12 Ekim 2010 Salı

Mahsus

Bir tek kelimeyle, kilometrelerce ötedeki bir şehirde, kararmış ahşap pencerelerinin, buğulu gözler gibi dört bir yanına dizildiği; kırmızı çinko damının, bu mevsimde, vefakâr dostları yapraklar tarafından hiç terk edilmediği bir evde oturur buluyorum kendimi. Çıtırtıyla yanan kuzinenin açık kapağından fışkıran alevlerle, güneşliğin üzerindeki çiçeklerin rengi, kıyasıya bir yarış halinde. Gün, öğle vaktini geçmiş çoktan. Güneşlikler çekilmiş pencerenin bir yanına. Ve küçük bir kız, yastık niyetine, o kenara toplanan perdeye başını yaslamakta. Dışarıda her an patlamaya hazır bir yağmur, kuzinenin içindeyse, anneannenin nasırlı elleriyle yoğurduğu, lezzetli bir ekmeğe dönüşecek hamur.
Sesine pek de yakışacak bir türkü çalınırken radyoda, hemen bir hikâye anlatmaya başlıyor dede. Yine divanın baş köşesine kurulmuş, başında külah şeklinde bir bereyle. Camdan bakıyor ara sıra soluklanarak. Gökyüzü gibi usul usul koyuluyor anlattıkları da. Bütün söyleyecekleri bittiğinde, "onun gibi" diyerek bağlıyor yine konuyu, şimdiki zamana. Oysa benim hikâyelerim hep bölük pörçük. Hiçbirini bağlayamıyorum bir başkasına. Belki de o yüzden içim bu kadar dağınık hâlâ. Ya da belki hayat, mahsus yapıyor bunu bana.

3 yorum:

Evren dedi ki...

ne çok severim ben içinde kuzinesi olan evleri...

akilliigne dedi ki...

selam

karadenizin doğusunda bir ev yada evlerden bahsettin şu an halen var ve ben halen bazen orda ikame etmekteyim anlattığın estanteneyi her mevsim yaşamaktayım tıpkı gurbetini yaşadığım bu topraklardaki çocukluğum gibi...

güzel günler dilğiyle şen kalın

Adsız dedi ki...

kasabalı hüzünlerin devam ediyor içinde.. bakalım izleyeceğiz hüzünlerini..