30 Temmuz 2011 Cumartesi

Gül

Üstünde gül reçeli olan bir masanın başında konuşulan şeyler ne kadar hüzünlü olabilirdi bilmiyordum. Hele de çaylar, ince belli bardaklarla, okuduğumuz kitaplarda aynı cümlelerin altını çizdiğimiz insanların sıcaklığında getirilmişken masaya.
Ama işte, yüzümün bulutlu ikliminde gezinen o yağmur havası, deli bir rüzgârla savrulup dururken içimin kuytu köşelerinde, çaylar bile yağmur toplayan bulutlar gibi koyulaşmıştı yine; kenarında parmaklarımızın unutulduğu çiçek desenli çay tabaklarının üzerinde. Ki ben hiç sevmem soğumuş çayı, hava o günkü gibi mevsim normallerinin üzerinde seyretmiş olsa bile.
Gül reçelinin bir anda koyulttuğu hüzünlü sohbet, çay tazeleme merasimiyle bölünmesin diye, her an içecekmişim gibi bir türlü ayıramıyordum parmaklarımı bardağın üzerinden. Oysa susuyorduk çoğu zaman. Suskunluğun dilini çözmüş insanlarla soğuttuğum çaylar gibiydi belki hüznüm. Belki de bir buketle değil de, bir kase içinde hediye edilen rengârenk güller gibi. Ve kimbilir, sonbaharda soyunan bir ağaç gibi sadece yapraklarını katmış olduğu hâlde, yerken dilime batıyorsa diken, hiçbir gülün dikensiz olmayacağını öğrenerek büyüdüğümüzdendi.

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Ezgi

Bir akdeniz ezgisi gibi esiyordu rüzgâr, o sıcak yaz akşamında. Ve deniz, o ezgiye keyifle uyum sağlayan bir kadın gibi kıvrılıp duruyordu, şehrin rengârenk ışıklarının altında. Motorun üst kısmına, gözlerimi denizin lacivertinde kaybetmeye çıkmışken ben, yine bütün gerçekler seriliyordu işte, ayaklarımın altına. Kulağımdaki kulaklık engel oluyordu etrafıma dizilmiş onlarca insanın konuşmalarını duymama ama, çok sevdikleri hâlde, sözlerini bir türlü öğrenemedikleri bir şarkıya eşlik etmeye çalışıyorlarmış gibi, anlayışla bakıyordum onlara. Hayatı da tıpkı böyle yaşıyoruz galiba, diyordum içimden.
Çünkü söylüyor söylüyor söylüyorduk biz, durmadan. Aynı ritimle göğe salınan kelimelerle, bazen gerçekten inanıyorduk o şarkının bir parçası olduğumuza. İnanmak kadar önemli başka bir şey oluyordu sonra... davetsiz bir rüzgârın getirdiği çiçek kokuları gibi, gelip yerleşiyordu içimize mutluluk. Farkında mısın bilmem, bazı kelimeleri biz, ne çok seviyorduk. Hele bazı isimleri... delicesine. Ama durup dinlenmeden yakınmamızın sebebi sevmediğimiz şeyler değil sadece. Çünkü biz sevdik aslında şarkılar kadar hayatı da. Sevdik sevmesine ya, yine de söylediğimiz sözler pek denk düşmedi işte, onun tutturduğu ritmin kelimelerine. Oysa bir düşse... Biliriz çünkü biz, kelimeler, onları inançla söyleyenlere ihanet etmezler hiç; bir şarkıda ya da sessiz sedasız bir kağıdın üzerinde dolanıyor olsalar bile.

21 Temmuz 2011 Perşembe

Kurak

Kıskanç bir sevgili gibi güneşin önüne dikildiğinde, ağlayarak konuşan çocuklara benziyordu bulutlar. Ne dediği bir türlü anlaşılmıyordu. Kapı çaldığında, dantelli örtüler gibi bir yerlerde sakladığı misafir ses tonunu kuşanıp uyarıyordu rüzgâr; ağlamadan konuş. Ancak o zaman anlayabiliyorduk işte; sarıyı, beyazı, griyi bütün ihtişamıyla gördüğü hâlde, hep bir maviye hasret geçirdiği günlerine ağladığını, gökyüzünün. Ama nasıl anlatabilirdik bilmiyorduk, özlediği şeyin aslında bizzat kendi yansısı olduğunu. Susuyorduk o yüzden. Ve suskunluğumuz, bulutlara hiç ulaşamamış bir yağmur çağrısı oluyordu.

14 Temmuz 2011 Perşembe

Erken Kaybedenler/ Emrah Serbes

Bazı insanlar var... Varlar yani... öyle...

...
Unutmanın acısı, ayrılığın acısından farklı. Ayrılık hüzne yakın, unutmak kasvete. Yani birini er geç unutmaya mahkum olduğunu bilmenin kasvetinden bahsediyorum. Birini yavaş yavaş unuttuğunun bilincine vardığın anların sıkıntısından bahsediyorum. O kişinin parça parça silinip alakasız hatıraların arasına karışmasından bahsediyorum. Belki de neden bahsettiğimi bilmiyorum, sadece üzülüyorum, vasıfsız keder.
...
Erken Kaybedenler/Emrah Serbes

11 Temmuz 2011 Pazartesi

Pembe

Pamuk helvalara benziyordu gözleri. Rengi tutmasa da, insanı her yaşta kendine hayran bırakacak bir tatlılıkla ve pamukları andıran bir yumuşaklıkla süslediği bakışları, gözlerini ayırmadan bakma isteğiyle dolduruyordu insanın içini.
Annelerin pek de onay vermediği, yerine hep başka şeyler almakla kandırabileceklerini düşündükleri çocukları, bir türlü iknâ edemedikleri zamanlarda olduğu gibi, aslında o kadar da zararlı olmadığına inandırmaya çalışıyordum hâlâ; içimde bir anne edasıyla dolanıp duran, korkak ve evhamlı beni. Belki de bu yüzden, niye öyle baktığını sorduğumda, nasıl yapıldığını anlatan bir satıcı gibi, birkaç kelime eşliğinde kirpiklerini kırpıştırıp durduktan sonra, hazır hâle gelmiş bir pamuk şekeri uzatır gibi, hep bir sonbaharı çağrıştıran yüzüme çevirdiğinde gözlerini; içimdeki bulutlar da pembeye boyandılar. Renkleri nesnelerle sınırlandırılmamış çocuklara benzemiştim o an. Artık elmaları maviye boyayabilirdim, hiç açıklamasız. Kimbilir, belki ağaçlarım bile kırmızı olurdu, giymekten bıkmadığım o rugan pabuçlarım gibi.
Oysa hiç dokunmak istemezdim, gökyüzüne ve denize. Uzun zamanlardan sonra memleketine dönen insanların tedirginliğiyle, tanıdık bir şeyler kalsın isterdim, bir kelimenin bütün bir yaşamın anlamını değiştirebildiği o anlaşılmaz vakitlerden geriye. Çünkü bilirdim, aşk, insanı hep yabancı bir şehre sürüklerdi. Aslında sen, yerinden hiç kımıldamamış olsan bile...

10 Temmuz 2011 Pazar

Düşbaz / Dönme Artık

Bu da mı gol değil?


7 Temmuz 2011 Perşembe

Kızgın

Güneş, günebakan çiçekleri gibi dönmüş yüzünü mavi göğe. Sevildiğini bildiği için şımaran insanların tatlı tebessümlerini andırıyor, böyle erken saatlerde insanın gözünün içine girdiğinde. Ama o sevimliliğine rağmen, etrafı görebilmek için kıstığım gözlerim, kaşlarımın çatılmasına sebep oluyor, hiç de istemediğim hâlde. Onun gözleriyse hâlâ benim üzerimde. Böyle anlarda hep olduğu gibi, yine bir eksiklik aranıyorum kendimde. Birini, böyle gözlerini ayırmadan baktıracak kadar dikkat çekici bir gariplik olmalı diyorum içimden. Sonra düşünüyorum da, birilerinin söylediği gibi, kızınca gerçekten güzelleşiyorumdur belki. Artık kızgınlık insanı nasıl güzelleştirebilirse.
Elim kolum birbirine dolanıyor. Aslında normal olan bütün devinimlerim, yapay bir hâle bürünüyor, hareketlerim böyle dikkatle incelendiğinde. Dönüp bakamıyorum ona. Güneşse hâlâ gözümün içinde. Kimbilir, belki de çok uzun zaman önce, şımarma hakkımı tümüyle ona devrettim ben. Hep gözümü kısışlarım, yerli-yersiz kaş çatışlarım, belki de hep bu sebeple.

1 Temmuz 2011 Cuma

Nâzım Hikmet Ran

Biz ince bel, elâ göz, sütun bacak için sevmedik güzelim,
Gümbür gümbür bir yürek diledik kavgamızda.
Ateşin yanında barut, barutun yanında ateş olasın diye!
Rakı sofralarında söylenip, acı tütün çiğnercesine sevdik
ANLAYAMADILAR...

Nâzım Hikmet Ran