30 Nisan 2010 Cuma

Benim dengemi bozmayınız

Pamuk ipliği... Hâlimi tanımlayan birkaç söz arandığımda karşıma çıkan tek cümle bu. Hayatımdaki her şey pamuk ipliğiyle bağlı sanki bana. Ya da ben o derece ince bağlarla bağlıyım onlara. Bir cümle değil, bir söz bile yetecekmiş gibi geliyor, parçalanıp dağılmama. Her şey o kadar anlamsız, o kadar önemsiz görünüyor ki gözüme, kendimden korkuyorum. Defterden yırtılmış kağıtları bile saklayan ben, üzerine alelacele yazılmış birkaç kelime var diye, şimdi ne oldu da bu kadar uzağına düştüm o duyguların, bilmiyorum. Aslında yalan söylememe gerek yok. Biliyorum...
Ben değer verdikçe değerini kaybetti ya bir çok şey. İşte o andan beri, madem ki böyle işliyor burada zaman deyip, zamanın dışına çıktım sanki. Hiçliğin tam ortasına düştüm. Etrafımda gördüğüm hiçbir şeyin bir anlamı kalmadı. Zamanın, mekânın, insanların... hatta aynada gördüğüm yansımamın. Yoruldum, çok yoruldum. Birilerine kendimi anlatmaktan, birilerine derdimi anlatmaktan. Aylak adamın'ın dediği gibi, "olmayan bir şeyi aradığıma" inandım. Başka bir dünya yoksa eğer, tüm bu duyguların uzağında kalabileceğim; o zaman "sizin alınız al inandım/morunuz mor, inandım"

29 Nisan 2010 Perşembe

Basit ama basitleşmeden...

Uzun bir merdiven vardı düşümde. Issız, sessiz bir yerde, bir gece vaktiydi. Kara bulutların ardına saklanmıştı ay. Göz kırpıyordu bulutlar bir köşeye çekildiğinde. Yağmur fısıldıyordu rüzgâr. Belli ki kederini emanet edecek yer arıyordu kara bulutlar. Yağacak mıydı yine? Merdivenler, yollar, sevdiğim insanlar ıslanacak mıydı? Ay, gecenin karanlığında, beyazlığından utanır gibi o bulutların ardında mı saklanacaktı?
Uzun bir merdiven vardı düşümde. Başında öylece beklediğim. Elim kolum bağlanmıştı sanki. Gözüm dalıyordu sonu gelmeyen basamaklarda. Bir misafir gelecekti belki? Uzak, bir türlü tüketemediği yollardan gelecek bir misafir... Belki de her olanı bir şeye yormaktan vazgeçmeliydim artık. Merdiven de işte, sadece merdivendi.

23 Nisan 2010 Cuma

Büyü de baban sana...

Anlamsız seslerle bir şeyler anlatırken etrafına, seni anlamadıkları için üzülme çocuk. Olanları onların kelimeleriyle anlatamıyorsun diye sıkılma. Büyüdüğünde, sana kendi düşüncelerinin kelimelerini söyletmek isteyenler olacak, sen aldırma. "Büyü" diyecekler sana. "Artık çocuk değilsin" diyecekler. Sahtekârlığı büyümek diye sunacaklar önüne. Başka türlü bakacaklar gözlerine. Sen öyle bakma!
Üniformalar gibi kuşanılmaya hazır duyguları olacak onların. Birkaç süslü kelime öğrenip, çıkacaklar karşına. Ellerini uzatacaklar karanlıktan. Sakın tutma. Gerekiyorsa eğer, düş; kanasın dizlerin. Ama yardımlarına ihtiyaç duyma.
Ağlama çocuk. İstediğini ağladığında alacağına inanma. Sonra hep ağlatırlar seni. Ya da onlar gibi sahte gözyaşları dökmeni beklerler. Sakın onların gözyaşlarına kanma.
Ah çocuk... Bir gün seni de bırakacaklar yarı yolda. Dünya başına yıkılmış gibi gelecek, ne olduğunu anlayamayacaksın. Ama ne olur, yolun orada bittiğini sanma!

22 Nisan 2010 Perşembe

Kırgın

Sana da oluyor mu bilmiyorum. Fındık kabuğunu doldurmayacak bir konuya takılıp kaldığın yani. Birkaç kelime ile çözüleceğini bilirken, konuşamadığın. Su gibi anlatmaya hevesliyken içindekileri, bıyık altından güleceklerini bildiğin için yüz çevirdiğin. Birkaç kelime kırgınlık için, sayfalarca sustuğun oluyor mu hiç?

Söz

Gözüme saplanıp kalan ağrının stresten olduğunu söylüyor doktor. Oysa ben biliyorum, gördüklerine dayanamadığında başlıyor o ağrı. Karanlığın içine yayılan güzel bir düş gibi başlasa şarkılar diyorum ve ben kapalı tutsam gözlerimi. Filmleri hatırlasam, bazı anıları tekrar tekrar yaşasam; unutsam bütün o ağrı-sızıyı... ama olmuyor.
Sanki stresten uzak durulabilirmiş gibi, anlatıp duruyor doktor. Bense yüzüme yerleşen o garip ifadeyle, söylediklerini harfiyen uygulayabileceğime inandırmaya çalışıyorum onu. Oysa daha baştan biliyorum neler söyleyeceğini. Ve hepsinden önemlisi, baştan biliyorum hiçbiri için söz veremeyeceğimi. Çünkü verdiğim sözleri tutmaya kurulu benim saatim. Nasılsa unutur, o zamana kadar kimbilir neler değişir diye umursamadığım olmuyor hiç. Olur mu olmaz mı diye tartmadan dökülmüyor dudaklarımdan. Öyle bakma yüzüme! Evet... ben bütün sözlerin tutulacağını sanırım. O yüzden bana söz verme... İnanırım.

21 Nisan 2010 Çarşamba

Tanımak, ne zor kelime...

...
Boş bir sıra bulup oturdular. Güler'in çantası aralarında kaldı.
-En kötüsü güzel burunlu yaratılmaktır. Adınız Güler değil mi?
-Ben daha sizinkini bilmiyorum.
-Öğreneceksiniz. Bence insanın adı onunla en az ilgili olan yanıdır. Doğar doğmaz, o bilmeden başkaları veriyor. Ama yapışıp kalıyor ona. Onsuz olamıyor. (Sustu. Bir sigara yaktı.) Bakın, şimdi adımdan daha önemli bir şey biliyorsunuz: Sigara içtiğimi. İşte bir başkası: Bütün bu "siz"ler, "iz"ler, "uz"lardan sıkılırım ben. Yapmacık, fazlalık gibi gelirler bana. İkinci konuşmamda "sen" diyemeyeceğim biriyle bir daha konuşmam. Ne dersin(iz)?
-Galiba sizi anlıyorum.
-Yanılıyorsun. "Siz" anlanamaz, "sen" anlanır. Bazı kitaplarda "sizi seviyorum"u okuyunca gülerim. Sanki "siz" sevilirmiş! "Sen" sevilir, değil mi?
-Seni anlıyorum. (Kızardı.)

... (Aylak Adam / Yusuf ATILGAN)



...
-Nefret ediyorum bu yaka kartı meselesinden. Herkes, "hormonsuzdur" damgasıyla satılan domatesler gibi görünüyor bunlarla" dedi Ziad.
-Ben de hiç bilemem, takayım mı, takmayayım mı?
-Ortadoğulusun sen de, ondan. Tahammül edemiyoruz biz öyle şeye.
-Neye?
-Hikâyemizi anlatmadan birbirimizi tanımaya.
... (Muz Sesleri / Ece TEMELKURAN)

19 Nisan 2010 Pazartesi

Sen benim hiçbir şeyimsin, yazdıklarımdan çok daha az

Yaşadıklarım mı yazdıklarımdan fazla, yoksa yazdıklarım mı yaşadıklarımdan; bilemiyorum çoğu zaman. Öyle bir koşturmaca var ki içimde. Kimi zaman bütün köşe başlarını tutmuş bir nöbetçi gibi karşıma dikiliyorken şu hüzün, kimi zaman kuyruğundan tutup gitmesine izin vermediğimi düşünüyorum büsbütün. Bir yerde kaybediyorum sanki doğruluk payını. Her şey karışıyor birbirine. Çok uzun zaman önce küsülmüş bir arkadaş gibi bazı iyi duygular. Niye küsmüştüm hatırlamıyorum bile. Üstelik öyle özlemişim ki, karşılaşınca farkediyorum. Ve aklıma geliyor o cümle. Nerede duyduğumu anımsamasam da.
"Zaman" diyordu bir adam, "geçirir yaralarını demişlerdi. Geçmedi"
"Doğru söylemişler" dedi diğeri. "Zaman ya unutturur sana acılarını, ya da o acıyı unutturacak başka bir acı bulur."
İyi olanı seçiyorum. Sayfalar mı yenileniyor, ben mi; bilmiyorum.

16 Nisan 2010 Cuma

Bana hep kendimi hatırlatan bir şeysin sen*

Güneşe çıktım az önce. Çimen kokusu yayıldı bütün hücrelerime. Çimen kokusu ne güzeldir. Belediye işçilerinin çiçek ekmek için kazdıkları toprağa baktım göz ucuyla, yol boyu. Arabaların birbiri ardına geçtiği o yolda, kaldırımın kenarına çöküp, toprağı avuçlamak istedim. Oysa yetişmem gereken bir yer, halletmem gereken işler vardı. Yürüdüm geçtim yanlarından. Ardımda kaldılar.
Oturduğum koltukta, hiç bir bilgim, hatta ilgim olmayan konuşmalara, ufak gülümseyişlerle, kısa cümlelerle karşılık verdim. Topraktaydı aklım hâlâ. Okuduğu parçayı, kaldığı yerden devam ettirmesinden korktuğum bir öğretmen gibiydi o hanım. Bir şey sorsa öylece kalacaktım. Ceplerime birer avuç toprak koymak istedim birden. Toprağa dokunursam geride kalacaktı sanki bütün yorgunluklar. Ve kendimi hatırlayabilecektim yeniden.

*Bugün değil yarınsın sen/Ferhat Tunç

14 Nisan 2010 Çarşamba

Korkusuz

Sevmediğin bir yemeğin lokması nasıl büyüdükçe büyürse ağzında, öyle büyüdü içimde, ardımda kalan yılların sayısı. Onca yılı ben mi yaşamıştım? Ben mi geçmiştim onca yolu? Bu kadar çabuk mu?
Korkuyorum. Yaşlanmaktan değil. Hele ölmekten, hiç. Korkuyorum şiirde dediği gibi, yaşamayı bilmediğimden belki...



İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor.
Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için.
Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için.
Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için.
Duygularını ifade etmekten korkuyor, reddedilmekten korktuğu için.
Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğinin kıymetini bilmediği için.
Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi birşey vermedigi için.
Ve ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için.
William Shakespeare

Kalabalık

Annesinin elinden tutup, biraz da çekiştirilerek yürüdüğü kalabalık yolları anımsadı yine. Ne çok korkardı öyle yerlerde kaybolmaktan. Oysa kendi yalnızlığının kalabalığında kaybolmak daha ürkütücüydü, yaşadıkça anladı bunu. Şimdi kime gitse bir çıkar yol bulamıyor, bildiği sokaklara varacak. Öyle yorgun, öyle yorgun ki... Düşünmek, duymak, konuşmak, okumak istemiyor. Sadece şarkılar... Birtek şarkılar onu bu kalabalıkta kaybolmaktan alıkoyuyor.

13 Nisan 2010 Salı

Duvarlar

Tırtıklı bir duvarda, tebeşirin mecburi zikzaklarının oluşturduğu, çizgi çizgi birleştirilmiş bir cümleydi o. Elleri titremiş birinin, bir dua, bir dilek gibi, kendine rağmen yazıverdiği. O duvara takılı kalmıştı gözleri işte. İçinde anılar kıpırdanmıştı. Ve aklında onlarca hikâye. Ne aklının, ne kalbinin durulmasına fırsat bulamadan, karşısına dikiliverdi o soru. "İnsan niye savaşır kendiyle?" Neden en çok kendine kızar? Ve neden hiçbir yarası can acıtmamıştır bu kadar?
Dinlediği şarkıların sözlerine eşlik ederken, söylediklerine inanmak ister insan, çoğu zaman. Ve kendi eliyle açtığı yaralarından kalan tortular, böyle zamansız çıktığında karşısına, yutkunabilmek ister o zehrin acı tadını.
İşte bu yüzden, baharın daha da kalabalıklaştırdığı o sokakta, bir arabesk şarkı kıvamında da olsa, yaşanmışlıkların üzerine örttüğü o buruk gülümsemesi eşliğinde yine okur o cümleyi. Okur ve susar hemen ardından; kendi kendine konuşan insanların, kalabalıklar ortasındaki mahcubiyetiyle. Ve içinde yankılanmaya devam eder o cümle; "ne olur geri dönme!"

9 Nisan 2010 Cuma

Dalgalandım da duruldum

Yine sessiz, dalgın oturuyorum o koltukta. Allahtan beni tanıyorlar artık biraz da, kendi halime bırakılıyorum. İfadesiz yüzüme bakıyorum aynada. Ne okunuyor yüzümden bilmiyorum. Herkesle aynı şekilde konuşmaya alışmış insanların kayıtsızlığı sinirime dokunuyor. Kadınların o yayvan konuşmalarında, kırk yıllık ahbaplarmış gibi her şeyi ortaya saçışlarında, beni rahatsız eden bir şey var. Mecbur olmasam uğramayacağım bir yer aslında burası. Kendimi ait hissetmediğim yerlerden biri daha. Bilmiyorum benim ruhuma ne katıldı büyürken, niye uzağında kalıyorum çoğu insanın koşa koşa gittiği yerlerden?

7 Nisan 2010 Çarşamba

Yağmurlar ekerim göğün göğsüne

İçimde bir sıkıntı var. Nemli nemli üzerime geçirdiğim bir kıyafet gibi. En tatlı rüzgârda bile ürperiyorum bu yüzden. Kollarımı sarıyorum birbirine. Küçük çukurlara doluşmuş suları aşıyorum hoplaya zıplaya. Yürümenin zevkini unutuyorum onları kollamaktan. Tekrarlandıkça anlamı kaybolan kelimeler gibi yok oluyor yollar. Sanki sadece su birikintileri kalıyor.
Oysa kırlar daha bir yeşeriyor, çiçekler renk renk açıyor o damlalarla. Ağaçlar içlerine çekiyor suyu, nefes alır gibi. Ama yine de içimde tarifsiz bir sıkıntı. Ve saçlarım toprak gibi ıslak...

6 Nisan 2010 Salı

Korkma





Güneş batıyor... Bir dilek dile hadi.

Gün batarken dilek mi dilenir? Deli misin?

Yıldız kayarken, kahve fincanı tabağına kapanırken, pastanın üstüne dizili, seneler geçtikçe azalan mumlar üflenirken, ismi aynı iki insanın arasında dururken, gözüne kirpik düşmüşken diliyorsun değil mi? Yitip giden günün geceye, gecenin yeni güne ileteceğini düşünerek dileyemiyorsun ama. Dilek dilemek umut etmektir, kendine küçük sevinçler edinmektir hesapsızca. Sanki bir ağaca sırtını dayamışsında, en sevdiğin türkü çınlıyor kulağında. Olmazsa olmasın, sen üfle dileğini rüzgâra, bırak süzülüp aksın suya. Bulutlar geçsin üzerinden, yağmurlar yağsın, karışsın toprağa. Tutma içinde. Korkuyor musun yoksa?

Fotoğraf : Deniz Koçak

Bu son olsun, çok yoruldum



İnsanları izledim bu sabah. Yolda yürüyen, durakta bekleyen, tıklım tıklım otobüslere, sanki çok rahat bir koltuğa oturuyormuş gibi binenleri. Kitap okuyan, müzik dinleyen; hepsinin gözleri başka bir yerlerde olsa da, baktıklarının çoğunu göremeyenleri. Dikkatle baktım onlara. Bir insana nasıl güvenildiğini, hiç tanımadığımız birini nasıl olupta sevdiğimizi düşündüm. Bir ipucu aranıp durdum, içimdeki duvarlar daha da yükselmesin diye. Bir şarkı katık ettim, içimdeki bilmecelere...

5 Nisan 2010 Pazartesi

İsimsiz




Gündüzün sıcağına aldanıp, incecik giysilerle çıktığımda sokağa, akşamın serinliğiyle içimin titrediği günler yaşıyorum. Sohbetler ediyor, suskunluklar biriktiriyorum, loş ışıklar altında. Bir tarif etme çabası var içimde. Hissettiklerimi, hayallerimi, bilmediğim kentleri... İflah olmaz bir tanımlama hastayım ben. İşittiğim cümlelerin, ardı sıra dizdiğim kelimelerin bir anlamı olmalı. Bir anlamı olmalı yaşanan bunca şeyin. Yoksa ne önemi var, hayatımızdan gelip geçenlerin?
Uyku mahmurluğunu üzerinden atamamış biri gibi bakıyorum etrafa. Her şey çok karmaşık. Güzel rüyalar görüyordum az önce. Yemyeşil çimenler vardı, üzerine papatyaların serildiği. Çağıldayan bir dere, patika bir yol. Çocukken çizdiğim resimlerin içindeydim sanki. Sonra saat, isimsiz günlerden birine çaldı yine. Oysa çok erkendi daha, veda etmek için güzel düşlere.

Fotoğraf şuradan

4 Nisan 2010 Pazar

Husi gabresine*

Uzak İhtimal


Küçükken pazar sabahları erken kalkıp çizgi film izlerdim, yataktan çıkmadan. Şimdi film izler oldum. Her şey değişti biliyorum. Ama neden değiştiğini anlayamadığım şeyler var ya, onlara deli oluyorum.
Bir gökkuşağının altından geçer gibi geçiyordu motorlar, köprünün altından. Dilekler tutuyordum ben de, denizin kenarından. İmkânsız olduğunu bile bile öyle dememek içindi belki, "uzak ihtimal" diye aklıma yazılan...

*Husi gabresine; Ermenice, umut yaşatır, insan umutla yaşar anlamında bir söz.

3 Nisan 2010 Cumartesi

Bir gün bu akan sele dur diyeceğim, göreceksin!

Çiçeklerini sulayan özenli bir bahçivan gibi yağıyordu yağmur önce. Yumuşacık bir yanağa dokunur gibi. Sonra hırsla, inatla devam etti yağmaya. Kazanması gereken bir savaş vardı sanki. İşte tam da o zaman kalkmıştık gitmek için. Bir dostun elindeki şemsiye koruyordu bizi yağmurdan. Duyduklarımı unutabilmek için de destek alıyordum kolundan. Etrafımdan hızla gelip geçen bir şeyler vardı. Ve ben, yere kapaklanacaktım ona tutunmasam.
Söylenenleri dinlerken yutkunamamıştım bile, kalakalmıştım öylece. Onlar nasıl nefes alıp vermişlerdi bunları konuşurken, anlayamadım. Uyuşmuştum sanki. Bir şeyler saplanıyordu içime. Camdan bir duvar vardı eskiye set çektiğim. Tuzla buz olup dağılmıştı her bir köşeye. Otobüs durağının bir kıyısına ilişip, yarı ıslanıp, yarı korunurken yağmurdan; göz yaşlarımı aranıyordum ellerimle. Unutmak istiyordum, gitmek istiyordum. Oysa sadece duruyordum.
Bir kalabalığın ortasında yalnız, bir yalnızlığın ortasında deli gibi kalabalıktı içim. Ağız dolusu küfürler savruluyordu yüreğimde. Bir öfkenin peşine takılıp yıkmak istiyordum her şeyi... Yapamıyordum. Bende yıkılan onca şeye inat, yağmura izin verdim yine, aksın diye gözyaşlarım yerine.