Mutfak masasında oturuyoruz. Sırasıyla önce çay, sonra türk kahvesi, ardından da nescafe içiyoruz. Ben yine en çok parantez içi konuşuyorum. Parantez içine denk gelmeyen gülümsemelerim ve çoğu kısa ama samimi cümlelerim de var tabii.
Ellerimse öylesine kendinden emin bir edayla kurulmuş ki masaya, ara sıra, sanırım en çok da anlattıklarından gözleri dolarken, ne yapması gerektiğini kaş-göz işaretiyle anlatan anneler gibi bakmaktan alamıyorum kendimi. Onlar da koşa koşa gidip birbirine kenetlenmiş ellerine dokunuyor ve kısalığından bir türlü emin olamadığım cümleler kuruyorlar. Sanırım bazı cümlelerin hüneri, kolay anlaşılabilir olmasında. Önce ellerime sonra bana bakıp, yaşlara dönüşecek o pırıltıları bile bile, gözlerini usulca kapayarak incelikle teşekkür ederken o, bunu düşünüyorum ben.
Saçlarımı toplayıp sol omzuma alırken güneş vuruyor açık pencereden, az evvel gerçekleşmesi dileğiyle yıkanmış falların fincanlarına. İkimiz de bunu aynı anda farkedip, neden bilmem, gülümsüyoruz. Masanın üzerinde onlarca parantez var o anda. Kalkıp önce pencereyi, sonra parantezleri kapatarak, omzuna dokunup "kalk" diyorum, "bizi bekleyen bir hayat var dışarıda".
His
13 saat önce