31 Mart 2010 Çarşamba

Kara kutu

Öyle çok şey birikti ki içimde. İyileri tutamıyorum zaten, sessiz sedasız duramıyorum ben öyle. Sokakta yürüyen insanları çevirip "böyle oldu biliyor musunuz?" demek istiyorum hep. Mutluluktan şaşkınlaşan film karakterleri gibi, evet. Yüzümü yağmura dönüp, kollarımı açarak dönüp durmak istiyorum, tökezleyene kadar. Ve dalga seslerinin melodisine şarkılar katmak. Öyle mutlu olunuyor çünkü, aslında bizim olanı zamandan çalarak.
Ve bir dağ başına çıkıp haykırmak istiyorum suskun kaldıklarımı. Haykırmak, içimdeki kara kutuyu güneşe çıkarıp, aman üzülmesin, aman kırılmasın diye diye yutkunduklarımı. Her seferinde yaşasam da aynı şeyleri, yine de almıyor aklım, bazıları için hiçbir şeyin anlamının olmadığını.

30 Mart 2010 Salı

Şikâyet



Ellerimi birbirine kenetlemiş duruyordum öylece. Uzun zamandır görmediğim birine bakar gibi bakıyordum. Sen de böyle ellerini kavuşturur, baş parmaklarını birbirinin etrafında çevirirdin bazen, konuşurken. O ellerin çorabına, eşarbına da takılırdı hep. Nasırlı ellerini, yüzünü, kızım deyişini özledim. Sen de bizi özledin mi anneanne?
"Sen gittiğinden beri değişen bir şey yok buralarda" diyor ya hani şiirde. Değişmiyor dediği gibi bu ülkede hiçbir şey, seneler geçse de. Yine adam öldürüyorlar. Usul usul hem de.

HES'leri, Nükleer ve Termik Santralleri Durdurmak İçin Kadıköy'deyiz!

29 Mart 2010 Pazartesi

Ve hafif uçuktur rengi...

Yağmurun sesi karışıyor dinlediğim şarkılara. Islanıyor ritimleri. Ve daha da ağırlaşıyor hüzünleri, içime batıyor. Ses etmiyorum kimseye. Gözyaşlarım akıyor bana inat. Gözüme toz kaçtı diyorum. Ya da oldu olacak, "bir yağmura tutuldum". Kaçmıyorum artık yağmurlardan, teslim ediyorum kendimi. Belki diyorum, bu yağmurlar yardımcı olur, içime çöreklenmiş duygulardan arınmama. Sonrası... Sonrası güneş nasıl olsa. Islana kuruya rengi solmuş olsa da, biliyorum tutamayacak sözünü, ıslanacak yine. Ve yine kuruyacak. Her seferinde bir şekilde inanıp, gelen mevsimden medet umacak. Denizlere sığınıp, rüzgârlarla savrulacak. Aklına gelen şiirleri fısıldayacak gökyüzüne. Korkarım, şiirleri de benzetecek kendine...

Koşturmaca

Otobüsün camında, güzel havada kendini dışarıya atan insanların yüzleri görünüp kayboluyordu. İki tarafa sıralanmış ağaçların altında gülüşerek, konuşarak, kalabalıktan yol bulmaya çalışarak yürüyorlardı. Yolun karşı tarafında, birinin elinden tutmuş 5-6 yaşlarında bir çocukla, iki genç koştururcasına adımlıyorlardı kaldırımı. Sanki kızgın oldukları bir şey vardı da, yürüyerek alıyorlardı hınçlarını. Ama o çocuk...
Onların adımlarına ayak uyduramayan o çocuk, koşturup duruyordu kendini çeken elin peşi sıra. Farkında değillerdi, nasıl bir gayretle onlara yetişmeye çabaladığının. Ah biraz yavaş diyebilseydi. Ah o cümleyi kurması gerektiğinin bir farkına varabilseydi...
O cocuğa benziyoruz biz de çoğu zaman, hayatın karşısında. Ayak uyduracağız derken, düşe kalka, yara bere içinde ilerliyoruz. Ve hep nefessiz, hep soluk soluğa...

28 Mart 2010 Pazar

Ah bu şarkıların...

Dün o şarkı çalındı kulağıma, aylardan sonra ilk defa. Ve beni yine alıp götürdü, karşılıklı oturduğumuz o masaya. Tam da söylediklerimin üstüne çalmaya başlamıştı da, sen şaşkın, gergin gülümseyerek, kasıtlı mı yapıldığını sormuştun bana.
"Olmaz bir tanem, olmaz sevdiğim..."
Ben ne zaman "olmaz" desem yanında almıştım soluğu. Belki de bu yüzden daha başlamadan gelmişti bizim hikâyenin sonu. O şarkı, şimdi üzerinde çıkmayan bir lekesi olan, sevdiğim bir kıyafet gibi. Atsam içim el vermiyor, giyeyim desem, o leke gözüme batıyor. Söylesene, anıların lekesi, neden en çok şarkılara siniyor?

26 Mart 2010 Cuma

İnsanlar gibi

Beyaz bir güvercin duruyordu elinde adamın. Öyle gururlu, öyle kendinden emindi ki o duruş, bakmaya doyamıyordum. Bir parça ekmeği didikleyip yiyordu adamın ağzından, arada bir dönüp etrafına bakınarak. "Ben burdayım" diyordu sanki, "bak, ben sevildiğim yerdeyim". Elinden tutup, dudaklarındaki ekmeğe uzanabilecek kadar inanabilirim birine. O cümleler aklıma gelmemiş olsaydı, yemin bile ederdim o görüntünün böyle söylediğine.

"Güvercinlerin varsa, bütün işin başkalarının güvercinlerini aldatıp, kendi güvercinlerine katmaktır. Güvercinleri gönderirsin, onlar başka çatılardan güvercinleri çağırır, aldatır sana getirirler.
Nasıl aldatıyorlar ki?
İnsanlar gibi." (Muz Sesleri/Ece Temelkuran)

Seni seviyorum, bazen bu yetiyor*

Kötü demlenmiş acı bir çayın dumanında buğulanan gözler, kadehlerin dışında tomurcuklanan damlalarla ağladığında, köpüksüz kahvelerin dışından taşan da kederdi mutlaka. Yollar var denilecekti ya, sen aldırma. Belki de kederi yollarda tüketme dileğiydi, bir fincanın dışına taşırılan. Ve dönüp dolaşıp her gün başka bir umutla beyaz kağıtlara karalanan. Aslında çoğu zaman bir kalemin karasındaydı bütün beyazlıklar. Ve bir yerlerde vardı hâlâ, kimi zaman yok olduğunu sansam da, sakınıp saklayıp onları temiz tutmaya çalışan insanlar.
İşte bu yüzden, hiç tanımadığım insanların ardı sıra yürürken akşamın geç bir vakti, her şeyi neden bu kadar önemsediğimi düşündüm. Ne önemi vardı kızgınlıkların, ne önemi vardı kanayan yaraların? Önemli olan yalnızca kendin gibi olabilmek değil miydi şu koca kalabalıkta? Ve seni anlayan birkaç kişiyle karşılaşabilmek. Bir şarkıya, bir cümleye, bir gülümsemeye ortak olabilmek. Unutabilmek belki, içindeki denize gizlediklerin, zamanla hafifleyip çıktığında su yüzüne. Ve sevmek, olacakları ya da insanları değiştiremese de, yettiğine inanman gerekse de her seferinde...

*Küçük İskender

25 Mart 2010 Perşembe

İçinde yaramın kabuğu var

Gözünün içine bakarken kıymetini bilemediklerinin, keyfini, sağlığını, gün gelecek başkalarından soracaksın. Bir yabancı gibi geçip giderken yanından; suçun dilinde takılı olacak, konuşamayacaksın. Hoş, ne söyleyeceksin konuşsan da. Kimi zaman özür dilemenin bile bir işe yaramadığını anlayacaksın. Bile bile yapılan hatalar özür tutmayacak çünkü.
Kaçamak bakışların ulaşmadığında gözlerine, bu kadar yakınında dururken, o kadar uzağında olmanın çaresizliğini duyacaksın. Uzun, anlamsız bakışlarla karşılık verecek ulaştığında da; için acıyacak. Sevgisini yitirmiş o gözler, yabancı olacak artık sana. Bilmediğin bir memlekette, dilini bilmediğin insanlar arasındaymışsın gibi bir yalnızlık çökecek belki yüreğine. Belki de yalnızlık hiç uğramayacak senin şehrine.
Ama geçecek bütün zamanlar, geçecek bütün yalanlar. Ve izi kalacak yaraların. Sen bütün geçenlerden sonra, sadece o izlerle anılacaksın. Ve ne yazık, bir yara izi olup acıyla anılmayı, iz bırakmak sanacaksın.

24 Mart 2010 Çarşamba

Ya da yazma ne bileyim hani, tutarsa tersi


Özür

Uzun cümleler kurabilir, güzel kelimelerle süslü onlarca yalan söyleyebilirdim sana, evet. Yıldızlardan bahsedip, hayaller kurdurabilirdim. Unuturdun bütün dertlerini ben konuştukça. Susmaktan bu kadar mutluluk duyduğun başka bir yer olmadığını düşünürdün. Ama olmazdı, yapamazdım. Eksik kalmıştı bir şeyler işte. Anlat desen anlatamazdım belki. Senin de sormaya cesaretin yoktu belli ki. İnan bana, sadece gözlerini kamaştırmak yetmezdi mutlu olmana. Ve sadece senin mutlu olman yetmezdi bir yakınlık kurmaya. Özür dilerim... Ama dilim varmadı seni kandırmaya.
Fotoğraf : Barış Özoğul

Gelmiş bahar



Düşbaz - Bahar

İçinde bahar geçen, her seferinde içimde bahar havası estiren şarkılar dinliyorum şimdilerde. Açılıyor sandıklar. Naftalin kokusu sinmiş, eski yolculuklardan kurtarılan ne varsa kaldırılmış sandıklar açılıyor. Gönül, içinde biriktirdiklerine hayretle bakıyor. Modası geçmiş dantellere bakar gibi bakıyor, ortaya çıkardıklarına. Hava aldırıyor bütün hücrelerine. İçine siniyor bahar havası, güneşin sarısı. İçine siniyor söylediği her cümle. Her şeye rağmen gerçeği söyleyebildiği için rahat bir nefes alıyor. En zoru kendine itiraf etmekse bazen, dönüp "sevmiştim" diyebildiği için mutlu. Çünkü inkâr ettikçe gecikiyor bütün hikâyelerin sonu.

23 Mart 2010 Salı

Bahar geldiğinde mi ben böyle olurum?

Gözlerimin bir noktaya dalıp gitmesinden daha keyifliydi, bardağın üzerine çıkmış çay çöpünde misafir beklemek. Kimi uzun, kimi kısa boylu olurdu ve çay kaşığıyla toplanırdı biraz uğraşarak. Masanın üzerinde yerini alırdı sonra, kimliğini hiçbir zaman açıklamayarak.
Bu sabah kaşık yoktu fincanımın yanında. Hele çay çöpü... Hiç. Çaresiz daldı gözüm, balkonun kapalı panjurlarına. Yudum yudum içtim evin sessizliğini. Ellerim birbirine sığındı. Dünden kalan bir şarkı mırıldandım yalnızlığıma.
Alışkın adımlarla yürüdüm sokakları. Durakta beklerken güneş gülüyordu gözümün ta bebeğine. Ben gözümü açamadım. Oysa o eğlenir gibiydi bu halimle. Dalıp gitmemek için herhangi bir noktaya, başımı kaldırıp bakmaya çalıştım yüzüne. Gözlerimi kırpıştırdım sevinerek. Güne böyle başlayabilirdim her sabah; işte böyle güneşe yenilerek.

21 Mart 2010 Pazar

Yürümek






Yürümek;
yürümeyenleri
arkanda boş sokaklar gibi bırakarak,
havaları boydan boya yarıp ikiye
bir mavzer gözü gibi
karanlığın gözüne bakarak
yürümek!.. (Nazım Hikmet Ran)

Güneşli bir gündü. Sen de benim gibi güneşe mi uyandın bilmiyorum. Keyifle mi, yoksa baştan aşağı bir bıkkınlıkla mı kaplıydı gönlün uyandığında? Ben uzun zamandır ilk defa bedenen yorgundum, güneş "hadi kalksana" dediğinde. Ağrıyordu kollarım. Ama olsundu, geçerdi bedenin yorgunluğu. Biliyordum, geçiyordu.
Dışarı çıkıp usul usul yürüdüm. İnsanlar nasıl sokaklara üşüşmüşse, öyle denize üşüşmüştü martılar. Vapurların ardında, deniz kenarlarında, parçalara bölünmüş simitleri kovalıyorlardı. Deniz çok güzeldi yine. Öyle sakin, öyle tasasız. Ben burdayım diyor, vapurun ardında beyaz köpükler olup el sallıyordu. Martıların sesi, vapurun düdüğü, etraftaki insanların gürültüsü karışıyordu içime. Daha bir seviyordum İstanbul'u. Unutuyorum her şeyi, oyuna dalmış bir çocuk oluyordum.
Kalabalık yolları, bana bir şeyler anımsatan o otobüsün numarasını, sokak satıcılarını ardımda bırakarak yürüyordum. Geciktirilmeye çalışılan bir son gibi, uzadıkça uzasın istiyordum yol. Ve bir gökkuşağı olsun sonunda. Mutluluğun kapısı olacak bir gökkuşağı çıkmasını umuyorum, yağan yağmurların hatırına.


Fotoğraf : Gülay Aslantaş

19 Mart 2010 Cuma

İnadına


Kesilmiş bir ağacın geride kalan kurumuş kökünde, ben buradayım diye haykırıveren bir çiçek gibiyim. Ben buradayım diyor ya hani şimdilerde güneş, mavileşmeye çalışan bir gökyüzünde; ben buradayım diyor umutlu yanım, içimdeki hüzünlere. Yok, susmayacağım artık, sen bir köşeye çekilip duymak istemesen de.
Şiirler okuyup, şarkılar söyleyeceğim sana. Başka insanların hikâyelerini anlatacağım. Dinlerken bazen güzelliklere hayran kalacak, bazen yalnız olmadığına inanacaksın. İnanıp başka bir dünyanın olabilirliğine, birilerinin elinden tutacaksın. Yollara çıkacak, yolcu olacaksın yeniden. Gözlerinde korkularla, ellerin titriyor olsa da uzanırken, tutacaksın. Yüzmeyi bilmediğin halde, nasıl sırtüstü bırakmışsan kendini suya, işte tıpkı öyle bırakacaksın şimdi kendini, hayata.
Fotoğraf : Gülay Aslantaş

"İntiharın Genel Provası" oyunundan

"Kurt neden ot yemez?"
"Onun için bunu koyunlar yapar da ondan."

Serhat Mustafa Kılıç'ı bir kere daha sevdim, Bennu Yıldırımlar'ın dizilerde heba olduğunu farkettim. (Süperbaba hariç)
Çok eğlenceliydi. İzledim. İzlemelisiniz.

18 Mart 2010 Perşembe

Bulutları beklerken


Bulutları izledim bugün. Aynı bulutu hem sana, hem kendime benzettim farklı zamanlarda. İlk karşılaştığımda eli çenesinde biriydi, bana benziyordu. Sonra rüzgârla dağılıp umursamaz oldu, senin yüzündü. Savrula savrula uzaklaştı başucumdan. Parçalandı, yok oldu. Belki kara bulutlara karışıp yağmur oldu başka bir şehirde, belki de kocaman mavilikte küçük beyaz bir leke.
Bulut olup dağıldı içimdeki keder, bulutlar gibi dolanıp durdu gözlerimde küçük sevinçler. Ve başka insanların yüreğinde bambaşka ümitler olsun diye, gitti uzak diyarlara, bulutlara yüklenen düşler.
Fotoğraf : Gülay Aslantaş

17 Mart 2010 Çarşamba

Mum


Bir mum aleviydin içimde. O alevde görürdüm, dağlara doğan güneşin parlaklığını. Ama sadece elimi uzattığımda hissederdim sıcaklığını. İslenerek uzayan alevin üzerinde belirirdi parmak izlerin. Ve karanlıkta kirli bir beyaza bürünürdü hislerin.
Çırpınıp dursa da, aynı ipin üzerinde dolandıkça farkederdim ben ümitsizliğimi. Ama bilmezden gelirdim, o alevin durduğu yeri bile aydınlatmaya yetmediğini.
Bir gün, ufacık bir rüzgârla titreştiğinde farkettim, kendinden bile sakladığın o korkak hâlini. İşte o gün, iki parmağının arasında umursamazca söndürdün sen, bir ışığın düşündürdüğü bütün güzel şeyleri.
Fotoğraf : Barış Özoğul

Ya hepsi ya da hiçbiriyim

Gece soğuktu, usulca koynuna girdiğimde. Sızladı içimde bir yerler. Gittikçe koyulduğunu hayal ettiğim gökyüzünün laciverdiyle sarıp sarmaladım kendimi, sakındım ay ışığından. Işık vurmasın istedim yara almış umutlarıma. Oysa yara almazdı umutlar, vazgeçerdi insan yalnızca. Vazgeçtim... Vazgeçmekten vazgeçtim.
Seslendim içimin en uzak diyarlarına. Kimi zaman yenilgiyi kabullenememiş, kimi zaman bir inatla tutturmuş mızıkçılar gibi, bir köşede omuz silkerek oturma dedim. Bir düzene koydum, son an telaşına kapılmış gibi, bir karmaşaya boğulmuş düşüncelerimi. Sessizliğimi dinledim.
Yumuşak uçlu kalemlerimi, silgimi, suyumu-şekerimi, yanımda bulunması gerekli kimliğimi kontrol ettim bir kez daha. Hazırdım artık bütün sınavlara...


Üstelik bir şansımız var. Kimse yapabileceğimize inanmıyor./Devrim Arabaları

16 Mart 2010 Salı

O şarkı



Karmate / Skan Maskvama

Bazı şarkıları filmlerle sevdim ben. Bazılarını da aklımdaki sahnelere yakıştırdım hep. Kendim olarak asla dinlemeyeceğim birkaçını da, karmaşık zamanlarımda, kulağıma fısıldadıkları cümleleri için sevdim. Sevdim yani usanmadan. Kendimi eksik hissederdim, yapamazdım onlar olmadan.
Hareketli bir şarkıda hüzünlenmek gibi garip bir durum belki ama, bu şarkı, her dinlediğimde, "hadi" diyor sanki bana. Sen ne yapmak istiyorsan onu yapabilir, ne olmak istiyorsan onu olabilirsin. Hiç önemsemediğin bir sen var ya hani içinde, bırak artık onu, şarkı söylesin.

14 Mart 2010 Pazar

Erguvan


Hava yine soğuk belli ki, titreşiyor pencere önündeki sardunyaların yaprakları. Ve sararmış, kurumuş bazıları; koparıp atmak gerek. Ama önce, balkona çıkıp, o sarı ipe, iki yanından düzgünce mandallayarak asmalıyım çamaşırları. Sanki ne kadar düzgün asarsam, o kadar düzelecekmiş gibi hayatımın aksayan yanları. Hem belki o zaman gözüme ilişir, onca zaman nasıl bir boşvermişlikle çıkmışsam karşısına, bir türlü farkına varamadığım, çiçeklenmiş erik dalları. Ve bir ucundan aklımı, bir ucundan kalbimi tutup, düzgünce mandallarım kendimi de bir dala. Bembeyaz çiçekler gülümser yüzüme. İçimde garip bir telâş. Erguvanları düşünürüm sonra. Mutlu haberler getirsinler isterim, gelirken çiçekli dallarıyla.

"Dinmeyen Alkışlar" oyunundan...

"Guguklu saat... Onun bana hediyesiydi. Birtek onu aldım ayrılırken. Güzel olan tek şey bu. Geri kalan her şey rezalet."

Bu cümleyi duyduğumda anladım ki, güzel olan hiçbir şey kalmadığı için bu kadar üzülmüşüm ben.

12 Mart 2010 Cuma

Süpermen olmak lazım bazen

Yeni yollar bulsaydım kendime. Kaçma plânlarından arındırıp aklımı, gönül rahatlığıyla yürüyebilseydim o yolları. Ardımdan bakakalsaydı tüm kederlerim. Bir saç savuruşuma baksaydı, üzerime çöreklenen bu sis perdesinin dağılması. Saçlarımı hiç savurmamış olsam da denerdim. Yürümeyi severdim çünkü, ne zamandır bir küskünlükle oturuyor olsam da yerimde.
Adım atmayı unutmuştum sanki. Unutmuştum birine koşarak gitmeyi. Ve bir kağıt helva çıtırtısına gülüşlerimi eklemeyi. Hatırlanmayı bekleyen ne çok şey vardı, bir bilsen.
Dönüp dönüp aynı duvarın karşısına dikilmiştim ben. Burada bir kapı vardı diyerek. Yoktu oysa. İnanmıştım o duvardaki hayali kapılara. O kadar narindi ki gönlümün yaprakları, ben kapadıkça, her rüzgârda aynı sayfa açılmıştı. Bu yüzden artık rüzgâr esmesin istiyordum. Güneş gülümsesin bulutsuz bir gökyüzüne. Ve mutlu günler, şekere üşüşen karıncalar gibi doluşsun ömrüme.

11 Mart 2010 Perşembe

Bir yer var mı bildiğin?

Kalem kutumdaki kalemlere kokusu sinen rengarenk silgilerimi özledim. Ve sulu boyalarımı. Yarım bardak suda bir duman gibi dağılan renkleri; sarıyı, maviyi, yeşili. Resim defterinin suyla kabarıp şekil değiştiren sayfalarını, şekliyle birlikte değişen yaprak çevirme sesini özledim.
Özledim, çünkü gün geçtikçe azalıyor hayatımdaki kokular ve renkler. Yankılanıp duruyor etrafımda ama gerçek değil artık bu sesler. Yorgunum... Hafızamdan silinsin istiyorum, tüm kötü izler...

10 Mart 2010 Çarşamba

Kırık




Sonbaharın, bütün sevdiklerini bir yerlere savurup, yapayalnız bıraktığı ağaçlarla kaplı bir bahçe içinde, duvarın dibinde duran eski bir koltuk. Üzerinde yılların yorgunluğu ve hatıraları. Kimbilir ne oldu da kırıldı o sağ yanı? Kimler sığınmıştı kucağına bir zamanlar, hangi cümleler fısıldanmıştı kulağına? Ne zaman karar verildi, bahçedeki ağaçlara yaren olmasına?
Peki şimdi, en çok ne zaman ziyaret ediyor onu misafirleri; ne zaman kuruluyorlar, zar zor sığabildikleri o sol yanına? Kavgalardan sonra daha çabuk barışmak ya da en tatlı zamanlarında, o sağlam tarafı mutlulukla paylaşmak için belki?
O koltuk gibi kırık ya, kalplerimizin ve dirhem dirhem biriken umutlarımızın bir köşesi. Bu yüzden ne zaman sol yanına davet edecek olsak birini, titriyoruz korkudan; yolunu kaybetmiş küçük çocuklar gibi.

9 Mart 2010 Salı

Gerçek

İçimden haykırmak geliyor, yalancı bir samimiyetle ve dinmeyen bir iki yüzlülükle bana selam verdiğini anladığımdan beri. Aynalarda bile göremediğin, yastığa başını koyduğunda, yanından selamsız geçip gittiğin seni görüyorum yapmacıklığında. Oysa sen, hiçbir şey olmamış gibi devam ediyorsun benimle konuşmaya.
Ne olur ki bütün dünyanın gözünde kötü olsam ben? Ve herkesin nazarında bir masum olsan sen. Kimin, neyi nasıl gördüğünün ne önemi var söylesene? Neyi değiştirir bütün bu konuşulanlar, sen gölge oyunlarına hayranken böylesine?

Suret

Bulutlar denize inmiş gibiydi. Sisli, soğuk bir İstanbul sabahında, herkes ayrı bir telaşa kaptırmıştı kendini. Her sabah aynı yollar yürünüp, aynı otobüse biniliyordu ama, kimse kimsenin umrunda değildi. Otobüsün kirli camından görmeye çalıştım sokakları, insanları. Kızgınlıklar, kuruntular, sıkıntılar, alıp götürmüştü bizden bizi. Geride bize benzediğini sandığımız suretler kalmıştı yalnızca. Giderek artan yabancılığı, duvarlarımıza eklenen tuğlaları farketmiyor muyduk acaba? Yoksa bu oyun, ancak böyle mi oynanıyordu, dengeleri alt üst olmuş dünyada?

8 Mart 2010 Pazartesi

Nazarlık

Doğan güne eşlik edilen sabah kahvaltılarında, rafadan yumurtalar vardı; kuş cıvıltılarının seslendirdiği yeşilliğin tam ortasında. Birdenbire başlayan sağanak yağmurlar da, yapraklarda misafir su damlalarını, bir elmas gibi parıldatan güneş de, başımızdan hiç eksik olmazdı. Toprak yollar, dağlar, ormanlar... Ve çiçekler...
Rengarenk açardı çiçekler, türlü çeşitli isimlerde. Sarhoşluğun içmeden de olmasını muhtemel kılardı kokuları. İşte o çiçeklerin güzelliğine nazar değmesin diye, üzerine kapanırdı yumurta kabukları. Diyorum ki, rafadan yumurtalar pişirsem yine, sırf içimde açan çiçeklerin dallarına takmak için kabuklarını; yok edebilir miyim acaba, hiç peşimden ayrılmayan, o eskiden kalma korkularımı?

Çocuk sesi

Otobüsü dolduran kendinden vazgeçmiş kalabalığın ortasına, o ses yayıldığında; çok sevdiğim bir şarkının, giriş müziğini duymuş kadar sevinmiştim. "Ne zaman anne? Yatcaz kalkcaz, yatcaz kalkcaz, o zaman mı???"
Çocuk olmak, zamanı şimdide yaşamaktı. En uzun vadeli plânları "büyüyünce" idi onların. Büyüyünce okula gidilecekti, büyüyünce doktor, öğretmen olunacaktı. Büyümek, onlar için, bir masalda kahraman olmaktı.
Her anı tadını çıkararak yaşar, ertelemezlerdi yarına. Yarının var olduğu şüphesini her fırsatta anımsamak zorunda olmadan mutlu olurlardı çünkü. Şimdi, çok sevdiğim bir çiçeğin, benden hiç uzaklaşmasını istemediğim kokusu gibi, anımsadığım o zamanlar. Ne zaman küçük bir çocuğun sesine kulak versem, şimdilerini hayata kaptırmamış bir çocuk olurum yeniden, anlaşılmaz bir hızla geçmiş olsa da yıllar.

Lacivert

Galata köprüsünün altında, uçan martıları, gelip-geçen vapurları ve dalgalanan denizi izlerken, nargilenin fokurtusu eşliğinde; o günü anımsadım yine. Laciverdimsi bir kızgınlıkla kaplıydı gözlerin. Ne zaman kızsan, kaybolurdu maviliklerin. Fırtına çıkar, dalgalanırdı denizler. Üşürdüm. Kızgınlığına aldırmadan sarılırdın ben üşüyünce. Meltem olurdu bütün rüzgârlar, sen sarılınca; gözlerinin laciverdinde bile. Sen bilmezdin, o laciverde tutkundum ben. Bu yüzden kızdırırdım seni, her seferinde yeniden.

7 Mart 2010 Pazar

İyi ki doğdun Gülüş

"İçimin güler yüzü"
Tarih tutmuyor zaman, dostluğun olunca konu. Çünkü zamana sığmıyor bazı duygular. Onca gülüş, gözyaşı; onca umut.
Anladım ki, uzaklar yakınmış bazen, bazen de yakınlar uzak. Birçok şey değişirmiş de, bazı şeyler değişmezmiş zamana inat.
Doğum günün kutlu olsun. Dilerim, bir ömür sürsün mutluluğun.

5 Mart 2010 Cuma

Her zamanki gibi başladım; seviyor, sevmiyor...



Yaprakları rüzgârda savrulup dökülmeden toplasaydın o gelincikleri. Ve papatyaların yaprakları kadar sevebilseydin beni. Gerek duymasaydım ben de, papatyadan fallara. Gönlündeki nasırlara inat uzattığın ellerin dolanırken saçlarımda, yok olsaydı suskunluğum. Gözünden süzülmese de damlalar, inanırdım o zaman içindeki yağmura. İnanabilirdim her şeye, sen anlattığında.
Oysa ne gelincikler var şimdi ellerimde, ne de papatyalar saçlarımın arasında.
Gönlüne yağdı mı bilmiyorum ya, benim üzerimden hiç eksik olmadı o kara bulutlar. Yağmura gülümsemeyi ve papatyaları koparmamayı öğrendim yokluğunda, "seviyor" çıkacak olsa bile bütün fallar.

Anlarsın niçin uzak yerlere baktığımı*

Birer yanlarından tuttukları bavulu, sarsılarak taşıyorlardı yol boyu. Bütün geçmişi ardından bakakalsın istiyordu biri. Daha şimdiden ne kadar özlediğini bilmiyormuş gibi. Yaşadığı her şeyi yanında götürmek istiyordu diğeri. Canını acıtanları alt edebildiğini, en çok kendine ispat etmek ister gibiydi. İkisinin de birbirinden habersiz, bozguna uğradı istekleri.
O bavula sığar mıydı bu şehirde yaşadıkları? Her adı anıldığında, kapanmamış bir yara gibi kanamayacak mıydı? Birbirlerine sormaya cesaret edemeyecekleri kadar, yükte de, pahada da ağırdı soruları. Sessizce, ağır ağır ve gözleri dönmek için yerde bir sebep aranır gibi yürüdüler. Yolun sonu gelmesin, bir serseri yollarını kessin ya da hayat ortasından bölünmüş gibi, zaman dursun istediler. Hiçbiri olmadı. İkisi de istediklerini söylemeye de, kalıp yeniden başlamaya da cesaret edemediler. Bahaneler aradılar kayboluşlarına sessizce. Oysa işe yarar tek bir tane bile kalmamıştı ellerinde. Çünkü bahanelerin ardına katılıp heba edilmişti, geride kalan onca sene.
Bir bavulun iki ucundan tutarak yürüdüler o yolu. Ama bu şehre birer ucundan tutunmayı başaramadılar. Ve hayat, oynayınca elindeki son kozu, oyundan usulca uzaklaştılar.

*Öyle günler gördüm ki/Sabahattin Ali

4 Mart 2010 Perşembe

Son

Özenle saklanan cümleler, uyurken fısıldanır ya hani filmlerde. Ne olurdu yüzüne söylesen diye düşünürsün, ne olurdu saklanıp durmasan? Ama değiştiremezsin filmleri. Ve bazen, filmlere benzetirsin insanları. Değişmesini umut edip, hep aynı sona yenilirsin.


"-Yazarım sana.
-Yazma, o zaman bekliyor insan. Ee buraya cok az insan geliyor, cok insan
gidiyor. Ee kalanda bekliyor ama bazen cok uzun bekliyor. Yani hani, mesala
zanediyorsun ki, bir yoldan birisi gelecek, boş, uzun bir yol... devamlı ona
bakıyorsun. Ve sonra kimse gelmiyor. Yazma boşver..." (Vizontele Tuuba)

3 Mart 2010 Çarşamba

Sözlerimi geri alamam

Elini kolunu nereye koyacağını bilemiyor, virgüllerini de ellerinde unutmuş konuşuyordu. Hiç susmayacakmış gibi uzayıp giderken cümleleri, yüzüme yayılmış gülümsemeden dolayı mı bilmem, ters giden bir şeyler olduğunu hissetmiş gibi durdu. Kızması mı, gülmesi mi gerektiğini yüzümde aranırken, tereddütle ne olduğunu sordu. "Hiç..." dedim.
Ona söyleyememiştim ama, o şaşkınlığı, telâşı hoşuma gitmişti. Hem inanmıştım da mutluluğun bulaşıcı bir şey olduğuna, kısacık zamanımızda bana bütün hayatını anlatması, beni kendine inandırması gerekiyormuş gibi heyecanla sıralayıverirken aklından geçenleri. Ve emin olmuştum doğruluğundan, suya kavuşmuş bir dağ çiçeğiymişim gibi parıldatırken yüzümü, onun neşesi.
Uzun suskunluklarımın ilkiydi o gün belki de. Yüzüm sevinçli, kelimelerim dilsizken, "uzat ellerini" deyip, el kızartmaca oynamak geliyordu içimden, gözlerinde unuttuğu çocuğu görünce. Demek ki diyordum, insan gözlerine taşıyordu içindeki çocuğu, böyle sevince. Sen bana bakma diyordum içimden, ben zaten hep kendi kendime konuşurum böyle, biri karşıma geçip de güzel şeyler söylediğinde.
Biliyor musun, yıllar sonra bugün gördüm onu. Bütün heyecanı sönmüş, yorgun bir bakış yerleşmişti gözlerine. Önce tanımamış, sonra inanamıyormuş gibi baktı gözlerime. Dedim ki içimden, hayat bazen ne anlamsız oyunlar oynuyor, tanıdığım en heyecanlı çocuklara; birilerinin suretinde.

2 Mart 2010 Salı

Sesler, yüzler, sokaklar

Yere sert basan birinin, halı üzerinde dolanıp duran ayak sesleri; Ümit bey, heyacanlı bir bekleyişte sanki. Bardağa düşen çay kaşığı, birbirine değen tabakların, çatalların şıngırtısı; Macide hanım, kahvaltı hazırlıyor olmalı. Açılıp kapanan dolap kapakları ve çekmecelerin hafif gıcırtısı; Pelin, ilk buluşmasında ne giyeceğine karar verebilmek için, talan etti bütün dolabı.
Akreple yelkovanın o sonsuz koşturmacasının, boş bir odaya yayılan tok sesi. Telaşlı telaşlı konuşup, ayağını yere sürüyerek yürüyen birkaç çocuğun neşeli sesleri. Araba gürültüleri, kuş cıvıltıları...
Rüyasında beni kötü gördüğü için, sabah ilk işi, hatırımı sormak olan dost bir yüz; ne kadar kızdırsa da beni, bir sözüyle neşelendirebilmeyi de başaran bir yüz. Kalbimi çarptıranlar, kalbine konuk olduklarım... umutlarımı çoğaltanlar, sıkıntımı bakışlarımdan anlayanlar... söylediklerine, sevgilerine, samimiyetlerine inandıklarım... yanlarında olduğumda huzurla sarmalandıklarım...
Elele yürünmüş sokaklar, yan yana dolaşılmış yollar; çocukluk hatırası mahalle bakkalları, o sarı telefon kulübeleri; gerektiğinde ekmek arası, çoğu zaman bir bardak su istemek için içeri seslenilen pencereler, oyunlarımıza sahne olmuş boş alanlar, salıncaklar...
Bir bahar kokusu çalınıyor burnuma, havadan mı bilmiyorum. Onlar aklıma geldikçe çoğalıyor koku. Yaklaşıyorum galiba...

1 Mart 2010 Pazartesi

Aman kaptan, seyir defterini başkası yazsın

Yağmur çiseliyordu gönlüme, çamura bulanıyordu yollar. Suya doymuştu ama, yağan her damlayı yine de içiyordu toprak. Bata çıka yürüyor, fakat bir türlü denge tutturamıyordum, yalınayak. Vardığımda, sen yoktun sözleştiğimiz yerde. Önemsemedim ya, bir ihtimal daha vardı; hiç beklememiştin belki de. Yine de yürüdüm ben, buluşmaları bahane ederek. Her adımda kendime biraz daha yaklaşıyordum sanki, neden bu kadar uzaklaştığıma anlam veremeyerek.
Anladım ki, sen bir yanılsamaydın hayatımda. Yaklaştığımda kaybolup, başka bir uzaklıkta, başka bir surette yeniden yoluma çıkan. Ve ben, yollara tutkun bir yolcuydum hâlâ, bir türlü evine ulaşamayan...