denedim bu sefer. Yine olmadı. Kavanozun açılmaması annemin suçuymuş gibi söylendim:
-Bu kavanoz açılmıyor Anne!
Annem, bir tencereye çok az su koymamı, kavanozu da, kapağı aşağı gelecek şekilde tencerenin içine oturtarak bir-iki dakika kaynatmamı söyledi. Dedikleri pek aklıma yatmadıysa da, ikiletmedim. Tencereyi ocaktan alıp, kavanozu suyun altına tuttuktan sonra, sanki, "açıl susam açıl" demişçesine bir boyun eğişle, daha dokunurken açılıverdi kapak.
Şu masallar diyorum, aslında o kadar da hayali bir dünyayı anlatmıyor galiba. Nasıl davranman gerektiğini bilmiyorsan eğer, hükmün geçmiyor bir kavonaza bile, değil ki kapılara...

7 Ocak 2011 Cuma

Tel

Yetişmesi gereken işlerin peşinde koşarken, masanın bir kenarında, sessizce, diğer evrakların arasına karışmayı bekleyen beyaz bir sayfa, gülümsetir seni. Çünkü o sayfanın üzerine düşmüş bir tek tel saçın, senden habersiz, bir harfi koyultmuştur beyazın masumiyetinde. İnsan saçının dökülmesine gülümser mi? Gülümser işte... eğer döküldüğü yer, bir anının kalbiyse...

Oyun

Bir şarkı bulaşmış evraklarıma sanki. Hangisini elime alsam, çalmaya başlıyor. Ara sıra sesi de yükseliyor galiba. Bir yerlere saklanmış bir şey var da, ben yaklaştıkça işaret veriyor sanki bana. Sıcak-soğuk oyunu gibi.
Ben bir bahar sıcaklığı arıyorum, biliyorsun. Oysa dışarıda, beş dakika uzandığında, iyileştiğini sanan hastalar gibi gülümseyen güneş gezinmekte. O güneşe aldanma diyor içimdeki ses, birileri el çırparak sıcak dese de.

6 Ocak 2011 Perşembe

Boşluk

Tarlanın araba yoluyla kesiştiği yere duvar örmüştü dedem, kocaman kocaman gri taşlarla. Duvar, benim boyumdan uzundu o zaman. Şimdi de pek uzun sayılmam ama, yine de aşmışımdır o duvarı herhalde. O taşların beyaza özenmiş griliklerinin arasında, bir kaç yerde, üç dört parmak genişliğinde boşluklar vardı. Ben o zaman da böyle, derli toplu olma telâşında biriydim herhalde. O boşluklar rahatsız etmişti beni. Hem dedem hata yapmıştı. Büyükler de hata yapabilirdi işte.
Anlayışlı bir çocuk olarak, gayet sakin bir tavırla sormuştum, "Dede, bu taşların arası neden açık?" Dedem, yolduğu otlardan başını yavaşça kaldırdı. Önce o boşluklara, sonra bana baktı. Araba yolunun kenarına, temmuz sıcağıyla kuruyup katılaşmış toprağa oturdu, yumuşak bir halıya otururcasına. "Çok yağmur yağdığında, toprakta biriken su, kendine gidecek bir yol bulsun, baskı yapıp da duvarı yıkmasın diye" dedi. Öyle emindim ki duvarın yanlışlığından, anlamamakta direndim bir süre. "Yani şimdi bu delikler, gerekli bir şey mi?" Güldü dedem. "Yakında nasılsa yağmur yağar, görürsün" dedi.
Ertesi gün, başka hiçbir yerde duyulamayacak bir sessizliğin içine yayılıverdi yağmur. Toprağa, ağaca değdi. Usulca akıp gitti taşların arasından. İşte o günden beri biliyorum ki, bazı şeylerin sağlamlığı, sıklığıyla ölçülmez hiçbir zaman.

İçgüdü

Çocukların, burun ve yanaklarının soğuktan kıpkırmızı olduğu, ama yine de, dışarıda kalabilecekleri her dakikayı kâr saydıkları bir akşam üstü karanlığı çökmekte şehrin üzerine. O karanlık, bir başlama işaretiymiş gibi, eski bir şarkı dolanıyor dilime. Şarkıya başlar başlamaz da, sanki beğenmediğini belli etmek istercesine, makamı bozan bir yağmur ritm tutturuyor camda.
Evin ölçülü sessizliğine dolan yağmur sesiyle birlikte, mavi naylon iplere serili birkaç parça çamaşır ıslanmasın diye balkona yönelirken, aynı şarkıyı mırıldanıyorum yine. Hızla topladığım çamaşırlara bakarken, "bu telâşı kim öğretti bize?" diye soruyorum kendime.
Sakındığımız ne varsa, yağmurdan, rüzgârdan ve dahi hayattan, böylesine alelacele uzaklaştırmamızı diyorum... Üstelik de bunu, evimizin yolunda yürür gibi bir güven içinde yapmamızı. Düşünüyorum da, belki de öğretilmiş bir şey değildir bu. Hep içimizde olan ve duyduğu herhangi bir sesin ritmine hemen ayak uydurabilen bir duygudur. Zaten bazı duygular en çok şarkılardan sorulur.

5 Ocak 2011 Çarşamba

Hava tahmini

Yağmur beklenirken, elinde bir buket kır çiçeğiyle, aniden karşınıza çıkıveren bir sevgili gibi, yüzünüze gülümsediğinde güneş; adınız da dahil, her şeyi unutabilirsiniz. Bu şehir, unutmaya meyillidir çünkü. Hava tahminlerini, kilometrelerce sorunsuz ilerlemişken, yüz metrelik mesafede kilitlenen trafiği; onlarca insanın arasında bile, nasıl bir yalnızlıkla çevrelendiğinizi unutmaya müsaittir. Tabii siz de istemişseniz. Yok eğer öyle değilse, güneş gözünüzün bebeğine de gülse, kendinizi sırılsıklam hissedersiniz.

3 Ocak 2011 Pazartesi

Geç kalan

Otobüsü kaçırdığın bir sabah, bir sonrakini beklerken gelir aklına, en olmadık şeyler. Neden kurulduğunu bir türlü anlayamadığın cümleler ve içlerindeki alaycılığa anlam veremediğin gülüşmeler kadar; özlediğin seslerle, yüzünü avucunun arasına alıp, hiç konuşmadan içindekileri anlatan gözler de düşer aklına.
Anıların rüzgârına kapılıp gittiğin anlarda, inceden bir yağmur başlar ve hatırı sayılır derecede ıslanırsın. Herhangi bir nedenle gerçek hayata döndüğünde farkedersin ki, otobüs durağa yanaşmıştır. Üstelik, son yolcusunu da alıp hareket etmesi an meselesidir. Bir sihirbazın el çabukluğuyla kendini farkettirmeye çalışır, koşmaya başlarsın. Ve o sevmediğin his, yine gelir bulur seni, koltuklara kurulmuş insanların bakışlarında.
Geç kalmış bir öğrencinin, dersin ortasında bir yerde, kapıyı gıcırdatarak açışıyla kendisine yönelen bakışlar ve özür dilerken konunun odak noktası olduğunu kabullenişi. En yakın arkadaşını bile yabancılaştıran o kalabalığın surat ifadeleri. Ve sonrasında, ortasından başladığın bir şeye, sanki hiç geç kalmamışsın gibi tutunma hâlleri.
Yaşananlar, gerçekleştikleri süreden, çok daha fazlasını kaplarlar insan hayatında. Aklıma düşen her şeyi yeniden yaşasam, de ki üç dakika. Ama sorarsan, eğer bıraksaydım kendimi, kesin kaçırırdım birkaç otobüsü daha.

2 Ocak 2011 Pazar

Nereye uçar turnalar?

Şairin dediği gibi,
Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk
Hiçbir yere gitmiyor.

Yani hem çocukluk, hem de gökyüzü, duruyor orada öylece.
Ama ya göğü süsleyen kuşlar?
Bir şarkı söyleyecek olsam bugünlerde, hep aynı yerden başlıyorum. Hep aynı soruyu soruyorum, aynı melodiyle.
"Nereye uçar turnalar"
Bir bilen vardır belki.
Belki birileri söyler, hem şarkıyı, hem de turnaların yerini.



hüsnü arıkan nereye uçar turnalar
Yükleyen sametcet. - Diğer müzik videolarına göz atın.