30 Eylül 2008 Salı

Bayram

Bir bayram daha gelip geçiyor sensiz. Ne zaman içimi acıtmayacak kadar yakın ya da uzak olacaksın bana? Ne zaman içim acımayacak seni düşününce? Her birimizin yüreği, en az diğerininki kadar uzak mı bayramlara?

Aslında susmak istiyorum. Kimse sormasın, ben de söylemeyeyim seninle ilgili duygularımı. Ama olmuyor işte. Her seferinde yeniden tazelenen acıyı, bir suçlu gibi içimin kuytu köşelerinde yaşıyorum. Suçlu muyum? Bilmiyorum… Ortada bir suç var mı? Onu da bilmiyorum.

Seni hatırlatan tüm karelerde, sana mı ağlıyorum, kendime mi; bilmiyorum. Beni ağlatan özlemin mi, yaşanmayanların içimdeki eksikliği mi, onu da bilmiyorum. Bunca bilinmezliğin içerisinde, sadece adı bayram olsa da günlerin, yine de kutluyorum. Hiç saçımı okşamayan ellerinden öpüyorum. Bayramın kutlu olsun.

Eylül/2008

Babam'a...

25 Eylül 2008 Perşembe

Günce

Dün akşam eve gittiğimde, kendinden büyük yiyecekleri taşımaya çalışan karıncalar gibi, hazırladığım koliyi alıp kargoya götürmeye çalıştım. Hazırlarken gözüme o kadar büyük görünmemişti. Evden çıkıp elli metre gidebildim ancak. Kolum ağrımaya başlamıştı. Ama inat ettim ya, sürükleyerek de olsa götürecektim. Neyse ki ben kendimle inatlaşırken komşumuzla karşılaştım. Oğlunu yolladı yardıma. Birer yanından tutup taşıdık kargoya kadar. O halde bile hala ağrıyor kolum. Ya tek başıma götürmeye çabalamış olsaydım…

Geçen sefer kargo yollarken, şubede tanıdık bir yüzle karşılaşmıştım. “Seni nereden tanıyorum?” dememe kalmadı, lise arkadaşım olduğunu keşfettim. Sağolsun geçen gönderimde bana çok yardımı dokunmuştu. Dün zar zor koliyi içeri bırakırken gördü beni. “Arasaydın evden aldırırdık. Kendine niye eziyet ediyorsun?” dedi. Hakikaten hiç aklıma gelmemişti evden aldırmak. Neyse bu da bir ders olmuş oldu bana. Cuma teslim edileceğini söyledi. Bayram öncesi teslim ediliyor olmasına sevindim. Çiya da mektup yollamış bana. Merakla onu bekliyorum şimdi.

Öte yandan geçen akşam aldığım iki kitabın heyecanı var içimde. Başlamak için sabırsızlanıyorum. Ne zaman kitap alsam böyle bir heyecan kaplıyor içimi. Çocukken yeni kıyafetlerin sevinci olurdu ya, sanırım şimdi onun yerinde yeni alınan kitapların sevinci var. Masada birikmiş evrakları bir kenara itip okumaya başlamak istiyorum. İstiklal’de bir kitapçının camekanında, ayaklarını uzatmış kitap okuyan bir hanım vardı bir süre önce. Onun gibi olmak istiyorum. Ama heyhat, evraklarla muhabbetime başlamak zorundayım. Kendime güzel bir müzik listesi yapıp başlasam iyi olacak. Ne de olsa “Erken kalkan yol alır.”

Eylül/2008

24 Eylül 2008 Çarşamba

Yol arkadaşım

Dün akşam yemek yerken dizilerden konuşuyorduk. Kim neyi izliyor, neyi beğeniyor? Düzenli bir şekilde izleyebildiğim dizi pek yok aslında. Annemle izlediğimiz “Yaprak Dökümü” dışında. Ama anlatımını sevdiğim, söyleyecek sözleri olduğuna inandığım, içten olduğunu düşündüğüm bir dizi var. “Yol Arkadaşım”

Sonuna kadar izleyemiyor olsam da, izlediğim zaman zarfında beğenim karşılığını buluyor. Hele de o küçük kızı gördükçe. Allah nazardan saklasın onu. Her gördüğümde, “benim de böyle bir kızım olsun” diye geçiriyorum içimden. Bu dünyada kadın olarak yaşamanın zorluklarını bilirken hem de.

Konu belki çok sıradan, çok olağan. Aldatılmış bir kadın. Sıradan olmayan, o kadının durumu kabullenmeyerek, kendini yok saydırmadan, ezdirmeden evliliği bitirmeyi denemesi. “Çocuğum için” deyip sineye çekmemesi. Çocuğa durumu anlatmanın; aldatan kocanın “ben ayrılmak istemiyorum, annen ayrılmak istiyor” tavrına karşılık, sakin, mantıklı davranışlar sergilemenin zorluğunu gögüslemesi. Müstakbel dul bir kadının, kimsenin sözüne maruz kalmadan hayatını idame ettirmeye çalışması.

Öyledir ya hep. Erkek, çocuklu ya da çocuksuz, yeni başlangıçları çok kolay yapar. Sakınmaz, çekinmez. Oysa kadın potansiyel bir suçludur. İrdelenir, incelenir. Her hareketine olmadık anlamlar yüklenir. Erkeğin kılını kıpırdatmadan sahip olduğu yaşam haklarına kavuşmak için, çalışır didinir. Hiçbirşey kolay olmaz. Hatta gittikçe daha da artan engellerle baş edilmeye gayret edilir. Kadın olmak bir cezaymış gibi, o cezanın günahı çektirilir. Neresinden tutsak elimizde kalıyor, kadın olarak varolmayı. Ve birileri kulağından çekiştiriyor sadece, hayatını yaşamak isteyen kadınları.

Eylül/2008

Cizre'ye mektup var!

Bir yaz geçti. Şırnak’taki kardeşim Çiya ile iletişim kuramadığım bir yaz. Mevsimlik fındık işçiliği için başka bir şehre gitmişlerdi. Geçen perşembe günü aradığında iki gün önce yeni geldiğini söyledi. Okullar başlayalı iki hafta olacaktı neredeyse. Onunla konuştuktan sonra, göndermeyi düşündüğüm paketin artık yola çıkma vaktinin geldiğine karar verdim.

Dün akşam Taksim’e gittim. Aysun topladığı eşyaları getirdi sağolsun. Onlar bir koli halinde gidecek. Gülüş de evinde başka bir koli hazırlamakta. Aysun’un getirdiği eşyalara, kendi hazırladıklarımı ve aldığım kırtasiye malzemelerini de ekleyeceğim. Kırtasiye malzemeleri ile ilgilenirken, çocuk okutan ailelerin ne kadar zorluklarla başa çıkarak, nasıl da imkansızı başardıklarını bir kez daha anladığımı belirtmeden geçemeyeceğim. Fiyat sorduğum birkaç yere oranla, daha uygun fiyatlı bir yerden alışveriş yapmama rağmen, fiyatlar el yakıyordu. Bu ülkede insanlar bir mucizeyi gerçekleştiriyorlar. Ama kendi mucizelerinin kendileri bile farkında değiller. Ne acı…

Aysunum’un bir sırt çantasına, bir de poşete doldurduğu eşyalarla, bir aşağı bir yukarı dolaşıp durduk bütün akşam. Yükü sırtında kaplumbağalar gibi. Meydana doğru yola çıkmışken, gittikçe hızlanan yağmurla ıslandık biraz. Otobüse bindiğimde daha da hızlanmıştı yağmur. Taksim’in meydanındaki o koca sokak lambasının ışığında, yağan yağmurun şiddetini gördüm. Korunaklı bir yerde camdan izlemek için güzel bir manzaraydı. O yağmurun altında, o saatte, yaşı daha on beşe bile varmamış küçük çocuklar su satmak için mücadele veriyorlardı. Otobüs ilk kırmızı ışıkta, çalışarak alınamayacak kadar pahalı bir arabanın direksiyonunda ritim tutan, benim yaşlarımda bir gencin arabasıyla yan yana durdu. Camlar buğulandı sonra. Ama silmedim. Hayatın daha fazlasını görmek istemedim belki. Yorgundum. Bir elimdeki çanta ile diğer elimdeki poşeti taşımanın yorgunluğu olsaydı keşke hissettiğim. Gördüklerinden yorulan ruhum olmasaydı.

Eve varır varmaz geç kalınmış bir şeylerin telaşına kapılmış gibi, başladım eşyaları kolilemeye. O yağmurda korunmasız, yaşam mücadelesi veren çocuklara geç kalmışlığın telaşı vardı belki üzerimde. Yapmaya çalıştıklarımız yetecek miydi? O çocukların aydınlık yarınları olmasına yetebilecek miydik? Bu ülkede çocuk olmak, çocuk yetiştirmek, bir kürsüye çıkıp “üç çocuk yapın!” demek kadar kolay değil! Bunu göremeyenlere, göz ardı edenlere, Kemal abi kaynaklı bir cümle ile seslenmek istiyorum. “Hesap mı bilmiyorsunuz, dayak mı yemediniz?”

Gülüş, Aysuniçkimi, varlığınız, çabalarınız ve yardımlarınız için çok çok çoookk teşekkürler…

Eylül/2008

19 Eylül 2008 Cuma

Sevgi neydi?

Eşlerinden, sevgililerinden, onlara istedikleri gibi davranmadıkları için dert yananlar, bu davranışları başka ilişkilerde gördüklerinde, hafif bir kıskançlık hali ile kınarlar mı onları?

“Geçen gün Fatma hanımları gördüm. Sanırsınız liseli aşıklar, el ele tutuşmalar filan. Ne o öyle?”

Bir yandan sevgisizlikten, sevginin gösterilmemesinden dert yanarken, diğer taraftan gördüğü sevgi beyanlarına kulp bulur, ince bir alayla yorumlarlar o halleri. Ama her zaman bu sebepten değildir yorumlar…

Sevgililik dönemleri de dahil olmak üzere, neredeyse on yıldır birlikteliklerine tanıklık ettiğim bir çift var. İki yüz metre ilerisindeki eşine “Aşşkımm” diye seslenen, her an el ele tutuşan, her yere beraber giden ilginç bir çiftler. Güldürmekten çok uzak sitcom karakterleri gibiler. Vıcık vıcık. O kadar çok “aman insanlar bizi mükemmel çift olarak görsünler” çabaları var ki, insan kör olsa yine görür bu hallerini. Çok sevimsiz, çok samimiyetsiz…

Son zamanlarda tanımaya başladığım başka bir çift var. Görseniz ilk bakışta evli bile demezsiniz onlar için. Parmaklarında yüzükleri bile yoktur. Ama bazen öyle bir öper ki yanağından ya da elini tutar ansızın. Bakmasanız bile görebilirsiniz aradaki bağı, sevgiyi.

Sevgi sanıldığı kadar büyük ve abartılı anlatımlara ihtiyaç duymaz ki. Bazen muhatabı kişiler dışındaki kimselere anlatıma bile ihtiyaç duymaz. Gösterişe, -mış gibi yapmalara… Sevgi, bulunduğu yerde, kendi kadar gerçek olmayan hiçbirşeyi barındırmaz. Yok eğer barınıyorsa, o zaman varlığına inanılmaz.

Eylül/2008

17 Eylül 2008 Çarşamba

Elimizden kayanlar

Uzun zaman önce, Beşiktaş’tan Ortaköy’e doğru yürürken bir akşam üzeri, bir kadın yaklaştı yanıma. Yanında elinden tuttuğu altı-yedi yaşlarında bir çocukla. Temiz yüzlü bir hanımdı. Hani üst kattaki komşu abla gibi biri. Yolda kaldığını, eve dönecek parasının olmadığını söyledi. “Bir otobüs parası…” dedi. Bozuklarımı çıkardım verdim. Dua etti, teşekkür etti.

Bir hafta sonra başka bir akşam, aynı yolda, elinden tuttuğu çocukla birlikte yine bana doğru yaklaşırken gördüm aynı kadını. O aynı cümleleri sarfederken, yolda kalmış ve çaresiz biriymişim gibi hissettim kendimi. İyi niyeti ayaklar altına alınmış çaresiz biriydim halbuki.

Bugünlerin ayyuka çıkan Deniz Feneri yolsuzluğu da, bu insanların örgütlenmiş hali değil mi? Dilenciler de, ihtiyacı olanlar için yardım topluyoruz kisvesine bürünenler de aynı şeyi yapıyorlar. Duygularımızı sömürüyorlar. “Biz iyi niyetle başlamıştık bu işe. Olay buralara geldi. Özür dilerim.” manasında bir savunma yapmış, Almanya’da yargılanan Mehmet Gürhan. İyi niyet… Farzedelim ki samimisiniz! Bu bahsettiğiniz iyi niyeti hiç mi yoklamaz insan arada sırada? Hiç mi sormaz kendine, “ne yapıyorum ben?” diye. Bu insanlar nasıl çıkabiliyorlar bu kadar insanlıktan aklım almıyor. Riyakarlıktan nasıl da hoşnutlar. Böyle şeylere tahammül edemediğim için “ukala” oluyor ya adım. Arkamdan konuşan bed yüzlerin yüzüme gülüşüne tahammül edemediğim için.

Riyakar demişken… Mali müşavirimizin beni patronumuza şikayet ettiğini öğrendim bu sabah. Geçen hafta tartışmış, bana fazla yüklendiğini kabul edip, benden de anlayış istediğinde ise yoluna koymuştuk herşeyi. Yani bana öyle yansıtıyordu. Ne bilirdim, “ayşe saçımı çekti” diye şikayet eden bir ilkokul talebesi gibi davranacağını. Hem de elli beş yaşında bir kadının.

İster maddi olsun bizden almak için uğraştıkları, ister manevi, asıl amaçları insanlığını kaybetmiş bireyler. Ve böylece insanlar, birer robot gibi itaatkar ve daha kolay idare edilebilir olsun istiyorlar.

Eylül/2008

16 Eylül 2008 Salı

Tereddütler

Bir amaca tutunmuş olmanın tatlı huzuru sardı ruhumu. İhtiyacım olan şey buydu galiba. Bir de o huzuru dürtükleyen kaygılar olmasa…

Araştırmalarımın dökümleri var elimde. Kiminin altını çiziyorum, kiminin yanına notlar alıyorum. Ama laf aramızda hala korkuyorum. Başarabilir miyim? İstediğim gibi olur mu? Okudukça kendimi yetersiz hissediyor olmam normal mi? Sürprizleri neden severim ben? “Belki yapamam söylemeyeyim. Olursa da sürpriz olur zaten.” düşüncesi mi acaba beni sürprizlere yönelten?

Sultanahmet’e gitmiştik cuma akşamı. Kalabalığın arasına karıştık. Bir ellerinde çekiştirdikleri bavulları ile buraya aitmiş gibi dolaşıyordu turistler. Sanki yabancı olan bizdik. Herşeyden soyutlanmış, yaşadığı yerlere yabancıydı bu ülkenin insanları. Savruk, önemsemez…

“Niye böyle oldu?” ve “ne olmalı?”nın cevaplarını aradık yürürken. Aslında bir cevaba ihtiyacımız yoktu. Cevap bizdik. Bunu da yeni keşfetmiyorduk. Hayallerimi seslendirdim yeniden. Ceplerimde kalmasınlar istedim. Var oluşlarına tanık olmak istedim. Yeniden cesaret toplayıp “hayde” dedim, tereddütün mevsimi geçti…

Eylül/2008

Can Tatlı

Annemi iki kez ameliyatlı gördüm ben. Görmekten ötesi, ameliyattan çıkışlarında yanında sadece ben vardım. Yatağa yatırdıkları başka biri gibiydi. Yüzü gözü şişmiş, kendinden habersiz yabancı biri gibi. ”En çok ne zaman telaşlandınız?” deseler, herhalde o anlar aklıma gelir. Ne yapacağımı bilemez bir halde, birşeyleri kotarmaya çalıştığım o zamanlar.

Sonra anneannemin ameliyat olduğu zamanlar. Onun ameliyat çıkışında yanında yoktum. Ama bir genç kız kadar atik, canlı bir kadının, dahası anneannemin, beyin tümöründen ameliyat olup eve geldiği o zamanları da unutamam. Çok hassas noktalardaki bölümlerine dokunmadıkları tümörün ameliyatı, başka biri yapmıştı anneannemi. Kendi kendine konuşuyor, düzgün başladığı bir cümlede başka başka şeyler anlatıyordu. Ameliyat olması gerektiğini anneanneminde olduğu bir ortamda söylemişlerdi. Kendisinden gizledikleri şeyleri ben de bilmiyordum henüz. Dayımlara gideceklerdi. Dışarı çıkıp arabayı çalıştıracaktı dayım. Neden bilmiyorum, peşinden ben de çıkmıştım dışarıya. Arabanın koltuğuna oturmuş ağlarken görmüştüm dayımı.

Dünü soğuk algınlığım nedeniyle evde dinlenerek geçirdim. Boğazım şişmişti, yutkunmak eziyetti benim için. Öyle bir can acısıydı ki, “keşke yutkunmadan durabilsem” dedirtiyordu insana. Gerçi hala tam olarak geçmiş sayılmaz ya. İnsan hasta olunca canı öyle tatlı oluyor ki. Ama sevdiğin insanların can acısını, hastalıklarını görünce, bunları düşününce, tadı kalmıyor kendi canının bile…

Eylül/2008

13 Eylül 2008 Cumartesi

Şeker

Birkaç ay önce bir sabah, işe geç kalmıştım. Alelacele giyinip çıktım. Benim kadar aceleci değildi otobüsler. Uzunca bir zamanda otobüs bekledim. Beklediğim otobüse de kavuşunca, cam kenarında bir koltuğa oturup kulaklığımı taktım. Başımı cama yaslayıp yolu seyre daldım. Yanıma bir hanım oturdu. Birkaç durak gittikten sonra omzuma dokundu…

Birkaç sene evvel bir akşam, iş çıkışı alışveriş yapmış, elimdeki poşetlerin ağırlığından bezmiş bir şekilde otobüs bekliyordum durakta. Akşam saati nasıl kalabalık olur otobüsler. Yol öyle gözümde büyüyordu ki. Neyse ki gelen otobüs çok kalabalık değildi. Hatta bir boş koltuk bile vardı. Bir hanım cam kenarına oturmuş, poşetlerini de yan koltuğuna yerleştirmişti. Aslında otobüste illa oturma derdim yoktur. Ama bir yandan yorgunluk, bir yandan da elimdeki poşetlerin ağırlığı beni oturmak mecburiyetinde bırakıyordu. Birkaç kez seslendim. Fakat hanımın yüzü cama dönüktü ve hiç tepki vermiyordu. Ben de omzuna dokundum.

-”Bu böyle söylenmez ki!” dedi bağırarak. Tepkisiyle öyle afalladım ki, beynim durdu resmen.

-”Seslendim ama duymadınız!” diyebildim sadece. Poşetlerini aldı, oturdum. Ama ellerim sinirden titriyordu resmen. Birkaç durak sonra inmek için hazırlandığını farkettim. Şeytan dedi ki, “Sen de aynı şekilde davran!” Kısasa kısas. Ama kalktım yol verdim.

Kafamı çevirdim, elindeki şekeri uzatıyordu, omzuma dokunan hanım. Teşekkür ettim, istemediğimi belirterek. Bir annenin onaylayıcı bakışlarıyla almamı istedi tekrar. Teşekkür edip kabul ettim bu sefer. Nane mentollü şeker. Çocukluğumu hatırlatır hep bana. İlkokul zamanlarımda, oturduğumuz apartmanda iki tane üniversite öğrencisi kalıyordu. Matematik dersi alıyordum birinden. Her ders bitimi masanın üzerindeki şekerlik ile, o mentollü şekerlerden ikram ederdi bana. Sonra da sınavlar gelir aklıma. Anadolu lisesi, fen lisesi sınavları, üniversite sınavı. Her sınavda yanımda bulunan aynı şekerler. Ve şeker gibi tadı damağımda kalan o yıllar. Bir sabah vakti ikram edilen bir şekerle hatırlandı tüm bunlar…

Eylül/2008

11 Eylül 2008 Perşembe

Ablama

On sene önce bu zamanlar, işine ve çalışma hayatına alışmaya çalışan üç aylık bir eleman, bir küçük çocuktum ben. Ne kadar sıkıcı geliyordu ilk zamanlar. Birbirimizi tanıdık sonra. Oturup sohbet etmeye, birşeyler paylaşmaya başladık. Çok fazla gülüştüğümüzde oldu, birbirimize kızıp küstüğümüzde. Bir insanla tartışmanın, onu sevmediğin anlamına gelmediğini o zamanlar anladım ben.

Çok şey öğrendim senden. Hem meslekle, hem de hayatla ilgili. Evliliklerin sadece mutsuzluk ve umutsuzluk olmadığına inandım, sizin evliliğinize baktıkça. Bir de küçük kızın vardı, o genç yaşına rağmen. Şimdi kocaman bir genç kız oldu o da. Aşık olduğuma da tanık oldun, o aşkın acısını yaşadığım zamanlara da. Çok tatlı yedik beraber, çok da rejim yaptık sonra. Pazartesi günleri haftasonundan bahsederken de, duraklamadan çalışıp iş yetiştirirken de aynı güzellikte geçerdi zaman.

Dün, uzun zamandır görüşmemiş olmanın yüklediği özlemle, tüm bunları düşündüm. Şimdi tek başıma çalışıyor olmama hüzünlendim. Eksik ve yalnız hissettim kendimi. Herşey zamanında mı güzeldi, yoksa şimdi de olsa, aynı güzellikte kaldığı yerden devam mı ederdi bilmiyorum? Ama ben iyisiyle, kötüsüyle yaşadığım her şeye “iyi ki” diyorum. Ve iyi ki seni tanıyorum…

Kız çocuğu

10 Eylül 2008 Çarşamba

Başlama vaktidir artık!

Uzun, zorlu ve belki de bazen pes edip, vazgeçmeyi düşüneceğim bir sürece başlıyorum. Ama başlamaya karar verdim nihayetinde. Bir yap-boz tahtası kurdum hayalime. Beğenmedikçe bozup tekrar kuracağım hayallerimi.

Dün akşam kurduğumuz tüm hayaller, gerçekten ancak hayal olabilecek kadar güzel. Ve hayal kalamayacak kadar kabına sığmaz olacaklar birgün. Yani umuyorum Her vazgeçişimde hepsini yeniden hatırlayacağım inan. İnadına yeniden başlamak için.

İstanbul’da bir eylül akşamı, yanı başımızda Dolmabahçe Sarayı, önümüzde deniz, martılar. Başlamak vaktidir artık, engel olmaya çalışsa da korkular…

Eylül/2008

5 Eylül 2008 Cuma

Hayat ne garip

Birileri yarın için planlar yaparken, başka biri yarın için ancak dua edebiliyordu. Doğan çocuğunu küvezde bırakıp hastaneden çıkan bir anne gibi. Onun 20 gündür dilinde olan, yarına dair duaları gibi .

İkiz doğurmuştu kadın. Biri kız, biri erkekti bebeklerin. Umutla başlayıp hüzünle biten üç hamilelik yaşamıştı. Bu dördüncüsü sevinçle bitecekti galiba. Bir de çocuklar erken doğmuş olmasalardı. Vaktinden erken geldikleri dünyaya tutunamayacak kadar küçüktü ikiside. Erkek daha çabuk toparladı kendini, onu eve çıkardılar. Kız hala hastanede küvezdeydi. Annesi hergün gidip emziriyordu bebeği. Dün yine gitti.

Hastanede yapılan bir çocuk ameliyatından dolayı bebeği göstermemişler kadına. Zaten diken üstünde oturan kadın, çocuğa birşey olduğunu düşünmüş, fenalaşmış. Hemen acile almışlar. beş dakika sonra kapıda beliren doktor, “hastayı kaybettik!” demiş. Bebeğini eve götüreceği günün hayalini kurarken, o zamanı sabırla, umutla beklerken, kendisi çekilmiş oyundan. Herkes bebeğe birşey olacağı için endişelenirken, hatta anneannesi uygun kiloya gelip hastaneden çıkışına adak adamışken, o küçük bebeğin annesi, daha ona doyamadan veda etmişti hayata. İki bebeğini birden kucağına alıp evlat hasretini dindiremeden, henüz otuzunda genç bir kadınken, hiç beklenmedik bir anda gelip almıştı onu ölüm. Tüm sevdiklerinden, onu sevenlerden, ona ihtiyacı olan iki masum bebekten ayırdı onu ölüm.

Biz koşuşturmalar içinde gün geçirirken, olmadık şeylere kızıp dururken, bir duvara toslar gibi karşılaşıyoruz onunla. Herşeyden daha gerçek ve acı o. Can yakıyor, inanılamıyor. Eksik kalmış zamanların tarihini tutuyor. Bir ömrün “dün”lerini bırakıyor elde sadece.

Ölüm, bir sokağın köşe başında bekliyor bizi. Bir köşeden dönerken, herşeyden habersizken, pat diye çıkıveriyor karşımıza. Başka bir yolun başlangıcı oluyor. Bıçak gibi kesip atıyor yarınları. Hayat ne garip, sen istediğin kadar yap planlarını…

Eylül/2008

4 Eylül 2008 Perşembe

Ya her şeyim, ya hiçim

Bir an, kabına sığmayana sebepsiz mutluluklarla donanır, var olan güzelliklerin hepsine sahipmiş gibi düşünür kendini. Sevimli, anlayışlı, güzel, arkadaş, dost… Dünyanın kendi etrafında döndüğünü hiç düşünmemiş olsa bile, kendi için döndüğünü düşünür o an muhakkak. Herşey o mutlu olsun, tadına varabilsin diye tasarlanmıştır sanki.

Başka bir an, kotarmaya çalıştığı her işin altında kalmış, sevimsiz, istenmeyen, sevilmeyen, şanssız biri olarak düşünür kendini. Herşey üst üste ters gider. Heyecanla beklediği anlar kabusa dönüşür. Ve bu iki durum arasındaki geçiş, kimi zaman ışık hızına bile yetişir neredeyse.

Sonra an olur, durulur, sakinleşir bir süre. Ne “herşey” olmak için çabalar, ne de ”hiç” içinde yer almak için. Kendine sıfatlar yakıştırmaya çalışmadan sadece kendisi olur. Yalın ve yalansız kendi gibi. Ve sonra bakar ki, onu iki kutuba ayıran tüm o özellikler, onun içinin birer parçası. Birini yaşarken diğerini yok sayıp, kendini yaşadığı duygudan ibaret sanmanın, nasıl bir yanılgı olduğunu farkeder o zaman.

Gözleri ufuk çizgisine bakar dalgın dalgın. Ufkun kızıllığında seçim yapmaya çalışır. Mutlu-mutsuz, sevimli-huysuz, şanslı ya da şanssız olmak arasında. Hiçbirini ayıramaz ama. Herbirinin içindeki yansımalarını sahiplenir. Ufkun kızıllığına boyar içini de. Kendiyle barışıyor olmanın huzuru dolar yüreğine…

Eylül/2008

3 Eylül 2008 Çarşamba

Bir kadın, bir adam, bir çocuk

Ortalığa dağılmış giysiler, ıvır zıvır eşyalar arasında oturuyordu küçük çocuk. Karyolanın üzerinde oturmuş hıçkırarak ağlıyordu annesi. Bir elini kırmızıya boyamıştı kan. Az ilerisinde karyolanın üzerine fırlatılmış bıçak duruyordu. Bıçağın metal yüzeyini görünce belli belirsiz bir ürperme hissetti vücudunda. Sıtmaya tutulmuş gibi titremeye başladı. Küçük çocuk hala aynı yerde, sanki herşeyden habersizmiş gibi öylece oturuyordu. Açık kapıdan koşarak içeri giren üst kat komşusu Arzu, hiçbirşey sorup sorgulamadan kaldırdı Servi’yi karyoladan. Hastaneye gitmek için bir an evvel çıktılar evden. Giderken de kızına, Cem’i evden çıkarmasını tembihledi. Hiç tepki vermedi Cem ona söylenenlere. Sanki nefes bile almıyordu. Onu kucağına alarak çıkardı evden Sedef.

Uyumsuz evliliklerini taşıran son damla ”para” oldu. Ve kabından taşmış mutsuz evliliğin bu görüntülerine, ilk kez tanık oluyordu Cem. Tartışmalar, kavgalar hep ondan gizlenmişti bugüne kadar. Sadece ondan değil, herkesten gizliyordu yürümeyen evliliğindeki sıkıntıları Servi. Kazandığı üç kuruşu yetiştiremiyordu hiçbirşeye Salih. Ama Servi’nin çalışma isteğine de karşı çıkıyordu. Bu yokluk onları zorlamıştı yıllardır. Ama Cem büyüyordu. Yakında okula başlayacak, istekleri, ihtiyaçları altından kalkamayacakları bir boyuta ulaşacaktı.

-”Bırak artık inadı!” dedi Servi. Cümlesini tamamlarken yüzünde patlayan tokatla irkildi. Bütün eksikliklerin, elde edemediği herşeyin acısını Servi’den çıkarmaya çalışır gibiydi Salih. O can acısıyla sağlam bir tokatta Servi patlattı. Neye uğradığını şaşırdı Salih. Tek atımlık barutunu tüketmiş olduğunu, Salih’in yüzündeki öfkenin izlerinden anladı Servi. Kötü birşeyler olmasından, daha da kötüsü bunların Cem’in gözlerinin önünde olmasından korkuyordu. Yatak odasına kaçtı. Arkasından gelen Salih, kapıyı kapamasına fırsat vermeden dayandı kapıya. Var gücüyle itti. Kapı ile birlikte Servi de gardırobun kapağına kadar savruldu, başını çarptı. Mutfaktan kaptığı bıçakla yanına geldi Salih.

-”Bıktım artık! Yıllardır size bakmaya çalışmaktan, sizin için çabalamaktan bıktım artık! Yeter, çıkın hayatımdan!” Önce Salih’in elindeki bıçağa, sonra kapının önünde duran Cem’e baktı Servi.

-”Bırak şu bıçağı. Beni düşünmüyorsan, çocuğunu düşün!” Sadece başını çevirdiği an kadar baktı Cem’e Salih. Sanki bir yabancıya bakar gibi. Sonra bıçağı karyolanın üzerine fırlattı. Yan tarafında yığılı, Servi’nin çeyizinin yatak yorganlarını dağıttı yere. Çekmeceleri çekip boşalttı. Gardırobun içindeki herşeyi yere saçtı.

-”Yeter artık! Yeter artık, çıkın hayatımdan!” Kapının dibinde donmuş gözlerle olanları izleyen Cem’e bile bakmadan çekip gitti evden.

Doğruldu Servi, elini kafasına götürdü. Kan bulaştı eline. Karyolasının üzerine oturdu. Bir zehiri içinden akıtır gibi ağlamaya başladı, yıllardır biriktirdiklerini. Artık hiçbirşeyi saklamaya gerek kalmamıştı. Komşular bunca bağırışmayı duymuşlardı elbet. Annesine de bu durumu açıklamak zorunda kalacaktı nasılsa. Ve en önemlisi, Cem, tüm bu olanların birebir tanığı olmuştu. Şimdi bu enkazın arasında, dizleri üzerine çökmüş beş yaşında bir çocuk vardı. Bu olanların hangi birini anlayabilirdi ya da tüm bunlar ona nasıl anlatılabilirdi? Nasıl silinirdi bunca şeyin izi belleğinden. Cana kıymak, can yakmak bu kadar kolay mıydı? Bu kadar kolay mıydı herşeyi hiçe saymak? Ya da sanıldığı kadar zor muydu, masum çocuklara eli uzanmayan başka bir hayat kurmak?

Eylül/2008