28 Şubat 2008 Perşembe

Sınırsız açıklık

Bugünlerde, yarım bıraktığım bir kitaba başladım yeniden. Karakterlerden birinin anlattıklarında, kendimle benzerlikler buldum. Ve bu özdeşleşme, kitabın akıp gitme nedeni oldu.
6-7 kişiden oluşan bir terapi grubu içinde bir kadın. Dikkat ya da ilgi çekici olmadığını, hatta grupta bulunan diğer bir kadının güzelliği ve popülerliği yanında ezildiğini hissettiğini anlatıyor bir gün. Sonra grupta bulunan diğer kişiler, kadının çok eskilere dayanan ruh halinin yansıması ışığında, saklanmadan bir sorunu konuşmaya başlıyorlar. Kadının hissettikleri için, ulaştıkları çok önemli bir açmaz var. “Önemsenmediğini, geri planda kaldığını düşündüğü halde, bütün bakışlar ona yöneldiğinde, bu durumdan bir an önce kurtulmak istiyor olması.” İşte tam kendimle özdeşleştirdiğim nokta. Okul zamanlarım boyunca, derse geç girmekten, yani herkesten sonra sınıfa girmekten hoşlanmadığımı hatırlıyorum. Ve bu, kitapta adı geçmese de özgüven eksikliğinden kaynaklanan bir durum.
İlerleyen zamanlarda grup üyeleri, uzun zamandır terapiye devam ediyor olmalarına rağmen, hep kendilerine sakladıkları sırlarını açıklama cesareti gösteriyorlar. Hepimizin sadece kendimize sakladığımız şeyler yok mudur? Belki nasıl ifade edileceğini bilmediğimizden, belki de yaşadığımız şeyi ya da onu anlatmayı kendimize yedirememekten, içimizde en kuytu raflara kaldırdığımız şeyler bahsettiğim. Siz bunları okurken içinizde kıpırdanan; etrafınızda koşulsuz, sınırsız bir açıklıkla herşeyi paylaşabileceğiniz insanlar olmasına rağmen sakladığınız şeyler.
Üniversite sınavı defterinin benim için kapandığı zamanlarda bir gün, bir tanıdığımızla “ne okumak isterdin?” sorusu üzerine konuşuyorduk. “Psikoloji okumak isterdim.” demiştim. O zamanlar aklıma ve içime sinen tek şey, psikoloji okumaktı, ki hala ilgim var. “Bizim ülkede insanlar, dertlerini paylaşacak dost bulmakta zorlanmazlar. Yani yaşadığın ülke için, psikoloji pek öngörülü bir seçim olmazdı.” demişti o da. Çeşitli nedenlerle hiçbirşeyi istediğin gibi ifade edemediğin noktada, üstünkörü bir anlatıma, en duyarlı arkadaşlar bile yeterli yönlendirici cevapları bulamayacağı için; belki tahmin edebileceğimden de öngörülü bir seçim olurdu psikoloji. Ama olmadı…Şimdi ben de onun bahsettiği o arkadaşlardan biriyim belki.
Galiba kendime de yapabildiğim en iyi arkadaşlık, bu konuda. Hissettiklerimi adlandırmak ve yönlendirmek konusunda, gözle görülür bir yardımdan söz edebilirim. Zaten herşey, önce kendine açık olmakla, kendini kandırmayı bırakmakla başlamaz mıydı?

Şubat/2008

26 Şubat 2008 Salı

Bana aşkı anlatabilir misiniz?

Bugünlerde gerçek hayattan bir hikayenin, birinci ağızdan yazılmış günlüğünü okuyorum. Evli bir adam, onu çok seven başka bir kadın ve o kadının ilişkileri boyunca yaşadığı ruh hali. Zaten benim kitabı alma nedenim de bu idi. Bunun nasıl bir ruh hali olduğunu merak etmiştim. Çünkü hiç anlayabilmiş değilim, nasıl oluyor da bu kadınlar kendilerini bu kadar hiçe saydırabiliyorlar.
Kaçamak zamanlarda yanınıza sığınan birinin, hem de bitiremediği başka bir ilişkiden koşar adım geliyorsa size; söylediği hangi güzel söze, nasıl inanabilirsiniz ki? “Senin yanında öyle huzurluyum ki, oysa onun yanında nefes bile alamıyorum.” Gerçekten mi? Peki bunun doğruluğuna nasıl inanabiliriz?
Ben yaşayacağım şeyi, önce aklımın süzgecinden geçirip, sonra makul bir yolda ilerletmekten yanayım. Önce kararımı verip, canım yansa da onu uygulayanlardanım. Biliyorum duygulardan bahsediyoruz. Akıl, makul yol ne arar diyebilirsiniz. Ben de diyorum ki size, hissettiğimiz herşeyi yönlendirebiliriz aslında. Sadece istemek ve zaman vermek gerek kendimize. Ya da vazgeçemeyecek, yönlendiremeyecek kadar büyük bir duygu ile başım dönmedi henüz benim, o yüzden böyle düşünüyorum ben. Bilmiyorum ki…
Kitapta aşk diye bahsedilen şey, kocaman bir akılsızlık örneği gibiydi. Gerçi tam da bu yüzden, yaşadıklarıyla yüzleşmek için yazmış sahibi de. Aşk dediği, karşısına süslenip çıkmalarının üstüne, süslü cümleler kurup anlattığı adama tanıdığı imtiyazlardı. Yaşayamadığı, eksik kalmış, yaşamayı düşlediği, içinde büyüttüğü şeylerdi. Belki de tam da bu idi aşk, kimbilir. Ama diyorum ya, okurken bu nasıl bir akılsızlık diye düşündüm ben. Ve böyle birşeye inanmadığımı.
Giderek daha mı duygusuz oluyorum dersiniz? Ama neden? Bir aşk tanımına sahip olmamak ya da ona inanmamak, neden bir duygusuzluk sebebi olsun ki? Olsa olsa bir yokluğun öğrettiği objektif olma yeteneğidir.
Aklım almadı okuduklarımı, yüreğim ise hazmedemedi, kendini bile bile ateşe atan bir kadını. Anlamıyorum yaptığınız tanımlamaları, bir sebep göremiyorum yaşadıklarınızı gerekli kılacak. Tek sebebiniz aşk ise, ben bilmiyorum. Soruyorum size, “bana aşkı anlatabilir misiniz?” diye…

Şubat/2008

25 Şubat 2008 Pazartesi

Beklenen bahar

Cemre düştü havaya. Mevsimler nasıl da hızla akıp gidiyor aklım almasa da, baharın gelişine sevinenlerdenim bende. Özlediğim akşam üzerlerine kavuşmama az kaldı çünkü.
Sonbaharın gelişinde, umutlardan, iyi dileklerden bir şala ihtiyacım olacağını yazmıştım; bir şeylerden haberdarmışım gibi. Çetin bir kış oldu. Umutlarım miras kaldı yine, bahara, yaza.
Yeni yerler görme düşleri, yeni plânlar, istekler var fikrimde. Bahar geliyor, yeşeriyor düşlerim benim de. Kuşlar cıvıldaşıyor yine sabahları, gökyüzü yine mavi. Ne çok özlemişim bahara ait her şeyi.
Güzel bir mevsim, barındırdığı bütün güzellikleriyle geliyor. Mutluluğun baharı geliyor. Yazılmamış beyaz kağıtlar gibi... İlkokul arkadaşının hatıra defterine yazarken, kalbi kadar temiz o sayfayı ayırdığı için, teşekkür eder gibi... Küçük bir çocuğun yanaklarından, içtenlikle öper gibi.
Isınarak, ısıtarak geliyor bahar. Yine bildiğimiz, tanıdığımız şekliyle. İyi ki geliyor, iyi ki...

Şubat/2008

14 Şubat 2008 Perşembe

Acının rengi...

Dün akşam, uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımı gördüm. İşten biraz geç çıkmış, dalgın dalgın otobüs beklerken, o da gelmişti benden beter bir dalgınlıkla. İşlerden, yoğunluktan, yorgunluktan konuştuk bir süre. Sonra tahmin ettiğim ama sormaya çekindiğim soruyu sordum fısıldayarak. “Baban rahatsızmış sanırım?” Sormamla birlikte, tahmin ettiğimden de büyük bir acının içinde olduğunu anladım.
Sorumsuz ve dikkatsiz bir sürücünün sebep olduğu bir trafik kazasında, ölümden kıl payı kurtulmuş babası. Ve eylül ayından beri yoğun bakımdaymış. “Çok kötü zamanlar geçirdim tülay” dedi. “Ben bu kadar yakın ve derin bir acı yaşamamıştım. Aslında sevdiklerimizin sağlıklı olup, hayatta olmasından başka birşey istemiyormuş insan. Bu öyle bir acı ki, anlatamam.” O bunları söylerken, bir hastalığın, hele de karşısında elin kolun bağlı, çaresiz kaldığın bir durumun acısı yanında, yakındığım onca şey için öyle utandım ki içten içe.
5-6 sene evvel, en yakın arkadaşımın annesi ameliyat olmuş; tam da üstüne gelen diğer başka problemlerle de boğulmuştu sıkıntıdan. Yanına giderdim, dertleşirdik. Anlattıkları içimde öyle yer ederdi ki, uyuyamazdım geceleri. Bazen kendimi rahatlatmaya çalışır, kendi durumumda öyle problemler olmadığı için mutlu olmaya çabalardım. Ama olmazdı. Olanları, onun sıkıntı çektiğini bilirken, yapamazdım birtürlü. Öyleyim hala. Dünden beri arkadaşımın yerine kendimi koyuyor ve derin derin iç çekip, dua ediyorum.
Yolculuğumuz bitince iyi dileklerimi ve dualarımı söyleyip, indim otobüsten. Eve yürürken babamla karşılaştım. Yine iki yabancı gibi konuşurken üstünkörü, nasıl davranacağımı bilemediğim o uzaklık yüzünden her zamanki gibi ayrılmışken birbirimizden; “Allahım” dedim içimden. “Biliyorum, şu an onunla karşılaşmam tesadüf değil. Hastalığında ne kadar acı çekiyor insanlar, sen şanslısın diyorsun bana elbet. Ama zor, düşlediklerimi gerçekleştirmek çok zor.”
Hayatımda, suçlu ya da suçsuz, tarafı bulunduğum her olayla yüzleştim. Ertelemiyorum hiçbir yüzleşmeyi. Birtek bu konu, hep ertelediğim. İçimde tetikte bekleyen bir tek bu. Çözemediğim, kaldıkça derinleşen, derinleştikçe daha çok acıtan. Yorgunum çözmeye çalışmaktan. Ve böyle sürüp gidecekse eğer, daha da çok yorulacağım anlaşılan…

Şubat/2008

13 Şubat 2008 Çarşamba

Şarkılarla geçtim aranızdan

Bir masanın etrafında otururken, yine seni beklemek için; bir zamanlar sığamadığımız masaları, beklemekle bitmeyen gelecekler listesini, yaşananları, yaşattıklarını hatırladım. Onca insanı koşulsuz bir araya getirişine hayranlık duymamak, olası mı acaba?
Sen kendini anlatmaya başlayınca, kapı açılsa, sende gelsen otursan şu masaya dedim içimden. Keşke olabilseydi. Neredeyse 3 yıl olacak sen buralardan gideli. Ama bu gidiş, tam anlamıyla yerleşmedi hala içimize. Başka bir ülkedeymişsin, birgün çıkıp gelecekmişsin hissi hiç kaybolmadı yüreğimizden. Evet özlüyoruz seni ama bu özlem başka türlü. Ve uğraşsamda yetmiyor anlatmaya, bildiğim kelimeler bir türlü.
Senin adını barındıran güzel şeyler yapmak isterdik. Sana benzesin, senin gibi birleştirici olabilsin diye. O masaya bakınca gördüm ki, bölünen istekler, yapılacakların kendi içinde olgunlaşmasını engelliyordu. Aksi doğru olsa, çok daha kalabalık olabilirdik orada.
Bir kere daha doğruluğuna inandım ki; eğer duygularla ilgili birşey ise konu olan, kendiliğinden olmuyorsa bir kıymeti de olmuyor. Kıymet verilmeyecekse de çaba sarfetmenin gereği. Çaba gösterdik ve sağlam karşılıklarda buldu belki.
Zaten sen dünyaya bile teşekkür edebilmişken, bizim bu kadarcık şeye teşekkür etmememiz bencillik olurdu.
Sesini duymak; kendini, inandıklarını, yapmak istediklerini anlatışını dinlemek; hiç bilinmeyen resimlerini görmek, aklımızdan bile geçmeyecek şarkılar söylediğini bilmek güzeldi. Dinledikçe çoğaldı içimizdekiler, senin gidişin hepimiz için çok erkendi.
Sen, kendini anlatırken hiç keşke demedin. Oysa bizim ne çok keşkemiz var, sürekli biriken. Evet şarkılarla geçtin aramızdan. Ama keşke geçip, gitmeseydin…

Şubat/2008

6 Şubat 2008 Çarşamba

Unutarak Kurtuluyorum...

Ne zaman canım sıkkın olsa, vuruyorum kendimi yollara. Sevdiğim müzikler kulağımda, saatlerce yürüsem doymam belkide kaçmaya. Aslında kaçmaktan çok, arınmak gibi bu yürüyüşler.
Bazı sabahlar, cam kenarında boş boş baktığım yollardan, gözümü alıpta inmek istemem otobüsten. Trafik tıkalı olmasa ve ben kafamı cama yaslayıp müziklerimi dinlerken, arada gözlerimi kaldırıp gökyüzüne bakarak, gitsem saatlerce. Gittikçe kendimden uzaklaştığımı sanıp, durduğumda her zamankinden daha yakın olsam aklımdaki herşeye.
Tüm bunlar, salata yaparken aklımda dolaşan onlarca şeyden sadece biri. Teker teker taze nane yapraklarını koparırken, yaptığım şeye bir mana yüklemeye karar verdim. Şu sıralar hayatım pek bir manasız görünüyor gözüme zira.
Eve benden sonra gelen aile fertlerinin, hazır sofraya sevineceklerini düşündüm. Geçen gün ziyaretine gittiğimiz arkadaşım geldi aklıma. Biz sohbet ederken, o minicik elleriyle mutfaktan aldığı tabakları, dilinin yarısı dışarıda büyük bir gayretle masaya getirmişti kızı. Nasıl hevesliydi sofrayı hazırlamak için. “Küçükten belli ne hamarat olacağı” dediğimizde; “o daha belli olmaz” demişti arkadaşım. Şimdi düşünüyorumda, zorunlu olmadığımız, belki de en çok, zorla izin koparıp yaptığımız zamanlarda tatlıydı herşey. O iş zorunluluk haline gelince, bir o kadar kaçınılası bir sevimsizliğe bürünüyordu. Ömrümüzün biryerlerinde, mutlak hepsinden tadıyorduk birer birer.
Tıpkı sevgiler gibi. Biri sizi seviyorken onu sevmek, lütfetmekti. Ama o sizi sevmiyorken sevmek, acı çekmekti. Ve istisnasız hepimiz geçiyorduk o yollardan. Geçiyorduk ve herşey ardımızda kalıyordu. An gelecek, şu an hiç geçmeyeceğini sandığım şeyler bile öyle olacaktı.
“Şimdi bunu niye yaşadım?” diye soruyorum kendime günlerdir. Sonunda varabildiğim tek cevap, “belki de yüzleşmem gerekti” oldu. Bir zamanlar ben de birilerinin yüreğinde kesikler bırakmıştım ve şimdi onlarla yüzleşiyordum. Alacak-verecek kalmamış olması ise tek umudum.
Açık radyodan bir şarkı süzüldü sonra kulağıma. Şöyle diyordu: “Beni üzen her detaydan, unutarak kurtuluyorum.”
Ve kurtuluş sadece kendimde, çok iyi biliyorum…

Şubat/2008