27 Ekim 2009 Salı

Bir bavula kaldırılmış çocukluklar

Su başında çamaşır döverken, yaşamını yarılamış bir kadın gibiydi küçük kız. Her seferinde daha bir gayretle indirdiği sopayla, hayattan hıncını alıyordu sanki. Anlam veremediğim bir şekilde, yaşıtları bebek arabalarında gezdirilirken buralarda; o, hiç oynamadığı, hatta adını bile duymadığı barbie bebekler yerine, küçük kardeşini yediriyor, giydiriyordu. Utangaç bir gülümsemenin kapladığı yüzü ve onu çevreleyen dağınık saçları eşlik ediyordu, her zamanki suskunluğuna. Kalabalıklaştıkça artan yokluğun ortasında, yapayalnızdı.
Evin taş zeminine uzanmış ders çalışan, bir türlü kapanmayan sınıf kapısının arasına kağıt sıkıştıran, söyleneni anlamayan ve bazen anlasa da dinlemeyen, öğrendiği birçok kelimenin gerçekte ne olduğunu bile bilmeyen çocuklar... İsimlerinin ne önemi var?
Seçmedikleri bir hayat için, gözden uzak bedel ödeyen, yoklama defterlerinde geçse de adları, hayatın defterinde hep yok yazılan, isimsiz çocuklar. Ne yazık ki hayal değil onlar.

23 Ekim 2009 Cuma

Rüzgârda savruk, başına buyruk...

Böyle gereksiz ve nedenini bilmediğin bir hüzün gelip oturdu ya içine, birden bire... Dokunsalar ağlayacak gibisin hani, ağlanılmamış tüm zamanlara inat. Uzak, mağrur ve yenilmez bir edayla gezinse de gözlerin etrafında, bir şarkıyla sicim gibi akıyor ya gözyaşların hâlâ. Giderek artsa da ardında kalan yıllar, değişilmiyor onlarla; anlıyorsun.
Kocaman bir boşluk var içinde, dolduramadığın. Hiçbir duygunun, diğerinin yerini tutamadığını bilmiyormuş gibi, bir gayretle, o açığı başka bir şeylerle kapatma çaban, anlamsız. Her ayağın takıldığında, yine aynı çukurda buluyorsun kendini işte.
Uzun zamandır kitaplığın bir köşesinde bekleyen o kitabı, neden tam da böyle bir akşam, okumaya başladığını soruyor musun kendine? Neden ilk sayfasına birkaç satır bir şey karalayıp, kendine armağan ettiğini ya da? Ne diliyorsun bilmiyorum, dilini çözemediğin şu dünyadan ısrarla?

16 Ekim 2009 Cuma

Birkaç sayfa, bir-iki mısra...

Yastığımı duvara yasladım, sırtımı da ona. Ayaklarımı uzatıp, kapağını az önce kapattığım kitap elimde, kendime hayret ediyordum sadece. Bütün gün, o ânı yaşamak için bekleyip durmuştum. İlk fırsatta evin bütün seslerinden uzaklaşıp, odama geçtim. Pencereden içeri sızan birkaç topuk sesi ve araba gürültüsü haricinde tabii. Kelimeler kelimeleri kovaladı, sessizliğin içinde. Ve hepsi, şekle büründü belleğimde. Ama bir gariplik vardı. Hikâye çok, çok tanıdıktı. Benzer birçok mücadele öyküsü okuduğum için belki de, öyle hissetiğimi düşünüp devam ettim. Birkaç sayfa daha... Evet bir gariplik vardı. Ben bu anı daha öne yaşadım der gibiydim. Birkaç sayfa daha... Kesinlikle bir gariplik vardı. Çünkü cümleler bile tanıdıktı.
İnsan kendinden korkar mı? Ben dün akşam korktum. Okuduğum kitabın ismi bile belleğimde yokken, bütün cümlelerin nasıl olup da tazeliğini koruduğunu bilemediğim için galiba. Ya da geçen gün, bir arkadaşımla aramızda geçen konuşma aklıma geldiğinden. Birkaç türkü seçip yollamamı istemişti. Küçük bir araştırmayla liste oluşturmuştum hemen. Bir tanesinin altına da not düşmüştüm, "dedenin türküsünü yolluyorum bak" diye. "Sen nerden biliyorsun?" demişti şaşkınlıkla.
4-5 sene evvel, bir sonbahar akşamıydı. Gezi parkındaki o çay bahçesinde, havaya inat, üzerimizde ne varsa onlara sarınarak, dışarıda oturmuştuk. O zaman kendimizi rahatça anlatamıyorduk daha. "Ya beni yanlış anlarsa?" lar kaybolmamıştı zihnimizden. Kelimeler yetmeyince, türkülere çevirmiştik rotamızı. Bir oradan, bir buradan söyleyip; dalıp dalıp gidiyorduk bir yerlere. İçeride oturmuş, elleri çay bardaklarını, gözleriyse bizi sarmalamış insanlara aldırdığımız yoktu. İşte o akşam söylemişti bu türküyü de, hikâyesini de. Hiç unutmamıştım ki...

15 Ekim 2009 Perşembe

Küçüğüm

Küçücük adımlarıyla yanıma kadar gelip, at kuyruğu yapılmış kıvır kıvır sarı saçlarını, iki yana savurdu bir süre. "Hoşgeldin" dedim, elimdeki kalemi bırakıp, ona dönerek. Masanın kenarına tutunmuş, sağa sola salınıp duruyordu, bana kaçamak bakışlar atarak. Sonra geldiği gibi usulca uzaklaştı yanımdan, yine saçlarını savurarak. Odadan çıkarken bir kez daha baktı arkasına. Küçükken ben de ne kadar severdim, saçlarımı böyle savurmayı. Hatta ne zaman at kuyruğu yapsam saçımı, aynı isteğe kapılırım hâlâ. Bazı duyguların değişmemesi ne kadar güzel.
"İçeride kim var kızım? Tanıştın mı o ablayla?"
Bir sırrı açıklarcasına sessizdi, annesinin sorularını yanıtlarken.
"Ama sen kocaman kız oldun. Elini uzatıp adını söyle, sonra da tanışın, hadi"
Aynı yavaş ritimle odaya girip, salına salına masama doğru yaklaşmaya başladı. Gülümseyerek ona bakıyordum ben. Onu izlediğimi görünce, yönünü değiştirip, diğer odaya ilerledi. Boş odada dolandı bir süre. Sonra kararsız adımlarla geçti yine yanımdan.
-Ne oldu, tanıştınız mı kızım?
-Cıkk
-Eee, ne konuştuk biz?
Salınarak yeniden girdi odaya. Konuşmak istiyor, ama nasıl başlayacağını bilmiyordu. Gelip masanın ucuna tutundu yine. Gözlerimin içine baktı. Sonra birbiri üzerinde bağlı ellerimi açıp, tokalaştı benimle.
-Benim adım, benim adım Asya. Ya seninki?
-Benimki de Tülay, Asya.
-Memnun oldum, deyip, koşar adım uzaklaşırken odadan;
-Ben de çok memnun oldum, dedim, duyabileceği bir sesle.
Utangaçlık, doğuştan içimizin bir köşesinde mi saklıydı acaba? Ya da ne bileyim, küçüklükten kalma bir alışkanlık mıydı yoksa?

12 Ekim 2009 Pazartesi

Muhasebecinin evliliği :)


Sirlarumi söyledum

Sen konuşurken, sessizce sildim gözyaşlarımı; bardağımın altına sıkıştırdığım o peçeteyi, el yordamıyla aranıp bularak. Akıttığım yaşlar için tek bir söz söylemeden; devam ettin hikâyene sen. Biliyordun, "neyin var?" diye sorulursa, bir sele dönüşüverirdi gözyaşlarım; kurtulamazdım. Çünkü hâlâ yüzme bilmiyordum ben.
Sigaranın dumanına yol olsun diye aralayıp, yanı başımızdaki pencereyi; gökyüzünün laciverdine gizlenmiş karşı yamacı sığınak belledin efkârımıza. Başka şehirler, başka isimler gelip geçti aklımızdan. Ne kadar başka olsa da dudaklarımızda kıpırdananlar, geçmişin yabancısı iki insanı, tek bir kelimeyle bağlayıverdi birbirine, benzer duygular.
Dört elle sarıldığımız umutlar, mevsimi geçmiş çiçekler gibi kurumuş; yitirdiklerimizse, ne yaparsak yapalım unutamadığımız tüm anılarla birlikte, kabuk tutmuştu. Yaralarının kuruyup gitmesine izin vermeyen küçük çocuklar gibi, her fırsatta koparıp duruyorduk kabuklarını. İzi kalıyordu. Her izde yeniden akıtıp gözyaşlarımızı, tuzunu basıyorduk yaralarımıza. Sadece dikkatle bakanların farkedeceğini bilmeseydik, akıttığımız yaşların yol yol ettiği yüzlerimizi; bu kadar rahat ağlayabilir miydik yoksa...

7 Ekim 2009 Çarşamba

Reklamlar

Alın, verin, ekonomiye can verin!

Reklamın yeni versiyonu. Ama en gerçekçisi ne yazık ki. Uykusuz

5 Ekim 2009 Pazartesi

Her neyse

Arka arkaya sıraladığı onca şeyden, kendimce önemlilerini aklımın bir köşesine not edip, geri kalanını, otomatiğe alınmış bir bilinçsizlikle "tamam" diyerek geçiştirdim. Ayakkabılarını da giyip, artık gitmeye hazır olduğuna inandığında, kapıyı kapatmak için acele ettiğimi farkedip, aynı şeyleri tekrar sıralamasından korktum. Şükür ki, "dediklerimi unutma" diyerek özetledi hepsini, ben de son olmasını umduğum bir "tamam" diyerek, gönül rahatlığıyla kapadım kapıyı.
Terkedilmiş bir sevgili gibi, kaldığım sayfada yüzüstü bıraktığım kitabımı okumak için, koltuğa doğru birkaç adım atmıştım ki... Yine o bilindik kuş sesi. Aslında kapıyı kapattıktan sonra, en azından bir-iki dakika beklemeliyim. Tam olarak gittiğinden emin olduktan sonra, hayaller kurmaya başlamalıyım. Ama maalesef, sabırsız bir ruhum var benim. Yine bir şey unutmuş olmalı.
Neden onu iyi tanıdığım halde, aynı konularda delirme noktasına geliyorum sürekli, bilmiyorum. Bazen kendimi bile tanıyamazken, başka birini çok iyi tanıdığımı söylemek ne kadar mantıklı, onu da bilmiyorum ya gerçi.
-Tülay?
-Efendim.
-...
-Efendim?
-...
O çoktan başka bir şeyle uğraşmaya başlamış bile. O an ne için seslendiğini merak ediyorsam, biraz uğraşmam gerekecek.
Bazı şeyleri sorun olarak görmekten vazgeçip, üstelemediğimde, benim için çok daha kolay olacak sanırım hayat. Ama işte bunu başarmak, pek de kolay olamayacak.

4 Ekim 2009 Pazar

Gemiler gibi hayat, geçip gidiyor...

Zar zor bulabildiğimiz teknenin üst katına çıkmış, saçımızı darmadağın eden, ince hırkalarımızdan içeri sızıp üşüten asi bir rüzgârla yol almaya başlamıştık. Kelimelerimiz, teknenin gürültüsünde yitip gidiyordu. Kulakları ağır işiten iki yaşlı gibi, her cümleyi tekrar ede ede anlamaya çalışıyorduk birbirimizi.
Karaya vardığımızda, bulutlu bir gökyüzü ve tatil yörelerine has, daha ilk dakikada sarmalayıp içine alan sessizlik ve belki de o sessizlikten yayılan rahatlık karşıladı bizi. İlk bulduğumuz kafede, denize karşı sandalyelere kurulup, pek de keyif vermeyen çaylarımızı içmiştik.
Uzun zaman görmediğim küçük bir çocuk gibiydi gökyüzü. Karşılaştığımda, o kadar büyüdüğüne bir türlü inanamadığım. Tıkış tıkış binalar arasından çıkıp gelince, bir anda büyüyüvermişti sanki.
Kimi zaman kararsız bir yağmur, kimi zaman, eski toprak bir anadolu kadını gibi inatçı güneş, devraldı gökyüzündeki hakimiyeti. Son demlerini yaşayan ağaçların süslediği evlerin, seyrine doyulmaz güzelliğine; fayton seslerine karışan, pedal sesleri eşlik etti. Kenarları kıvrılmasın diye ataşlanmış bir deftere, kurşun kalemle bastırarak yazdığım harfler gibi yazıldı belleğime, attığım her adımda geçip giden o anlar. Yürüdükçe, yere daha sert basmam, bu sebeple miydi bilmem?

Ekim/2009-Büyükada

1 Ekim 2009 Perşembe

Şifa istemem balından

Upuzun, labirent gibi birbirine açılan, havasız koridorları vardı hastanenin. O koridorları dolduran onlarca insan, uğultulu bir bekleyiş tutturmuştu. Sanki iyileşmek için değil, hasta olmak için; üstelik de şehrin, hatta ülkenin çeşitli noktalarından gelmişti; yaşlısı, genci, çocuğu.
Saklı kalması gereken ya da öyle olmasını istediğimiz bir şeyler olurdu hep. Bazen bir defter arasını, bazen de kaçırılan bakışları mesken ederdik saklananlara. “Hastalık” dediğimiz şey de, vücudumuzun sakladıklarından meydana gelmez miydi zaten?