31 Mart 2011 Perşembe

Buğu

Sokağa bakan balkonun beyaz naylon iplerinde, kendilerini öylece boşluğa bırakmışlar gibi, yarı belinden tutturulmuş çamaşırlar var. Bu işlerin acemisi bir erkek eli tarafından mandallanmışlar besbelli. Sahibinin pek de saklayamadığı bir yalnızlığı, cama yapıştırılan kiralık ilânı gibi, öyle uluorta asmışlar birkaç mandalın yardımıyla. Pencereler, kimsenin bir şey söylemesini istemeyen insanlar gibi, asmış yüzünü oturuyor. Sokağın başında belirse sanki biri, gözlerini küçülten bir gülümseyişle ışıldatıp yüzünü, kollarını açacak. Ve işte o zaman, az ilerideki erik ağacının, bembeyaz gülümseyen dallarından havalanan kuşun kanat sesiyle birlikte, bir serçenin, o kuşun kanat seslerinin ardından, bir şarkı söyler gibi başladığı ötüşlerini de buyur edecek içeri. Belki o adam da balkona çıkacak o an, kendi dilinde bir şarkıya başlayacak. Kadını görecek sonra sokağın başında, ellerini teşekkür eder gibi kavuşturacak. Yalınayak bir çocuk, yağmurun yıkadığı arnavut kaldırım taşlarında, bütün bunlardan habersiz koşacak. İşte öyle zamanlarda, ne kadar kararsa da gün, insan yıldızları anacak. Yıldızların bunca parlak oluşunun, gözlerindeki buğunun kayboluşundan kaynaklandığını ise, bir tek kendine saklayacak.

28 Mart 2011 Pazartesi

Hiç

Henüz kendini bulamamış bir sabahtı. Uyku mahmurluğunu atamadan yola koyulmuş insanlara benziyordu. Kaşları çatık, yüzü kararmış. Oysa dün akşam, yaşı tek basamaklı sayıların ilk yarısını yeni geçmiş bir çocuğun resimlerinden hallice şekillerle, güneşli bir gün olacağını söylemişti meteoroloji. Dedim ki kendi kendime, "bu bulutlar gidecek"
Birini sakinleştirmeye çalışan insanlar gibi, ince montumun kollarında dolanıyordu sabah serinliği. "Geçer" diye mırıldandım bir fısıltı tonunda. İnsanın bütün ümitli cümleleri tek başına kurmak zorunda olması, katlanılır gibi değildir bazen. Kendi kendine tavla oynamak gibi hani. Bir taraftan o cümleyi kurarken, karşı tarafa geçip duyduğu cümleye inanmak. Ve bu yüzden hiçbir zaman, ne kaybeden, ne de kazanan olamamak.

23 Mart 2011 Çarşamba

Canbaz

Hiç ona bırakılmadığı için, çok önemli bir durum olduğunu sanırdı hep. Evet, bu sefer izin koparmıştı; kahveyi o taşıyacaktı. Mutfaktan çıkarken, "tepsiye bakma" diye seslenmişti annesi arkasından. Bir canbazı andırıyordu salona doğru ilerlerken. Bir ipin üzerinde, altında uzanan köpük köpük denize düşmemek için, gitgide daha korkakça yürüyen bir canbaza. Elindeki tepsiye dizili fincanların tıkırtısı, dökmeden götürememenin tedirginliğiyle, biraz daha artıyordu her adımında.
Önem verdiği şeylere çok dikkatle bakmaması öğütlenen ve belki de sırf bu yüzden, gözümüzü ayırmazsak hiçbir şey olmayacağını düşünen insanlarız biz. Oysa bilirsin, bir canbazı ipin üzerinde tutan, onu yerden ayıran yüksekliğe bakmaması değil, o yüksekliğin üzerinde bile dengesini koruyabileceğine olan inancını yitirmemesidir. Biz o inancı kaybettik.
Toprağını yitirmiş taş yığınlarının bir uzantısı gibi dursak da bazen, bir boşluğun tepesinde, hayali bir ipi adımlıyormuş gibi tedirgin oluşumuz, işte bu yüzden.

18 Mart 2011 Cuma

Yarım

Güneş, paşa çayı kıvamına getirmişti havayı. Ellerim ceplerimde yürüyordum. Kaldırımlar birbirine küsmüş çocuklar gibi bir köşeye çekilmişken, gittikçe karmaşıklaşan hayat, aralarından akıp geçiyordu. Ve sanki onlar, omuzlarını silkerek duymazdan geliyorlardı bunu. Ben de katılmıştım onlara. Gökyüzünün maviliğini süsleyen parça parça beyaz bulutlar dolanıyordu başımda. Ve havanın aksine, içinde ayaz bulunduran bir şarkı vardı dudağımda. Kim bilir kaçıncı kez, bir yere varmayı düşünmeden yürümek istedim. Yürüyüp gitmek öylece.
Şarkıdan mıdır bilmem, bir kış mevsimi sessizliğinde buldum sokağı. Cebimden, bakkalın sakızla geçiştiremediği için uzattığı bozuk paraların sesi yükseliyordu. Aniden sessizliğin gerektiği bir anda, sebebini açıklamadan nasıl ikna edemezseniz bir çocuğu susmaya; işte öyle, cebimde çarpmaya devam ettiler birbirlerine. Ses etmedim. Zamanında, oyunun en tatlı yerinde eve girmek zorunda kalmış biriyseniz eğer, bazı şeyleri yarıda kesmek istemezsiniz; öyle gerekse bile. Çünkü bilirsiniz, hayat da yarıda kesilecek bir oyundur neticede. Kim bilir, belki yine en tatlı yerinde.

16 Mart 2011 Çarşamba

Savaş

Bir eli annesinin elinde, diğerinde rüzgârın yardımıyla, kelebek misali kanat çırpıp duran bir beyaz kağıt. Baktığımı görünce gülüyor. Onunla aynı şeyi önemseyen birine rastladığı için belki. Oyuncağını paylaşamayan kıskanç çocuklar gibi, elindeki kağıdı çekip aldığında rüzgâr, gülümsemesi yüzünde donup kalıyor birden. Aynı anda yaya geçidindeki ışık yeşile dönüyor ve annesi çekiştiriyor kolundan. "anne" diyebiliyor yalnızca, boş kalan elinin işaret parmağıyla, uçuşup duran kağıdı göstererek. "arabam"
Küçük bir kağıt parçası oysa o, üzerinde pek de arabaya benzemeyen bir araba resmi bulunan. Ama onun için önemli işte. Belki onlarca süslü püslü arabadan daha değerli. Annesinin elini bırakmadan, paytak paytak koşuyor kağıda doğru. Yerden alıp bana doğru sallıyor. Barış isteyen bir savaşçı gibi, ama kazandığından da öyle emin; yüzündeki gülücükten belli.

9 Mart 2011 Çarşamba

Bam Teli

Çok garip bir şey burada yazmak. Yüzünü hiç görmediğiniz, sesini hiç duymadığınız birinin yüreğine dokunuyorsunuz bazen. Kalkıp iki satır da o yazıyor size. Yazarken aklından hiç öyle bir şey geçmemişse bile, siz ağlıyorsunuz okurken. Üzülmesin diye ağladığınızı söylemiyorsunuz. Kaybettiğinizi sandığınız herhangi bir şeyi bulmuş kadar sevinirken ağladığınızı söyleyemiyorsunuz. Çünkü bazen her şeyi söylemeye gerek olmuyor. Hem belki o da ağladı ve size söylemiyor.

7 Mart 2011 Pazartesi

Yumurta

Çiçekleri naylon masa örtüsüne işlemiş bir bahar sabahında, çay kaşığıyla uzunlu kısalı misafirleri toplamıştım fincanımın üzerinden. Annem, soyduğu yumurtanın beyazını yine benim tabağıma, sarısının oyuna çağıran bir arkadaş kıvamında gülümseyip durduğu kalan kısmını da kardeşimin tabağına bırakmış, dalgın dalgın çayını karıştırıyordu.
Yumurtanın beyazını sevmiyordum. Sadece beyazını yemek zorunda oluşumu hele, hiç. Annem kardeşimi kayırıyordu işte. Üstelik sabah kahvaltılarında, defalarca şahit olduğum bir şeydi bu. Halbuki yumurta ciğerlerime iyi gelmiyordu, biliyordum. Ama dumanı tüten çayı, sanki soğutmazsa içemeyecekmiş gibi, öyle uzun uzun bu yüzden mi karıştırıyordu annem, onu bilmiyordum.
Uzun süre, annemin sevgisini yumurtanın sarısıyla bir tutmuş bir insanım ben. O yüzden bakma böyle sert ve yıkılmaz duruşuma. Daha dokunulduğum anda paramparça olabilirim bazen.

4 Mart 2011 Cuma

Güzellik

Gözlerinin içi, baktığı maytabın yıldızları kıskandıracak yanışı gibi ışıl ışıldı bir zamanlar. Oysa şimdi, dudağının kıyısına yerleştirdiği o kendinden hoşnutsuz gülümsemeyle, durgun, suskun oturuyordu karşımda. Onu böyle görmeyi sevmiyordum. Arada bir bakıp bakmadığımı kontrol ediyor, sonra elindeki bardağı evirip çevirmeye devam ediyordu. O anlatmaya başlayana kadar tek kelime etmeyecektim. Kendini ne zaman hazır hissederse anlatırdı nasıl olsa.
Ona bakarken, hamileler için yapılan cinsiyet tahminleri geldi aklıma. "Bu kadın çirkinleşmiş, kızı olacak kesin." Kadın, bütün güzelliğini kızına verirmiş hamileyken. Eğer çocuk erkekse, güzelleşirmiş de üstelik. Bu toplum, daha anne karnındayken hemcinsine karşı kışkırtır kadını, neden bilmem.
Ben bu düşüncelerle sarıp sarmalanmışken, "kadını gördüm, çok güzeldi" dedi, sesinin ağlamaklı tonunu bastırmak için, bir hayli çaba harcayarak. Işığı sönmüş gözlerine baktım bir süre. Bir soruydu bu, biliyordu. Oysa o an, cevabını vermeye hazırlandığı sorudan başka bir şey dolanıyordu benim aklımda. Diyordum ki içimden; sen de bütün güzelliğini, o kadına bırakıp gelmiş olabilir misin acaba?

1 Mart 2011 Salı

Pedal

Karmakarışık rüyalar görüyorum bugünlerde. Aklımın ucuna gelmeyecek insanlar dolanıyor düşlerimde. Ama en çok seni gördüğümde şaşırıyorum ben. Seni hiç düşünmediğimden değil elbet. Çünkü sen, eklem yerimde bir kesik gibisin benim; hiç iyileşmeyecek. Ne zaman hareket etsem... neyse, bunu anlatmayacaktım ben. En çok seni gördüğümde şaşırıyorum demiştim. Daha genç, daha güler yüzlü oluyorsun çünkü rüyalarımda. Hiç sana benzemiyor demeye dilim varmıyor ama, öyle galiba.
Varlığından bile emin olmadığım bir şarkı çalmaya başlıyor, sen ortaya çıkınca. Görsen, öyle garip ki... Sanki herkes durup o şarkıyı söylüyor. Ama ben yine de, yanından geçerken, duraksasam mı, yoksa farketmemiş gibi yoldan gözümü ayırmasam mı, bilemiyorum. Belki bana da senden geçmiştir, sevgisini belli edememe beceriksizliği. Belli-belirsiz selamlaşıyoruz seninle, zoraki birkaç kelimenin eşliğinde. Sonra ben yoluma devam ediyorum, ardımdan bakıyor musun hiç bilemeden. Bazen "pişman mısın?" diye sormalıydım diyorum. "Pişman mısın yaşanmayanlara?" Vazgeçiyorum sonra. Şimdi bulunduğum yerden bakınca, gidip hikâyeyi ta en başından da değiştirsen, o boşluk dolmazmış gibi geliyor. Çünkü o boşluk benimle birlikte öyle büyüdü ki baba...
İlkokul zamanlarımda bir gün, küçük bir bahçede, bisiklete binmeyi öğrenmiştik bir arkadaşımla. Yanımızda onun babası vardı. O gün, iki tekerleğin üzerinde dengede durmayı öğrendim ben. Ama iki ayağımın üzerindeki dengemi yitirdim, onların konuşmalarına şahit olduğumda. Bunu anladığımdan beri, sürekli pedal çeviriyorum ben baba. Durduğumda yalpalıyorum çünkü. Belki de bu yüzden, rüyalarımda bile yanından hızla geçiyorum. Bana kızma.