29 Kasım 2007 Perşembe

Bağlamanın telinde bir çift söz

Hava soğuk, gökyüzü gece karası, sokaklar kalabalıktı. Kafamdakiler dağılsın diye yürüdüm. Belki ilk defa yürüdükçe daha çok gömüldüm düşüncelere. Kararlar alıp, caydım. Tespitlerde bulunup, yalanladım. Suçlular bulup, akladım. İnsan kendiyle nasıl kavga eder, yeniden duyumsadım. Sonra yine hiçbir şey düşünmemek, her şeyden uzak kalmak için, hepsinin üstünü örtmeye karar verdim. Bir konser salonunda kurtulmayı denedim düşüncelerimden. Bağlamanın sesinde açığa çıktılar birer birer. Bir zincirin halkaları gibi birbirinin peşi sıra gelip karşıma dizildiklerinde, daha bir ağır hissettim kendimi. Sonra dalıp gittim türkülere.
“Söğüdün yaprağı narindir narin
İçerim yanıyor, dışarım serin.”
En dar vakitlerde, kimse görmesin diye alelacele sakladığım anıları buldum söylenen türkülerde. Yad ettim ve ne çok şeyin değiştiğini farkettim. Tükenenleri, tükettiklerimi yeniden gözden geçirdim. Konser bittiğinde, her dinlediğimde yeniden hatırlayayım diye, bıraktım yerlerine karşıma çıkanları. Bir kendimi aldım salondan çıkarken, yine başbaşaydık…

Kasım/2007 (Erkan Oğur-İsmail Hakkı Demircioğlu konseri sonrası)

26 Kasım 2007 Pazartesi

Yine mi?

Bir insan neden yapar bunu kendine? Sonu gelmeyecek, ne mantık, ne tarih tutmayacak şeylerin peşinden, niye böylesine gidesi gelir?
En ufak bir davranışını bir hüzün bulutuna çevirip, içine dolup taşan bu ağlama isteğiyle kıvranıp durmak, ne kazandırır insana? Her defasında aynı yollardan geçiyorsun. Öğrenmiş olman gerek artık, virajlarını, eğimini, engebesini, seni zorlayan şartlarını. Yetmedi mi bugüne kadar yaşadıkların, yorulmadın mı?
Vazgeç ne olur. Bari bu sefer acı çekmeden vazgeç. Yine en çok sen acı çekecek, yine yalnızlığına yenik döneceksin. Yapamayacağın kararlar almana sebep olan, kızgınlık, kırgınlıklar yaşayacağın sonlara ulaşmadan, kalbin daha fazla hırpalanmadan, gözyaşlarını içine akıtmak mecburiyetinde kalmadan vazgeç.
Şimdi ufak sıyrıklarla atlatabileceğin bu badireyi, ilerletirsen, bir yıkımla altında kalacağın tehlikeli yüksekliklere ulaşacak. Önlemlerini al, koru kendini olacaklardan.
Daha şimdiden yutkunurken yakıyor düşündüklerin. İçine yayılan gereksiz bir ağrı var.
Yine mi aynı şeyler, hayır olmamalı. Bile bile lades değil artık gerekli olan. Şimdi böyle olmamalı, bunu aklına takmamalısın. Başka şeyler düşünmeli, bundan biran önce kurtulmalısın…

Kasım/2007

23 Kasım 2007 Cuma

Tanımlama...

Sabah güneşi ardımda, yansıyan gölgem uzun sokakta. Evet, bu gölge bana ait. Saçları toplanmış, eli çenesinde. Gölgesinden bile tanıdığım insanlar var benimde.
Bir insanı kokusundan, gölgesinden, uzaktan gelen sesinden, kapıyı çalışından, yazdığı kelimeden, söyleyiş biçiminden tanıyabilmek, nasıl güven verici ve sevgi dolu değil mi?
Çocukken misafirliğe gittiğimiz bir yerden ayrılacakken, paltosunu istemişti dedem. İçeride bir sürü palto vardı, yatak üstünde sıralanmış. Olabileceğini tahmin ettiğim bir tanesini alıp, koklamıştım. Evet, dedem kokuyordu. İnsanların kendilerine has kokularının o zaman farkına varmış, onu uyutmayı bıraktığında, annemin kıyafetleriyle uyuyan kardeşimi görünce de bu farkındalığı perçinlemiştim.
Bir beyaz kağıda elimi koyup, çizdiğim şekil kadar tanıdıklarım ve tanındıklarım da var elbet. Ne zor şey kendini anlatmak. Hele de benim gibi yanlış anlaşılmalardan korkan biri için.
Bazen, hiç tanımadığım bir yerde, yapayalnız olmak gibi dileklerim oluyor. Ama “neyin var, durgunsun?” diyecek birinin olmadığı bir yer ve bu durum, insanın tahammül edebileceği bir yalnızlık mı acaba?, diye de düşünüyorum bir yandan.
İçimin kapılarını ardına kadar açıp, içeride ne varsa, ne için ne düşünüyorsam saklamadan, yanlış anlaşılır mıyım diye düşünmeden anlatabileceğim; “kötüyüm” dediğimde yanımda bulduğum bir dostun tanıdıklığından nasıl vazgeçer, buna nasıl ihtiyaç duymaz insan söylesenize.
Gül peşinde koşarken ezilen papatyalar gibi olmasın, yanımızda yöremizde varolanlar. Hatta içimizde bulunanlar.

Kasım/2007

Ölmek ne garip şey anne

Bir hastane kapısında acıyla yüzyüze gelmiş, ne olduğunu anlamaya çalışırken; gördüğün taksiden inen teyzeyle, başka şeyler düşünmeye başlıyorsun. Aklın kıyas yapmaya, ölüme bir sıra biçmeye yelteniyor çaresizce. Bütün bildik sözler sıralanıyor ardı ardına. Biliyorsun sende, bunu da sindirip, tahammül edilebilir hale getireceksin, ama zamanla. Fakat bundan sonra, genç ölümleri duyduğunda, bir film karesi gibi aynı sahneyi defalarca hatırlayıp, her seferinde aynı şeyleri hissedeceğini de biliyorsun.
Erkendir her ölüm, sevdiğini uğurlarken buralardan. Başlangıcı olup sonsuza uzanan tek şey zamandır. Ve geriye kalan herşey, onun içinde kaybolmaya mahkumdur, biliyorsun. Bunu tahmin etmemişsin işte, hiç böylesi aklına gelmemiş. Düşlemiş miydin? Böyle birşeyi nasıl düşlersin ki, düşlemedin elbet. Sevdiğin hiçkimseye yakıştıramadın ki ölümü. Onlar sıcaktılar, sevgi dolu. Ama ölüm, içini üşütecek kadar soğuk. Ellerin değil, duygularındı üşüyen şu yaz ortası.
Görememek, konuşamamak. Bir gün önce yanında olandan, artık bir ömür boyu ayrı kalmak gibi yakıcı hisler kapladı heryanını. Bu idi demek, sevdiklerinden önce gitmek isteyişinin nedeni. Bunu nasıl bir bencillikle istediğin ve isteğini ne kadar geçerli nedenlere dayandırdığın aşikardı şimdi.
Ona senden yakın olanların acısını görünce, sakladın kendi acını. Öncelik sırasını karıştırdın acıların. Onların bu haline mi, acının asıl nedenine mi üzülüyordu için, en ilk?
“Birileri yeni kitaplar yazacak, okuyamayacaksın; yeni filmler çekilecek, izleyemeyeceksin; sevdiğin bir şarkıyı bir daha dinlemek isterken, dinleyemeyeceksin.” diyordu ya filmde. Gideceği zamanı bilerek yaşamanın verdiği ağırlığı, bir kez daha hissetmiştin o sahneyi izlediğinde.
Sana acı verenin, onun acılarına son verdiğini aklına getirdin bunları düşününce. O, kurtulmayı diliyordu belki de, kurtuluş ölüm olsada; oysa sen, razı değildin ölümüne, onun acılarından habersiz olsanda. Bu açmazda, kim daha acılıydı ki acaba?

Kasım/2007

20 Kasım 2007 Salı

Hayali...

Yazacaklarım, çok ufak bir an gördüğüm bakışın eseri aslında. Ama onu besleyen hayallerim, düşündüklerim de yok değil. Sadece belli zamanlarda gördüğü, bir kıza olan aşkını anlatıyor çocuk. Peki “niye yazıyorum bunu?” Hala olabileceğini bilelim ya da inanalım diye. Siz seçin, hayal sizin…

İşte geldin…
Saçların yine pek bir güzel bugün. Yüzün, bakışların çok güzel. Bütün bunları sadece 1 saniyelik bakışında yakalayabilmem mucize değil, seni senden iyi tanımamdan elbet. Hiç konuşmadan, tanışmadan hemde.
Bilsen ne çok korkuyorum “ya bu sabah aynı otobüse binmezse?” diye. Bilsen seni görmediğim sabah, o günü daha o saatten gözden çıkardığımı; sabahları nasıl iple çektiğimi bir bilebilsen keşke.
Tam karşına oturdum işte, yüzün bana dönük. Otursanda, ayakta olsanda, yanında, karşında, çaprazında, seni görebileceğim herhangi bir yerde olacağım nasılsa.
Dün camdan dışarı bakıyordun. Senin gözlerinle baktım bende, günler boyu görmekten ezberlediğim yerlere. Rüzgardan sallanan ağaçlara baktın, pencereye yaslanmış dışarıyı seyre dalan 3.kattaki kadına, karşıya geçmeye çalışan yaşlı teyzeye, elinde sigara, dolaşan liseli öğrenci kalabalığına, karşı kaldırımda elinde bir sopayla yalnız başına yürüyen, gözleri görmeyen kıza; simit satan o küçücük çocuğa. Anladım ki ben seni izlerken, sen dünyayı izliyordun milim milim, her karesini. O karelerden biri de ben olmak istedim. Etrafı inceleyen gözlerin, beni de görsün istedim.
Yaşlı teyzeye yol vermeyen arabalara kızdın galiba. Simit satan çocuğa, cama yaslanmış kadına, tek başına yürüyen, gözleri görmeyen kıza bakıp, dalıp gittin. O an, öyle bir sarılıp öpme isteğiyle doldum ki. Elimden gelenden de fazla çaba göstererek, kötülüklerden uzak tutmaya çalışacağımı anlatmak ister gibi, sarıp göğsüme saklamak istedim seni. “Üzülme, ben varım artık” demek. Bir çocuk kadar masumdu o güzel yüzün. Bu haline dayanamadım.
Ne çok karşı durdum, yok saymaya çalıştım hislerimi bilsen. İçimde var olmadığına ikna etmeye çalıştım kendimi. Ama kalbim de bana karşı durdu işte. Aslında en çok onun uzak durması gerekirdi senden. Yaralarını daha yeni sarıyordu. Cesaret edemez, o da vazgeçer sanıyordum. Bir merhem gibi seni sürdü yaralarına, iyileştirdi kendini. Ben de teslim oldum sonunda, vazgeçip nafile çaba direnmekten. Sendeyim işte. Sende tam şuramdasın, kalbimde.
Seninle olabilmek için bir durak önce iniyorum otobüsten. Seninle karşıya geçiyorum. Sen işyerinin kapısından girince, bir durak arası yürüyorum, o günkü güzelliğini düşünerek.
“Bir bakış bile yeterken, anlatmaya herşeyi
Kalbinizi dolduran duygular, kalbinizde kaldı.” diyor ya Necatigil, bende tekrarlıyorum içimden, söylediklerinin birkez daha farkına vararak.
Ellerim ceplerimde, ıslık çalıp, sekerek gitmek geliyor içimden, şu yolu. Böylesine bir duygusun bende işte. Yüzünü görmek, en değerli hazinelere değişilmez. Dünyadaki tek varlığım, o güzel bakan gözlerin.
Kimseye anlatamıyorum seni nasıl sevdiğimi. Gözlerime ışık, hayatıma renk getirenin, bir çift gülen göz olduğunu bilmiyorlar. Erkeklerin dünyasında bu işler daha başka türlü yürür. Beni besleyen duygularımı anlatamam. Sana bile anlatamamışken, kimlere anlatılmadığının ne önemi var ki zaten?

Kasım/2007

18 Kasım 2007 Pazar

Çember

Renk renk sıralanmış kaldırım taşları. 3 sıra pembe, 3 sıra gri, sonra yine pembe. Sadece pembelere basarak yürümeye çalışıyorum, iki tarafı ağaçlarla çevrili yolun kaldırımını. Aklımda başka birşey yok, sadece basmamam gereken gri kaldırım taşları.
Ne dün tekrar farkettiğim değişme gerekliliği, ne kendime acıma halleri, ne bu halime kızgınlığım. Oyun oynarken topu elinden zorla alınmış, bir köşeye çekilip içli içli ağlayan bir çocuk gibi hissetmemi bile hatırlamıyorum.
“Hayatımı sahibinden satışa çıkarsam?” demiştim, bunları hissettiğim akşam.
“Ne oldu?” dedi arkadaşım.
“Hiç, hiçbirşey. Tam da bu yüzden satmalıyım ya işte…”
Yolda gördüğüm, annelerinin, babalarının elinden tutmuş, kimi paytak paytak yürüyen gülen yüzlü çocuklar, yerlere düşen sararmış yapraklar, geçen arabada çalan sevdiğim şarkı, hep pembe. Araba gürültüsü, asfaltı kazılmış yollar, bu karmaşa ise gri, herzamanki gibi. Grilere basmamalıyım…
Yağmur başlıyor. Pembe parke taşları, grilere oranla daha çabuk belli ediyorlar yağmurun içlerine işleyişini. Zaten oldum olası sevmedim yağmurda yürümeyi, şemsiye taşımayı. Ne zaman yağmurda yürüsem, başım ağrır benim. Hele de biraz şiddetliyse o yağmur damlaları, damladığı yeri ağrıtır sanki. Lisede arkadaşlarım ne gülmüşlerdi bunu söylediğimde, “sen saçını yıkarken ne yapıyorsun peki?” diye. Öyle değil işte O zamanda demiştim ama faydası olmamıştı.
Ne çok yürüdüm bu yolu ben. Ne kızgınlıklarda, üzüntülerde, sevinçlerde. Ve kimbilir daha ne duygularda. Ama hep sevdim bu yolu ve yürümeyi, bu ağaçları, tanıdıklığı.
Kafamda o akşamdan kalan soru yığınları, serpiyorum birer birer gri taşlara. Ne kadar önemsiz hissetmiştim kendimi. Ve değersiz, silik. Bir nokta gibi hani. “Ne işim var burada?” demiştim, “Niye buradayım?”. Ve “Niye böyleyim?”
Sorularım, onlardan yarattığım sorunlarım ve ben, bir çember içinde gibiyiz. İlerlemek bile başa dönmek demek. Dışına çıkmak gerek bu çemberin. Yıkıp dökme isteğim var ya hani, aslında buradan başlamalı.
Şimdi birazda dışında olma zamanı…

“şiirlerle şarkılarla
kendini avutacaksın
ya dışındasındır çemberin
ya da içinde yer alacaksın”

Kasım/2007

15 Kasım 2007 Perşembe

Bilindik mi, doğru bildiğin mi?

Nerelerden alıp geldin, şimdilerde hint kumaşı misali değerli bu insani özellikleri sen? Kadın-erkek eşitliği mi? O da ne, ne gerek var kuzum? Belli kuralları (!) var bu işin. Kadın susar, alttan alır. Bilmez misin de konuşursun böyle sen?
Kadını ikinci sınıf insan statüsüne sokan anne profilleri ağzından, “annesinden kızına öğütler” diye uzun bir listeyi sağda solda yayınlayan da bu zihniyet, bilmez misin?
Kadın-erkek ayırımı yapmadan, insan tek başına ayakta kalmayı bilmeli diye düşünürüm ben. Kardeşim bu yüzden evde tek kaldığında, aç kalmaz; yemek yiyip üst köşeye çekilmez; sultanlık, saltanat devirleri gibi ayağına hizmet beklemez. Ortaktır yaşam, birinin hizmeti, diğerinin keyfi üzerine kurulmaz. Bu ülke buna ne kadar hazır, ne kadar kabullenir tartışılır tabi.
3 kız arkadaş gittiğiniz ada tatilinde, her oturduğunuz yerde, “öğrenci misiniz?” diye sormaları; değilseniz nerden, neden geldiğinizi öğrenmek istemeleri, o tatil yöresi içinde bile olabiliyorsa, vay gün görmemiş yerlerin haline demek geliyor içimden.
Geçenlerde bir televizyon programında, aldatmayı konuşuyorlardı. Kadınlarda ve erkeklerde aldatma nedenleri ile ilgili bir araştırma yapılmış. Bir adam konuyla ilgili yorum yapıyor. “Erkek aldatırsa geri dönebilir, kadın aldatırsa geri dönemez.” sonuçlu, bir paragraf konuşma. Aldatmanın kadını erkeği mi olur gözünüzü seveyim, bu nasıl bir seviyesizliktir diye söyleniyordum kendi kendime. Yerli yersiz 21.yüzyıl ve gelişme nutukları atan bu insanların, bu kadar cehalet içinde olmaları, yeni alınmış bir takım elbise gibi üstlerine geçirdikleri o medeni insan görüntülerini, işlerine geldiği şekilde kullandıkları aşikar, bu soyutlanmış insan suretleri, deli etmeye yetiyor insanı.
Seninde bu konuda çelişkilerin var hala, evet. Belli kalıplarla yetişmiş bu toprakların her genç kızı gibi, aklına yer eden bazı şeyleri değiştiremiyorsun, doğru. Ama bu, kendini ezdirmeyi marifet sayan bir ruhun olduğu durum değil kesinlikle.
“Ben anlamıyorsam kesin önemli birşeydir.” deme devirleri gerilerde kalmadı mı? Kötüleri geride bırakıp, iyilerle yola devam edeceğimize, tersini yapıyoruz, ne garip değil mi?

Kasım/2007

14 Kasım 2007 Çarşamba

Bugün güzel bir gün olsun

Deliksiz uykulara hasret gecelerde, kapı önünden, evin yolunu geç tutanların sesleri doluşur bazen odaya. Sadece karmaşa içinde sesleri duyarsın, ne konuşulduğunu bilmeden. Bu sessizlik ne güzel. Böyle sessizliklerde, çığlık çığlığa bağırdığını hayal edersin hep ama, şu an sessiz kalmak en güzeli.
Saçma sapan rüyalar girmiş uykuna. Neredeyse ömründe var olan bütün insanlar sözleşip, bir akşam buluşmuşlar gibi, hepsini birlikte görmüşsün. Özlediğinde var içinde, “şimdi bu da nereden çıktı?” dediğinde. Hepsi bilinçaltından birer birer yüzeye çıkıyorlar bu gece. Sevdiklerin, nefret ettiklerin, üzdüklerin, seni üzenler, ihmal ettiklerin, seni ihmal ettiğine inandıkların.
Çocukluğunun o kocaman bahçesinde top oynarken, aşağıdaki boşluğa düştü sanıp, “eyvah!” diyene kadar, bir daire çizip geri gelen topa şaşırdığın kadar, şaşırıyorsun, rüyana giren genç, çocuk yüzlere.
Dibinden balını emdiğin bahçenizdeki çiçek geliyor aklına, adı gelmesede. Yan komşunuzda içtiğiniz çaylar, alt katınızda oturan, matematik dersi aldığın abinin, ders bitimi ödül diye verdiği, ama asla yiyemediğin ağır nane mentollü şekerler.
Hala gördüğün o bahçede, o beyaz çiçek yok. Tıpkı artık İstanbul’da olmayan o komşularınız gibi. Başka yerlere göç etmiştir belki; ilkokulun yarısında, başka bir şehre çok üzülerek gönderdiğin arkadaşın gibi. Nerdedir kimbilir, ne yapıyordur acaba? Hatırlıyor mudur o da, pikniğe gitmek için hevesle bekleyişinizi boşa çıkaran o sevimsiz kıza, nasıl sinir olduğunuzu. Sen hatırlıyorsunda, hatırlamak marifet mi, onu bilmiyorsun galiba.
Gece sessiz sessiz ilerliyor. Karanlıkları ardında bırakarak bir gün daha doğacak ufuktan. Nasıl olacağı belirsiz senin için henüz. Her şeyi kayda alan aklın ve kötülüklere yer bırakmamaya çalıştığın kalbinle; diliyorsun, umuyorsun ve söylüyorsun.
Bugün, güzel bir gün olsun…

Kasım/2007

12 Kasım 2007 Pazartesi

Boşluk

Bir fincan yeni demlenmiş çay elimde, camdan dışarıya boş boş bakıyor gözlerim. “Gidelim buralardan, dayanamıyorum.” diyor Nazan Öncel. Sorunum buralarla mı bilmiyorum ama, şu an bulunduğum duygularla ilgili olduğunu iyi biliyorum.
Çok sıkıldım artık aynı ruh halini yaşamaktan, aynı şeyleri anlatmaktan. Çok sıkıldım şarkı sözleriyle avunmaktan. Her silkinmeye çalışmamla, daha da bir yer ediyor bu haller bende. Başka türlüsünü bilmiyorum, deniyorum ama beceremiyorum.
Dostlarla oturup konuşmanın yarattığı heyecan ve belki de umut, yoklayıp geçiveren tatlı bir esinti oluyor. Soğuk bir İstanbul akşamı, ellerim ceplerimde yürüyorum, kafamdakileri bir düzene sokmak için. Keşke saat bu kadar geç olmasa, durmadan yürüme isteği var içimde. Aklımdakilerin tasniflenmesi bitene kadar yürümek istiyorum. Uzun uzun yürümek, soğuk soğuk eserken rüzgâr yüzüme.
Sessiz bir bekleyiş, nedensiz ve belki gereksiz. Ama en çok da iç bunaltıcı. Hem de öyle ki, kelimeler yetmiyor durumumu tasvir etmeye. Beklediğim bir ses, ama bekleyişimin nedeni yok. Belki de var.
Mantığım işlemiyor, işlese de inkâr ediyorum zaten. Derin derin iç geçiriyorum. “Eksik bir şey mi var hayatımda?” diyor ya şarkı, var ama eksiğin adını koymaya mı korkuyorum nedir, ben de bilmiyorum. Parça parça biriktirdiklerimle dolu içim, ağzına kadar. Ama sorsan, koca bir boşluk, anlatamam. Koskocaman bir boşluk işte, içimi bu kadar dolduran.

Kasım/2007

10 Kasım 2007 Cumartesi

Avuç içi kadar

En ufak mutluluk kırıntısının bile arkasına gizlenmiş suçluluk duygusu, nasıl bertaraf edilir bilmiyorsan sen de, benim gibi. Kafanda sürekli iki kişi savaş halindeyse ve sen, ortasında kalmışsan bu harbin. Her seferinde kararsız, çaresiz kalıyor; yorgun düşüyorsan bu savaşlardan...
Gittiğin yerlerde başka şeyler düşlüyorsan hep. Bulunduğun yerin değil, ait olduğun düşüncelerin havasına kapılmış buluyorsan kendini... Yaşamayı mı, mutlu olmayı mı bilmiyorsun acaba?
Şimdi derin bir nefes alsan; havalandırıp, kullanılmaya hazır etsen rafa kalkmış duygularını. İçindeki boşluğa anlamlar yükleyip, altında ezilmesen. Kurduğun hayallerin kahramanlarını beklemekten vazgeçsen, umudunu kaybetmeden. Yeniden başlasan kaldığın yerden... Avuç içi kadar değil belki ama, avucunda tutabileceğin kadar mutluluğa, razı mısın benim gibi?

Kasım/2007

7 Kasım 2007 Çarşamba

İyi ki doğdun...

Bugün 7 Kasım, senin doğum günün.
Buralarda olsaydın, sürpriz yapma çabalarımız olacaktı belki. Şimdi ise elimizde, içimizde biriken keşkelerimize karışan hayallerimiz var.
Senin sesini duymak, yine çok güzel bugün. Seni unutmamacasına sevmek, hala çok güzel. Ve bizimle olduğunu bilmek.
Şarkıların bize emanet denizin çocuğu. Dilimize, yüreğimize, kalbimize. Ve sana da ulaşıyor biliyoruz, hep bir ağızdan söylediğimizde.
Doğum günleri, yaş ilerledikçe yaşlanmanın hüznünü taşır. İçimizdeki bu hüzün, ondan olsa gerek.
İyi ki doğdun denizin çocuğu. Ve biz seni, iyi ki tanıdık…

Kasım/2007