28 Kasım 2011 Pazartesi

Bazuka / Murat Uyurkulak

Tutkular Kitaplığı
...
Adeta azarlar gibi, yine kesti sözümü:
"Sayın Davman, iyi edebiyatçıların değeri er geç bilinir, bunun böyle olacağını da her iyi edebiyatçı bilir..."
Şaşkınlığımın yüzüme vurmasına engel olamadım sanırım. Devam etti:
"Bakın, size kendi fikrimi söyleyeyim: Asıl vahim ve acı olanı, değeri bilinmemiş okuyucuların durumudur..."
"Nasıl?"
"Edebiyatçının eseri kalır, okuyucu ise ölür... Okudukça zevkleriniz incelir, daha tuhaf, daha rafine kitaplara, yazarlara el atmaya başlarsınız, bu meşgale sırasında muhtemelen hayat gailesi bakımından dibe doğru kaymaktasınızdır.. Okuduklarınızı, müstesna olduğunu düşündüğünüz satırları birilerine anlatmak istersiniz, zira şahsa mahsusun hazzı kısa sürer, ömrü uzun olan paylaşmaktır... Fakat ortalığı her zamanki gibi kaba saba kelimeler, düşük cümleler işgal etmiştir, o gürültüde kimse sizi duymaz... Okumak hem bir hayat başarısızlığının, ki unutmayın okumak mağlupların işidir, hem de derin bir yalnızlık hissinin sebebi olup çıkmıştır... Okuduğunuz onca kitabı, hayatınızı yatırdığınız o zorlu ve hassas meşgaleyi mezara götüreceğinizden korkmaya başlarsınız... Ve siz de bilirsiniz ki yalnız ölmek zordur, arkanızda mutlaka birkaç müttefik, birkaç şahit bırakmak istersiniz..."
...

Kış

Uzun zamandır dinlemediğim şarkıları dinliyordum, kuşlarla yarışırcasına dolanıp duran parça parça bulutların süslediği bir sonbahar gününün, akşamı hevesle bekleyen saatlerinde. Çok değerli bir emaneti muhafaza edercesine yumduğum sol elime başımı yaslamışken, modern zamanların sanat filmlerini aratmayacak sahneler yaşanıyordu gözlerimin önünde. Adam kadına sarılıyordu mesela ve dakikalarca tek kelime konuşmadan kalıyorlardı öyle.
Onları böyle birbirlerine sarılmış hâlde görünce, o camın ardında akan hayatın varlığını anımsıyordum yeniden. Kalkıp var gücümle içine karışmak istiyordum, kağıt helvalar eşliğinde. Çünkü bilirsin, kağıt helvaların tanığı olduğu yaşanmışlıklar hiç unutulmaz. Hep ama hep hatırlanır üzerinden yıllar geçmiş olsa bile. Hayatımda ilk defa unutmamaya ihtiyacım oluyordu ya, acemisiydim biraz. Cevabını bulamadığım bir bulmaca sorusunun beş harfli yanıtı gibi dolaşıyordum soldan sağa ama, bulamıyordum kağıt helva.
Olsun. Ben de gidip kış için en gerekli şeyleri alıyordum bir yerlerden. Yani 3 kazak, 3 kitap. Söylerken dilimi dolaştıran şarkıları indiriyordum tozlu raflardan. Önünden geçtiğim kafelerden kahve kokusu çalınıyordu burnuma, gülümsüyordum. İnsan yüzü gülerken daha çok inanıyor hayata. İnanıyordum işte, sevilmeyen bir mevsimin adının bile mutlulukla da anılacağına.

25 Kasım 2011 Cuma

Şehir

Rüzgârın umutsuzca estiği sokaklar boyunca yürüdüm o akşam. Şehrin üzerine örtülen o laciverdimsi örtünün dışına çıkabilecekmişim gibi sanki, durmadan yürüdüm. Az önce birini uğurlamış da, şimdi ne yapacağını bilemiyormuş gibi hareketsiz duran ellerim ceplerimde, nerden aklıma düştüğünü bile bilmediğim o eski, kırık şarkı dilimde, trafik ışıkları hariç yürüdüm. İnsanı yarıda bırakan trafik ışıklarıdır zaten. Sen tam kendini kaptırmış giderken kalakalırsın öylece. O kırmızı ışıkta karar verdim o gün; "bir gün trafik ışıklarının olmadığı bir yerde yürümeliyiz seninle." Üstelik yolculuk artakalanı değilken ellerimiz. Ve bir çocuğun gördüğünde komik ve çocukça bulacağı gibi elele. Kim bilir, belki biz gerçekten çocuk oluruz öyle yürürken. Sahi, biz çocukken de trafik ışıkları var mıydı bu şehirde? Ya da boşver, önemseme.
Nasıl yazıldığından bir türlü emin olamadığım kelimeler gibi dolaşıyorum zaten bugünlerde. Ne yana gitsem sanki hep yanlış. Bir köşesinde "basmayın" uyarısı bulunan çimlere dönüşüverecekmiş gibi kaldırımlar. Ve ince bir yağmur başlayacakmış gibi ardından. Ne olduğunu hiç bilemeyeceğim bir iç sıkıntısı yani. Kelimesi kelimesine hatırlamasam da, ana fikrini asla unutmayacağım cümleler gibi.
Bazen bir şeyi anlatmak bu kadar basittir işte. Seni anlayacağını bildiğin birine usulca tek kelime etmek yeter, sayfalarca cümle kurmak yerine. Bazen bütün hayatını içinden geçirebilecek birkaç kelime söyleyip, ellerinle bir cümleye tamamlamak gerek. Oysa ne garip, şimdi tek kelime bile bulamıyorum ben, sana söyleyecek.

23 Kasım 2011 Çarşamba

Su

Bir bardak suyu masmavi bir denize çevirecek kadar berrak ve güneşli bir bahar sabahına benziyordu gözleri. Sevdiğini gördüğünde eli ayağına dolaşan aşıklar gibi, kaşlarına dokunduğunda pür telâş uzaklaşan kirpikleri, küçükken çizdiğim resimlerdeki güneş ışınları misali yayılıyordu dört bir tarafa.
Oysa bulutluydu o gün hava. Kuşlar, hatırlamak istemedikleri bir anıları varmış da gökyüzünden uzakta kalmak istiyorlarmış gibi kaldırımları adımlıyorlardı durmadan, ufacık ayaklarıyla. İnsan kalabalığından ürkseler bile ayrılamıyorlardı o pembe parke taşlarından. Sağa sola kaçışıyorlardı yalnızca. "Siz kaçışmayın ben kenardan geçerim"in anlatılmaz çaresizliğiyle, onlar kadar ürkek adımlıyordum ben de kaldırımları. Gülümsesem anlarlar mıydı acaba? Gülümsüyordum.
Bugünlerde ellerimi sürekli bir yerlere çarpıp durduğumu hatırlıyordum gülümseyince. Gülümseyişim ellerimdeki kızarıklıklar, çizgiler, yara-bereler gibi ilk farkedilecek şey oluyordu yüzümde. Hani güzelliğinden değil de, belirgin olduğu için sadece. Sonra karşı konulmaz bir ağlama isteğiyle doluyordu içim böyle düşününce. Oturup ağlasam diyordum şu yol kenarında. Biri gelip "iyi misin?" diye sorsa ve ben daha çok ağlasam. Kuşlar, sevdiklerinin acısı karşısında kendi acılarını unutan insanlar gibi, bulutların bir göle benzettiği gökyüzüne doğru havalanıp uçsalar o sıra. Ve ben, sırf seni hatırlamak için dokunmasam bardaktaki suya.

10 Kasım 2011 Perşembe

Kuruntu

Aklı hep başka yerlerdeydi güneşin. Baba yadigârı saatler gibi hiç çebinden çıkarmadığı elleri ısınmıyordu bir türlü. Bir şeylere benzetip durduğu bulutların hızında adımladığı sokaklar, denizin dalgalanışına benzeyen saçları ve saçlarında dolanan güneş ışığı da yetmiyordu ellerini ısıtmaya. Oysa üşüyen bir çift el yetiyordu yine, insana yalnızlığını hatırlatmaya.
Kuaförden çıktığından beri yüzüne yerleşmiş olan o çakırkeyif gülümseme, tırnağındaki rakı beyazı ojelerden miydi bilmiyordu. Hem insanlar gülümsemesine mi bakıyorlardı böylesine mutlu mutlu? Peki birileri, ellerini değerli bir maden gibi sakladığını farkediyor muydu? Hiçbirinin cevabını bilmeden yürüyordu yine de, giderek kalabalıkların içine karışarak. Oysa insan kendini en çok kalabalıklarda hatırlıyordu. Yani ellerini ve içindeki boşluğu.
Bir göz mesafesi kadar uzağındayken hayatın, bakışları hep başka şeylere takılıyordu işte. Titreyen elleriyle çay bardağı taşıyan kadını, aynı elleri kirlendiğinde üzerine silen ufaklığı, sevgilisinin ellerini kendisine emanet edilen değerli bir taşmış gibi sarıp sarmalayan adamı görüyordu; cebinde hiçbir şey kalmıyordu. Sanki kanatlanıp uçabilecek birer kuşmuş da, onları gördüğünde dayanamayıp benzer şeyleri yaşamak için uçup gitmişler gibi, kayboluyordu elleri.
"Ya biri durdurup bir şey isterse" diye korkarak yürüyordu yolların kalanını. Belki de bu yüzden biri adını seslendiğinde, yakalanan bir suçlu gibi duruyordu olduğu yerde öylece. Dönüp baktığında, adı zaten bütün söylemek istediklerinin karşılığıymış gibi sessizce elini uzatan bir adam, gülümseyerek duruyordu karşısında. Olacakları rüyasında görmüş de, saklaması için ona emanet etmeye karar vermiş gibi, o da uzatıyordu ellerini karşılık olarak. Ve gülümsüyordu yine, çakırkeyifliğini umuduna katıştırıp şarkılar mırıldanarak.