Annesinin dışarı çıkmasına izin vermediği arkadaşı için, dil döken çocuklara benziyordu o akşam rüzgâr; ısrarcı, inatçı. Oysa ben, yanımdaki hırkayı, sadece yanımda olduğunu bilmek için taşımışım gibi, almıyordum üzerime. Çocuğunu parka getirmiş evhamlı bir anne edasıyla bakıyordum denize. Sanki bir an ayırırsam gözlerimi, bir şey olacakmış gibi, kesintisiz.
Tenefüs saatlerindeki bir okulun bahçesi kıvamında uğultulu bir kalabalıkla doluydu sokaklar. Sonsuz bir ümitle inilen merdivenlerden, hüsranla dönülen sınıflara benziyordu yollar. Ne kadar uzatmaya çalışsan da, hep aynı zamanda varılıp, hep isteksizce sıralarına oturulan. Küçük bir çocuk, kendi dilinde dondurma istiyordu babasından o sıra, o yolun kıyısında. Bir kahverengi, bir beyaz, bir pembe. Oysa konuştuğunda hep adı yazılıyordu yeşil tahtaların sağ alt kıyısına, bembeyaz tebeşirlerle, hiç de benzemeden vanilyalı dondurmalara. Sonra bir çarpı, bir çarpı daha.
Bize en çok susmayı öğrettiler okullarda. Silgilerimizin o kadar çabuk kayboluyor oluşunun, kendimizi ihbar etmek olduğunu anlamadılar. En çok varlık gösterdiğimiz şeyin hatalarımız olduğunu da. Kalemlerimizi, sırf kokularını duymak için ikide bir açıp bitirdiğimizi ya da. Ve kim bilir neleri, neleri daha...
Aklımda çırpınıp duran onlarca düşünceyi, türlü çeşitli yollardan gelip denize karışan dereler gibi, salıvermiştim bir kıyısından bu sulara, zamanında. Galiba şimdi de hatırlama vaktiydi. Zaten insanı üşüten de rüzgâr değil, içindeki fırtınaları sessiz sedasız kabullenen denizin, sana kendini hatırlatan sesiydi.
His
12 saat önce