30 Eylül 2011 Cuma

Çağrı

Bulutlar, üstü kirlense de oynamaktan vazgeçmeyen çocuklara benziyordu o sabah. Sanki onca kiri üzerlerinde taşıyan onlar değillermiş gibi, salına salına dolanıyorlardı gökyüzünde. Ve yağmur, bu duruma kızgın bir anne gibi gidip, söylenerek silkelerken üzerlerindeki griliği, usul usul iniyordu yeryüzüne.
Yanaştığım pencere kenarında, bu konuşmalara kulak misafiri olan bir yabancı gibi dinliyordum ben de; onun çatılarda, boş sokaklarda dolanan melodisini. Ama birdenbire susuyordu sonra, kendi kendine söylediğini sandığı şarkısının, birileri tarafından dinlediğinin farkına varan, utangaç, mahçup insanlar gibi. Aldırma sen bana desem de bir faydası olmayacağını bildiğimden, sadece susuyor ve umutla bakıyordum ona.
Herkesin bilemeyeceği yöresel bir deyimmiş gibi yüzümde asılı kalan o bakışa, daha dinler dinlemez seveceğim bir şarkı misali, bütün ritimlerini sokağa dökerek karşılık veriyordu o da. Sorulan soruya kendinden beklenmeyecek bir cevap veren çocuklar gibi şaşkına döndürüyordu beni. Ve şaşkınlığım, yağmura el açan bir çocuk olmama sebep oluyordu yine, yıllar sonra. Ardımdan anneanemin seslendiğini duyuyordum sanki, "el açma kızım yağmura, daha çok yağar."
Ben hep kollarımı kavuşturarak izledim, bu cümleyi duyduğum günden beri, yağmurları. Belki de o zaman öğrendim, insanın sessizce çağırmak için, bir tek ellerini kullanmadığını.

27 Eylül 2011 Salı

Korku

Yanıbaşıma konan küçük birer kuş gibiydi gözleri. Ya uçup giderse diye korktuğumdan mı bilmiyorum, yumamıyordum kirpiklerimi. Oysa o, yüzü yüzümün bu kadar yakınındayken bile sürekli kaçırıyordu bakışlarını, yoksayarak gözlerimin masal dinleyen bir çocuğu andıran umutlu bekleyişlerini. Ve kim bilir hangi kuşun kanadından aldığı renkleriyle uzak diyarlara göç ediyordu sonra, terkederek yüzümün çoğu zaman bulutlu bir göğü andıran kuytu köşelerini.
Gözlerim acıyordu ardından bakarken. Bir gün, aslında olduğu yerden hiç kımıldamamışken, gittikçe uzaklaşıyormuş gibi küçülen insanları izlerken kaybetmekten korkuyordum gözlerimi. Söylemiyordum bunu kimseye... söyleyemiyordum.
Uzun uzun aynalara bakmak istemeyişimi de saklıyordum diğer suskunluklarımın yanına. Ne zaman yolum düşse bir aynaya, aklımın takılı kaldığı yeri göstereceğini sanıyordum, göz bebeğimin yansısında. O yüzden hep gülümsüyordum bakarken aynalara. Gülerken kısılan gözlerimin içinde, sanki kaybolup gidiyordu korkularım da. Ben en çok aynaları seviyordum bu yüzden. Çünkü bir tek aynalardı o günden beri, beni korkularıma böyle hevesle gülümsetebilen.

18 Eylül 2011 Pazar

Kuş

Sıcaklığın esintiyle, birbirini kıskanan iki kardeş gibi kavga edip durduğu bir mevsimin akşamında, aklımızda dolanıp söze dökülmeyi bekleyen bütün her şey sanki yeniden canlanıyormuş gibi orada, denizin dalgalanışına bakıyorduk. İkimiz de bir eliyle diğer eline tutunmuş bir hâlde otururken, kim bilir kaçıncı kez aynı şeyleri düşünüyorduk.
Kendisine kolay gelen bir şeyi, başkasına anlatırken, nasıl bir açıklamaya gerek duymazsa insan, işte öyle, yanımızdan havalanıp uçtuğunda bir kuş, gökyüzünün bulutlu havasına; dalgınlığımız da dağılıp gitmişti azıcık, bu mucizenin nasıl gerçekleştiğini yine anlayamamış olsak da. Belki de bu fırsattan istifade, canı yandığında annesine yakaran küçük bir çocuk olmak istediğimi söyledim ona. Sorunlarımı birilerinin çözeceğini bilme güvenine bazen ne kadar da ihtiyaç duyduğumu. Ve bunca şeyle mücadele etmekten artık ne kadar yorulduğumu. Ben bunları söylerken, gözlerimde sevdiği bir filmin en can alıcı sahnesine rastlamışçasına, sevgi ve üzüntüyle karmakarışık olmuş bir hâlde, gözünü kırpmadan bakıyordu bana.
Bazen olayları anlatırken ne kadar zorlandığımdan bahsetmemiştim daha. Bir insanın iyiliğini onca yakından bilirken, bir anda nasıl da can acıtıcı olabileceğini görmenin ve dahası bunu bir başkasına söylemenin, insanın içinden alıp götürdüklerinden de. Uyandığında gördüğü rüyaya devam etmek isteyen insanlar gibi, tekrar denize döndüğünde yüzünü, ben söylemesem de anladığını biliyordum ama.
Bütün bunların üzerine, sanki neden peşinden gitmediğimize hayret edercesine yanımıza döndüğünde o kuş, asfalt zemini zerafetle adımlayan sevimli hâllerine bakarak sustuk ikimiz de. Ne kadar uğraşsak da anlatamazdık çünkü, bir insanın yaptıklarını söylemenin çekingenliğini atamamışken üzerimizden daha, asla inanamayacağımızı, kuş olup da gökyüzüne uçabileceğimize.

16 Eylül 2011 Cuma

Hiçbiri

Denizin maviden laciverte evrildiği saatlerde, gökyüzünde bir kuş misali başıboş dolanıyordum, arabaların hıncahınç doldurduğu, kaldırımlardan az hallice caddelerde. Bir eylül akşamıydı ve ben, bütün o kalabalığa rağmen, o akşamı böylesine güzel yapan şeyin ne olduğunu bulmaya çalışıyordum, gözucuyla etrafımdan gelip geçen insanları seyrederken.
Belki yanından geçen kadına, müziğini duyup da hatırlamaya çalıştığı bir şarkıymışçasına tatlı bir tebessüm ve dalgınlıkla bakan o adamın, birdenbire şairin sorduğu o mutluluk resmi gibi gözlerimin önünde belirivermesiydi sebebi. Belki de annesinin elinden tutarak yürümeyi henüz gurur meselesi yapacak yaşa gelmemiş o çocuğun, durup bana sevgiyle gülümseyişi. Ya da bir kadının, daha söylerken gerçekleşen dileği için, "bilseydim başka bir şey isterdim" demeyecek kadar sevinişi. Kim bilir, belki de bir sınav seçeneği gibi, hiçbiri.
Oysa ben, girdiğim bütün o sınavlarda, her şeyin bir nedeni olması gerektiğini düşünerek uzak durmuştum hep, o seçenekten. Ama emin olamamıştım da hiç, cevabının içinde olmadığı bir soruyu, bir insanın hangi sebeple sormak isteyeceğinden. Şimdi düşünüyorum da, bunca yıl ve onca yaşanmış şeyden sonra bile hâlâ anlamsız geliyor bana, kendime sorduğum o sorulara cevap bulamamak, aklımın içinde dolanan onca seçeneğin içinden.

7 Eylül 2011 Çarşamba

Kapı

Görmese, unuttuğunun farkında bile olmayacağı bir şeymiş gibi bakıyor gözlerine. Önce hiç gitmediği köyünün dağları kadar uzak, sonra baharda yeşillenen kırlar gibi, adı hiç bilinmeyen çiçekler açtırarak, uzun uzun bakıyor. Kısa bir gülümsemenin ardından da işaret parmağındaki yüzükle oynamaya başlıyor, sanki çok dikkat gerektiren bir iş yapıyormuş gibi, gözlerini ellerine saklayarak.
Kırıldığının farkında mı bilmiyor. Susuz kalmış toprakların yağmuru hızla içine çekmesi gibi nemlenirken kirpikleri, kim bilir kaçıncı kez yalan söylüyor; "yağmur" diyor, "nasıl da unuttu bizi".
İşte o an, bakışlarının ona yöneldiğini adı gibi biliyor, daha görmeden. Şimdi gözlerinin içinde, elindeki sigaradan mı kaynaklandığını hiçbir zaman bilemediği, incecik bir dumana benzeyen sözcükler dolanıyordur diye düşünüyor. Soluksuz konuşmayı sevmediğinden, arada kirpiklerini yumarak derin nefesler alıyordur. Saçlarına dokunuyordur sonra. Ve sabırla dönüp ona bakacağı zamanı bekliyordur.
Bütün bunları düşünürken, bakışların üzerindeki ağrlığı artıyor sanki. Eli kolu bağlı bir insan ne kadar hareket edebilirse, ancak o kadar hareket edebiliyor olduğu yerde. Ve biliyor, bırakılan tek seçenek bağırıp çağırmak olduğunda, kendileri olmaktan vazgeçmek pahasına bunu yapan kadınlar, istedikleri her şeyi söyleyebileceklerini anladıklarında, sessiz sedasız kapatıyorlardı kapılarını, işte böyle.

6 Eylül 2011 Salı

Kalem

Güneş, bir oyunun taraflarından biriymişçesine karşı binanın penceresine dokunarak, gözümün bebeğine kadar ulaşmayı başarıyordu yine. Şah ve mat. Aynı anda da bir damla, bu sahneyi tamamlamak ister gibi, gözümün pınarından yanağıma doğru başlıyordu yol almaya.
Nasıl yapılacağı bu şekilde anlatılmış olsaydı eğer, kesinlikle daha başarılı olurdum diye düşünerek, allık sürer gibi silerken o damlayı elmacık kemiğimden; kim bilir kime yollanırken, bana uğramazsa olmazmış gibi, okul çağlarında bir çocuğun kolları arasında kanatlanan çiçeklerin kokusu doluyordu odama, açık pencerelerimden. İşte o sıra, sanki çiçek kokulu bir parfüm sıkmışım da, daha kalıcı olsun diye boynumu açıkta bırakmak istermişim gibi topluyordum saçlarımı; onlardan çok aklımı toplamak ister gibi ama, yardım alarak tükenmez kalemlerden. Yine de unutamıyordum hiçbir şeyi. Aslında bazen, unutmak istediğimden bile emin olamıyordum.
Anahtarı kaybolmuş bir kilit gibi kavuşturduğum ellerim, onları orada bırakıp yollara çıkabilirmişim gibi sanki, öylece duruyordu masanın bir köşesinde. Sahi, insan elleri olmadan da çekip gidebilir mi? Kim bilir, belki de aklının kaldığını sandığın yerlerde, artık kimseye uzatmaya cesaret edemeyeceğin ellerini bırakıyorsundur bir tek. Ve belki de sırf bu yüzden, ne zaman kalem tutmaya niyetlense aklın, gözlerin dalıyordur bir damla yaş eşliğinde; yeni başlangıçlardan hep çekinerek.

4 Eylül 2011 Pazar

Bir şiir, bir şarkı

YAZ BİTTİ

yazın bittiği her yerde söylenir
söylenmeyen şeyler kalır geriye

ve sonra hiç bir şey olmamış gibi
ağır, usul bir hazırlık başlar
uykuya benzer yeni bir mevsime

orda burda,ev içlerinde,kır kahvelerinde,deniz kenarlarında
incelen yazın akşam esintilerinde
zaman usulca sıyrılır aramızdan
ta içimizde duyarız gelecek günlerin geçmişini
başka ne gelir elimizden
büyük bir uzaklığa gülümseyerek
geçiştiririz
ıskaladığımız şeyleri

yatıştırıcı rüzgarlar
dışavurur içimizdeki lodosu, poyrazı, günbatımlarını
saklar bizi
gözlerimizdeki hüzne 'dinginlik' adını verir
'seni iyi gördüm' diyenler
biz de iyi hissederiz kendimizi
elimizden başka ne gelir ki?

köşe başları, akşamüstleri,kokular
tozar gider zamanın boşluğunda
karışır anların kuytu belleğine
belki sonraları bir gün
hatırlanır aynı kederle
yazın bittiği her yerde söylenir
söyleyenler inanır bir şeylerin sahiden bittiğine
yaz biter
eskir geceler,serin,hüzünlü
yeni mevsime hazırlık: ömrün teyel yerleri
bir yanı telaş,bir yanı ürperten yaz sonu ikindileri
çıkarır sizi dalgın derinliğinizden
yaşadığınızı duyarsınız teninizde
bir zamanlar okumuş olduğunuz kitapları özlersiniz
sıcak odaları, beyaz, temiz yastıkları
ahşap panjurları
yaz bitti
bitmeyen şeyler kaldı geride

yaz bitti
yaz bitti
yüksek sesle söylüyorum bunu kendime
her yerde söylendiği gibi
yaz bitti
yaz bitti
hiç bir şey hiç bir şey
hiç bir şey
yalnızca üşüyorum şimdi

Murathan Mungan



3 Eylül 2011 Cumartesi

Masumiyet

Sevdiği birine kızdığında, hep daha fazla söylenen insanlara benziyordu bu akşam rüzgâr. Çok şey fısıldıyordu kulağıma. Kendimi savunamayacak kadar yorgun, hatamın farkına varmamı sağlayacak kadar suskun, oturuyordum vapurun yan tarafında.
Akşamın yeterince kararttığı şehrin ışıkları bile, salınıp duruyordu sanki o rüzgârla birlikte. Bir mum alevine benzediğini birilerine söylersem eğer, delirdiğimi düşünmelerinden korkuyordum. Sırf bu yüzden işte, bir şaşkınlık belirtisi arayarak gözlerine bakıyordum yalnızca, "onlar da gördüler mi" diye; ama gözlerim hep boş dönüyordum.
En çok aynalardan korkuyordum öyle zamanlarda. Eğer kendimi görürsem, dayanamaz, yeniden konuşmaya başlardım; biliyordum. Oysa yorgundum kendimle konuşmaktan. Rüzgârı kızgınlığımın yansıması yapmaktan. Ve durup durup yaralarımı kanatmaktan. Ama insan hiç değişemiyordu, biliyordum.
Gece gittikçe puslu bir hâle bürünüyordu gözümde. Görünen birkaç yıldız da, buğulanan bir camın ardında kalmış gibi duruyordu gökyüzünde. İşte o sıra, omzuma bir el dokunup, beyaz bir mendil uzatıyordu. "Hayır" diyordum sessizce, "teslim çağrılarına inanmayı bırakalı çok oldu."

2 Eylül 2011 Cuma

Sonbahar

Dört gözle beklediğimiz mevsim, kıza söylene de olsa istenileni yapan insanlara benzetiyordu günleri. Yani bir yanda güneş, bütün kızgınlığıyla bir alacaklı gibi dikilirken tepemizde; diğer yanda ağaçlar, sararmış yapraklarını döküyordu, bir çocuğun tüketemediği sayılı zamanların serkeşliğiyle.
Sebebini bilmiyordum ama, bu kızgınlıkta bir şekilde benim de payım olduğunu hissediyordum nedense. Belki de bu yüzden görünmez olmak istiyordum yürürken. Arabaların korna sesine, çocukların şımarıkça söylenişlerine, hiç tahammül edemediğim bir müziğin nağmelerine karışıp yok olmak istiyordum. Çünkü insan en kolay sevmediği şeylerde kaybolabilir, biliyorsun. Kimsenin aklına gelmez gelip seni onların arasında aramak. Yine de saklanamıyorsun işte.
Çünkü en çok kızgınken var oluyorsun şu hayatta. Ve kendinle kavga ederken bazen, kaçırıveriyorsun içinden geçenleri, dışarıya. İşte o an, sanki birine çarpmışsın gibi "pardon" diyorsun. "Bunlar düşündüğüm şeylerin içime sığmayan kısmı" demenin saçma ama kısa anlatımı bu "pardon", diye düşünerek susuyorsun. Gülümseyerek bakıyorlar sana. Bazı insanlar gülünce ne güzel oluyorlar. Oysa içinde dolanan bazı düşünceler, özlemle bahsettiğin mevsimler gibi gülmüyorlar hemen öyle yüzüne.
Kim bilir, belki sen de en çok bu yüzden benzetiyorsun kendini, hep somurttuğunu düşünseler de, onu sevenlere mutlulukla gülümseyen bu mevsime.