2 Ağustos 2025 Cumartesi

Yolcu

Günün deli sıcağı daha yeni çekilmişken bir hüzün kapladı içimi. Dışarıdan bir şeyler satan arabanın anonsu duyuluyordu. Gözümdeki yaşlara rağmen gülümsedim. Herkesin en azından güneşin yakıcılığından kurtulduğu için sevindiği bir vakitte, bu kadar hüzünlenmek abartılıydı belki. Ve ağlarken güldüğümüz anlar, o saçmalığından dolayı daha da keyifli oluyordu. Ne söylediği hiçbir şekilde anlaşılmıyordu. Sanki onlar da bilerek, söyledikleri anlaşılmasın ve insanlar merak etsin diye böyle konuşuyorlardı. Burada bir şeyler var; ama ne, nasıllar ve ne kadarlar?

Sıcakların henüz bastırmadığı; rüzgârın, hatta yağmurun insanların söylenmesine sebep olduğu başka bir günü anımsadım bunları düşünürken. Her şeyin yolunda gittiğine sevinirken, birdenbire tepetaklak olduğunu gördüğün günlerden biri. Bir anda derin bir sorgulamanın, kaygının, korkunun içine düşmüştüm. Yapacağım ya da yapmayacağım şey, birbirine zıt iki seçenek olarak dönüp duruyordu aklımda. Bir an birini savunuyor, sonra diğerine geçiyordum. İki düşünceyi savunan da, yargılayan da bendim. Olacaklardan korkan da, her şeyi yapmaya cesaret edebilecek olan da bendim. Orada bir şey olduğunu biliyordum sadece, ama ne? Bana neye mâl olacak ve nasıl olacaktı? Daha da önemlisi, tam olarak ihtiyacım olan şey miydi? Sonra durup dinlemeye ve anlamaya çalışmıştım kendimi, ama cevabın doğruluğundan hiç emin olamamıştım. Tıpkı o arabanın anonsundan hiçbir şeyi anlamayışım gibi. 

Önemsendiğimizden emin olamadığımız, sevildiğimizden emin olamadığımız, güvende olduğumuzdan ya da güven duyabileceğimizden emin olamadığımız tüm o ikili ilişkilerimiz gibi. Ailemizle, dostlarımızla, arkadaşlarımızla, sevgililerimizle. Birilerinin söylediği anlaşılmaz cümleler, o cümlelerin yarattığı muğlak hisler ve tüm hepsinden ustaca geçip bir sonuca ulaşabilmeye dair iç sıkıntılarımız belki, bizi bir yolcu yapmıştı. Hiçbir şeyin kalıcı olmayabileceğini kabullenen, içi daraldığında durup gökyüzüne bakmayı seven, ve yoluna devam eden bir yolcu. Ve tüm yolcular gibi bavulu hep hazır. 

19 Mayıs 2025 Pazartesi

Işık

Başımı otobüsün camına yaslayıp gidiyorum. Bulutlar şekil değiştirdi, yollar şekil değiştirdi; hatta belki çiçekler bile şekil değiştirdi. Oysa ben öyle kaskatı, çokça umutsuz, bir o kadar da bıkkın bitirdim o yolu. 
İnsan kalabalığının çok yoğun olduğu bir yerde, ters yönden gidiyormuşsun hissi veren yol boyunca düşündüm. Bana bu hissi veren ne? Neden herkes hep doğru yoldan gidiyor da, ben yanlış yerdeyim hissiyle yaşıyorum? Dükkanlara bakıyorum, insanlara bakıyorum, onların etraflarında dolanan, o bitmek bilmez koşturmacaya bakıyorum. O anda fark ediyorum onu. 
Başına taktığı o çok saçma ışıklı taçla, yüzünde tüm bıkmışlığı ama mecburiyetlerinin farkında birinin tavrıyla duruyor köşede. Sokak lambalarının ışığı altında parlayan kafasındaki taçtan bile parlak gözleriyle. Her şeye rağmen. Yaz akşamında bir lunapark gibi. Caddeden geçen tüm insanlar gözlerinde sanki ve çoğunun gülen yüzleri. İnsanın gözleri, başkalarının mutluluğuyla ışıldayabilir mi? Onlara kızgın olması için onca sebep varken, ve yanından geçen herkes, o yokmuşçasına yoluna devam ederken; insan nasıl böyle durabilir ki?
Ama duruyor işte. Bedeni küçücük ama kocaman bir dağ gibi. Sanki hep oradaymış ve aynı zamanda hiç orada var olmamış gibi. Şimdi ışıklar sönse tüm caddede bir anda. Herkes o koşturmanın bir anlık da olsa farkına varsa. Tüm o koca caddede bir tek onun gözleri ve başındaki ışıklı taç kalsa meselâ... her şey yine aynı şekilde devam edebilir mi?

13 Mayıs 2025 Salı

Saksı

Güneş gözümün içine giriyor. Öyle parlak, öyle aydınlık ki o ân, geceden farkı yok benim için. İnsanı kör ediyor sanki. Korkutucu değil mi bir yandan? Kendime sorduğum soruların cevapları hep hazırda aslında. Sadece bazen, bunu kendime bile söylemeye hazır hissetmiyorum kendimi. Öylece gökyüzüne bakmak istiyorum.

Kumruları kovup durmuştum yaşananlardan sonra, ama onlar kendilerine yine saçma sapan bir yer bulmuşlar pencereden uzak başka bir saksıda. Anlasınlar istiyorum, öyle olmasın istiyorum. Üstelik kızgınım da. Ama yine olmuyor. İnsanın canını acıtan yerleri niye terk edemediğini, orada yeniden bir şeyleri inşa etme isteğini ben de çok iyi biliyorum aslında. Hiçbir şey boşuna değil ve bu da belki bu yüzden bu kadar ısrarla oluyor. “Bu kez böyle olmayacak, bu kez aynı hataları yapmayacağım” diye kendini iknâ edişleri; “bu kez şöyle yapacağım, böyle olacağım” deyişleri ben de biliyorum. Suçun hep kendinde olduğuna inanmayı, daha iyisini yapsaydı aslında öyle olmayacağının delillerini toplamayı çok iyi biliyorum. Hep kendini ispat çabası içinde bir yolculuğu olmuş insanlar, olmamışlıkları temize çekmek için fırsat ararlar sürekli. Aramaktan ziyade zorlarlar. Tıpkı bu kumrular gibi. 

Oysa bazen vazgeçmek gerekir. En çok istediklerinden, en çok değer verdiklerinden, hatta; “olmazsa benim ne anlamım kalır” dediklerinden bile. Seni tanımladığı öğretilen tüm o şeylerden kurtulmak gerekir. Yeniden, başka dal parçalarıyla yeni bir yuva kurmak gerekir. Kurup yine olmadığını görmek belki hatta. Sonra yeniden, ve yine yeniden. Ta ki doğru yeri bulana kadar. Zaten bir kumrunun saksıda ne işi var?

8 Nisan 2025 Salı

Baharlar ve Kışlar

Sokağa dönerken, ağacın dalındaki çiçekler, gecenin parlak yıldızları gibi baktırıyorlar kendilerine. Günün ortasında, bembeyaz. Üstelik kupkuru dalların üzerinde. “Olur şey değil” diyesim geliyor. Neden olmasın ki oysa? Bahar birdenbire gelmiyor mu zaten? Sen kafanın içindeki binlerce düşünceyle mücadele ederken, geçen zamanı fark edebiliyor musun ki? 

Doğada olan her şey, ne güzel bir akışın içinde ilerliyor. Senin gibi kendini durdurmuyor onlar. -malı’lar, -meli’ler, “ama”lar, “yoksa”lar… doğada yok ki. Olman gerekeni sana her daim gösteren bir düzeni var onun. İnsanın verdiği hasarlara rağmen, elinde kalanlarla, insana kendini hatırlatmaya çalışan bir döngüsü var. Kışın yapraksız, yapayalnız kalmış ağaçların, baharla yeniden varlığına kavuşması, aslında ne güzel bir; “sen de yapabilirsin” deyiş değil mi? Bak böyle başlıyor, ve böyle bitiyor. Ya da bir şey bitmişse, en umulmaz yerden bak tekrar başlıyor. Başlıyor ve bitiyor işte ya, eninde sonunda. Üstelik en bitmesini istemediğin şeyler bile. 

Doğum ve ölüm. Bu dünyada en çok kutsadığımız olgulardan ikisi. Oysa her ikisi de ne kadar olağan. Bir şeyleri kutsamaktan azledip kendimizi, sadece oluşuna şahitlik edip, katkımız olması gereken şeylere odaklansak… her şey ne kadar kolay olurdu kim bilir. Her canlı doğar ve ölür. Her şey başlar ve biter. Ama varlığını kaybetmeyen şeyler, öğretisini tamamlamadığı için hep devam eder. Doğan ve ölen insanlarda, başlayan ve biten olaylarda. Dünyanın bütün bahar ve kışlarında.

17 Mart 2025 Pazartesi

Yuva

Hava birdenbire gelen iyi bir haber gibi güzelleşmişti bir anda. Güneş umutları tazelerken, serçeleri de getirmişti nar ağacının dallarına. Her şey bir müjde gibi yayılıyordu ve her şey mümkün, her şey olasılıkların en iyisi gibi hissettiriyordu. Tabii camı açıp yuvaya bakana kadar. 
Kırmızı pazartesi” dedim içimden. Saksıda bir çiçek gibi büyümeye çalışan yavrular yoktu. Birkaç parça çalı çırpı, toprağın üzerinde öylece duruyordu. Kumrularsa karşı evin çatısından bana bakıyordu. Ne yaparsan yap bazı şeyleri değiştiremiyorsun işte. Olacak olan oluyor. Sadece sonuçları görerek ilerliyorsun. Tamam artık diyorum, bir daha aynı şey olmayacak. Sonunu bile bile yapmaktan geri durmadığım şeyler geliyor aklıma. Bir hatırlatma gibi tekrarlıyorum; “bir daha aynı şey olmayacak.”
Saksıların üzerine tekrar gelmesinler diye bir şeyler koyuyorum. Bu da yaşadıklarımdan öyle tanıdık geliyor ki, şaşırıyorum. Akşamüstü kumru, gözümün içine baka baka, başka bir saksının üstüne kapattığım kapağı ittirip düşürüyor. Sakince bir yer yapmaya çalışıyor yine kendine. Hiçbir şey olmamış, her şey normal seyrindeymiş gibi. Öylece bakakalıyorum. İçimden bir ses şöyle diyor: “bu hissi hatırladın mı?” İlk defa bu kadar filtresiz, bu kadar bilincinde olarak bakıyorum olanlara. Bu kadar basitti aslında. Ve bu kadar açık. Ama bir daha aynı şey olmayacak. Kovuyorum o hissin hatıralarıyla birlikte, kumruyu da.

12 Mart 2025 Çarşamba

His

Serçelerin uzun zamandır uğramadığı, nar ağacına sarılan kurumuş sarmaşık kadar unutulmuş bütün pencereler. Sıkı sıkıya kapalı, sessiz. Dışarıda kaçırılacak herhangi bir şey yokmuşçasına endişesiz. Açıyorum. 
Yavrularının üzerinde yatan kumru, yan gözlerle bakıyor bana. Buraya yuva yapacak kadar güveniyor ve aynı zamanda gözünü benden ayırmayacak kadar da güvenmiyor. Kurduğumuz birçok ilişkinin özeti gibi sanki. Hayatla kurduğumuz ilişki de dahil buna. Güvenmelerin, hiç güvenmemelerin; emin olmaların ve hiç emin olamamaların ortasına kurulmuş bir hayat. Onun şu anki duruşu gibi tedirgin. 
Saatler geçiyor, çayın yerini kahve alıyor. Kahvenin dumanına sigaranın dumanı karışıyor.  Kafamın içinde bitmek bilmeyen düşünceler. Her olaydan parça parça, bir fotoğraf albümü gibi. Hepsinde bir sürü şey söylemek istemiştim aslında ama bir müddet durup göğe bakmıştım sonra. Gökyüzü bazısında bulutluydu, bazısında masmavi; bazısında koyu karanlıktı, bazısında sabahın ilk saatleri. İnsanın ne zaman üzüleceği belli olmuyor. 
Derken pencerede bir siyahlık göründü. Sokağın tek gözlü siyah kedisi. Daha yavruyken annesi terk etmişti onu. Küçücüktü. Yan bahçeye düşüp, annesinden sonra tek gözünü de kaybetmişti. Belli  ki amacı sinsi sinsi kumru yuvasına gitmek. Cama çıkıp bağırıyorum. Korkup bahçeye iniyor. Sonra yuvaya dönüyorum yüzümü. Yavruları bırakmış, az ötede, kedinin gelemeyeceği bir yere uçmuş iki kumru. Oradan bakıyorlar yuvaya. Yavrular yuvada yalnızlar, tek başlarına. Küçücük. Hangi tarafa daha çok kızdığımı bilemiyorum. Bu hissi çok iyi biliyorum ama. Göğe bakıyorum.