31 Aralık 2010 Cuma

Yeni yıl

- Aaa şuradaki kuşa baksana!
- Hani? Nerde?
Bir saattir versin diye dil döktükleri o defteri sakladılar, küçük kız kafasını kuşa bakmak için yana çevirdiğinde.
-Nerde anne, nerdeee?
Umudunu kesip de bakışlarını masaya yönelttiğinde, önce defterin olması gerektiği yere, ardından annesinin yüzüne baktı. Ve sonra, hem gelişigüzel bir şeyler söyler gibi, hem de sır açıklayan insanlara mahsus bir bilgiçlikle dedi ki; "Sürekli birilerini kandırırsan, yalancı olursun akıllım"

O küçük kızı dinle olur mu yeni yıl. Kimseyi kandırıp elindekileri alma. Hiçkimsenin yeniye olan inancını soldurma. Arkadaşlarınla kavga etme, güzel güzel oyna...

29 Aralık 2010 Çarşamba

Zararsız

Kaynarken mutfak camını buharla donatan, üstü altına kıyışık bırakılmış bir demlik gibi içim. O buhara sevdiği adları yazabilir bir çırpıda. Ama bir kapanırsa birbirine... Çok fazla misafir için demlenilmiş o çayın, neredeyse ağzına kadar dolu alt kısmı taşacak, içinde ne varsa saçılacak ortalığa. Çaydanlık bile, o kadar zararsız bir şey değil aslında.

Erken Kaybedenler




Annem söylemişti; babaannesi, onlar örgü örerken dermiş ki, "yavaş örün kızım. Biterse de sökün, yeniden örün. İp yok."




Güzel şeyler pek fazla yok ya şimdi. Belki de bu yüzden bu kitap bitsin istemiyorum. Emrah Serbes... günümün güzel başlamasının sebebi sensin.




28 Aralık 2010 Salı

Acele

Hayat, bir sahlep içimi kadar. Kimin nasıl içmek istediğine bağlı olarak değişen zamanlamalarda. Bana sorarsan, sıcak içmeyi severim ben. Ağzım dilim yana yana hani. Soğudukça tadını kaybedeceğinden korktuğumdan belki.
Evet, aceleci bir ruhum var benim. Sen bana sahlep desen mesela, tutar kolundan çekiştiririm, çocuklar gibi. Hemen gidelim isterim. Zamanında çok saydım bu yüzden, "yatcaz kalkcaz" hesabıyla, geçmeyen günleri.

27 Aralık 2010 Pazartesi

Şarkılar güzelse hâlâ

Senin de başında dönüp duran şarkılar var mı merak ediyorum. Hiç de sana uymazken sözleri, müziğiyle tanımadığın diyarlarda dolanıp durduğun melodiler hani. Yatak üzerinde annelerinden gizli hoplayıp duran çocuklar gibi, her dinlediğinde sevinçlerini daha yükseğe çıkartan. Daha ilk dinlediğinde sevdiğin, dans etmeyi bile düşlediğin şarkılar. Çok güzel bir rüyadan uyandığında nasıl gözlerini kapatıp, o rüyanın devam etmesini isterse insan; içinde uyanan hislerin işte öyle devam etmesini istemek. Başaramayacak olsan da istemek. O şarkılar kadar güzel işte...

25 Aralık 2010 Cumartesi

Zaman

Bazen bunaltıcı bir yavaşlıkla geçer günler. Beklediğin bir şey varmış da, bir türlü tüketemiyormuşsun gibi zamanı. Hep aynı yerde durduğunu sandığın akreple yelkovan. Yapılması gereken bir iş için inatlaşan kardeşler onlar. "O yapsın!" "Hayır o yapsın!"
Anne kızgınlıkla yerinden kalktığında duyulan pişmanlıklar. "Bırakın ben yaparım!" İşte o an, bir bakıyorsun ki, geç olmuş. Uzun uzun vakitleri, inatlaşarak elimizden almış zaman...

Garip

Neden böyle şeyler düşünüyorum bilmiyorum. Garip bir şey çünkü bu. Mesela dün akşam, o salonda bir kez daha farkettim ki, ben bir oyun provası izlemek istiyorum. İnsan oyun provasını neden izlemek ister ki? Bir de şey var. İzlediğim filmlerin sonunun, aslında devam eden hayatın ortalarında bir yer olduğunu düşünüp, eksik kalmışçasına onu devam ettirmek.

24 Aralık 2010 Cuma

Yara

Elele tutuşuyorlardı. Birbirlerinin ne söylediklerini çok da önemsemeyen, ama elele tutuştuklarını görseler, bütün dikkatlerini onlara yönelteceklerinden şüphe duymadıkları insanlar arasında, gizli saklı tutunuyorlardı birbirlerine; elleriyle. Konuşmalar aşka değince, kopya çekmekte başarısız öğrenciler gibi, zaptetmeye çalışırken içinden taşan gülümseyişi; adamın eline biraz daha sıkıca tutunuyordu kadın. Dili inkâr ederken, eli, adamın elinden çok, aşka tutunuyordu sanki. Bir fırsatını kollayıp yüzünü döndüğünde, adamın dudağının kenarındaki o gülücüğü görmek ve durup dururken neden gülümsediğini kimseye anlatamamanın sevinçli sessizliğine bürünmek, başka biri yapıyordu kadını.
O akşamdan birkaç akşam sonra, adamın elindeki yarayı farkettiğinde kadın, ne olduğunu sordu merakla. Ama nasıl olduğundan çok, elini sıkıca tuttuğu akşam da, yaranın elinde olduğunu öğrendiğinde üzüldü. Çünkü adam, o akşam, elini her tutuşunda canı yanmış olsa da, yüzünde bir gülümsemeyle bakmıştı kadına. İçinde acı, mutluluk, hüzün, umursamazlık olan bir gülümsemeyle. Şimdi kadın, kimin eline uzansa, o akşamı hatırlıyor nedense. Yine bir yaraya değeceğinden korkarak belki de, eli hep yarı yoldan dönüp, yine tutunuyor kendi eline...

23 Aralık 2010 Perşembe

Misafirlik

Demini iyice almış, ince belli bardaklarla sarmalanmış çaylar yudumlanırdı; köyün suskunluğuna yayılan kuş-böcek sesleri, yarı beline kadar açık ahşap pencerelerden içeri dolarken. Çocuklar, o kalabalığın içinde, kabul görmenin tanığı sayarlardı, büyükleriyle bir örnek bardaklardan çay içebilmeyi. Öyle ki, karşı köyün, gecenin karanlığında zor bela seçilebilen tepelerine tırmanırken, ateş böceği misali farlarını takip ettikleri arabalar bile, önemini yitirirdi o an.
Gün içinde onlardan saklanmış ne var ise, onu yakalayabilmek için, kendi sabırlarını test edercesine, büyüklerin yanlarında oturmakta direnirlerdi. Sonra bir an, hiç gocunmadan pes ederlerdi. Kendi dünyalarına döner, başka bir odada, kendi kurdukları başka bir oyun içinde koşturup dururlardı. Ta ki çay kaşıkları, ince belli bardakların üzerine, yüzükoyun kapanıncaya kadar. "Ziyade olsun"
Yıllar sonra o çocuklar, kurdukları hayat oyununun yenilgilerine de aynı sabırla yaklaşan insanlar olduklarında, kapatacaklar çay kaşıklarını, çocukken hep özendikleri gibi, ince belli bardaklara. Ve misafirliğin gereklerini bilen bütün insanlar gibi, davranışlarının ne anlama geldiğini çözmüş bir tavırla bakacaklar hep hayata.

22 Aralık 2010 Çarşamba

Dem

Güneş vuruyor karşı binanın pencerelerine. Güneş, kışın sokağa çıkmak için annelerine dil döken çocukların, atkının bağlanmasına bile sabredemediği zamanlarda olduğu gibi, aceleci. "Tamam anne" diyor bulutlara, "bırak da gideyim arkadaşlarımın yanına." Anne her zamanki gibi temkinli, iyice sarıp sarmalamadan yollamayacak onu. Çünkü çocuk olmayalı, neden bu kadar aceleci olduklarını hatırlayamayacağı kadar, uzun zaman oldu...

20 Aralık 2010 Pazartesi

Teşekkür

Aslında söyleyecek çok sözüm yok benim. Bazen öyle olduğunu sanıyorum ama, yok aslında...

melaıqe; paketin elime ulaştı. Kendisi, çantası, paketi ne kadar da şık. Uzun uzun yolları aşıp da geldi hem.
ve ahbap; hediye kitapken, üstelik de benim için seçilmişken, değerini anlatabilir miyim bilmiyorum.
Teşekkür ediyorum sadece.

16 Aralık 2010 Perşembe

Koku

Vakit gece yarısına yaklaşırken çıktık oyundan. Herkes evine gitmek için farklı yerlere dağıldı. Yine yalnızdım. Durağa doğru yürürken, aslında havanın o kadar da soğuk olmadığına inandırmaya çalışıyordum kendimi. İşte o an duydum o kokuyu. Yıllar öncesinin, gizli saklı buluşulan kış akşamlarını hatırladım birden. Yağmurun da eklenmesiyle sıkışan trafikte, erken inen akşamların, pek de keyifle tüketilen saatlerini. Bu şehrin trafiğini bile sevdiren o akşamlar mıydı diye düşündüm sonra. Belki de öyleydi.
Adını bile bilmediğim o parfümün kokusunu içime çeke çeke, başım onun omzunda yaptığım minübüs yolculuklarında, trafik kilitlenip kalmışken; dünyanın dönmediğini, zamanın bir süreliğine de olsa durduğunu sanırdım. Ne güzeldi... Yıllardır o kokuya hiç rastlamamışken, böyle bir gece yarısı burnuma çalınınca, dönüp bakmak istedim; "acaba o mu" diye. Değildi. Şimdi nerdeydi kimbilir, nasıldı? Hem bir koku, nasıl olur da bu kadar canlı tutardı, onca anıyı?

14 Aralık 2010 Salı

Sen

Kendime hediye ettiğim şeylerde gizlisin sen. Mutlulukla sayfalarını açtığım bir kitapta, son anda karar verip, bir başıma yollarına düştüğüm tiyatro oyunlarında, radyodan istek istemiş gibi sabırla bekleyerek, arşivimden arayıp bulduğum, keyifle dinlediğim şarkılarda... O kitaptaki bir cümlesin, altını özenle çizdiğim. O oyunun en can alıcı repliğisin, aklımın bir köşesine not ettiğim. O şarkının en anlamlı sözüsün, hep bağır çağır söylemek istediğim. İçinde kendimi bulmayı umduğum şeylerdesin sen. O umudu seviyorum ben.

13 Aralık 2010 Pazartesi

Ters Köşe

İki arkadaşımla buluşmuş, dolaşıyoruz Beyoğlu sokaklarında. "Şuraya oturalım" diyorlar, "tamam" diyorum, "şuraya bakalım" diyorlar, "tamam" diyorum. Zira son zamanlarda çok çektiler benden. Keyifsiz keyifsiz konuşmalarımdan bıkmış olmalılar. Hiç itiraz etmiyorum o yüzden.
Son uğradığımız mekânda, daha kapıdan yeni girmişken, içeride oturan iki arkadaşımı daha görüyorum. "Tesadüfe bak" diyerek de dillendiriyorum şaşkınlığımı. Yan yana oturmuşlar, karşı koltukları da boş. "Birini bekliyordunuz da biz mi geldik" diye takılıyorum hatta. Bazen çok saf olabiliyorum, evet. Bunu nasıl başarıyorum, inan ben de bilmiyorum. Yani arkadaşlarımın bu buluşmayı zaten plânladıklarını, üstelik bunu benim doğum günüm için yaptıklarını, ancak pastanın üzerinde parıldayan mumları gördüğümde anlıyorum.
Geçen yıl, kötü bir yıl oldu benim için. Zor bir yıl oldu. Ama her şeyi sindirdim içime. Barıştım, kabullendim. Dilerim çok güzel bir yıl olur bu sefer. Hepimiz için...

(Hayatımın bütün gülen yüzlerine, kendimi değerli hissetmemi sağladıkları için, teşekkürü bir borç bilirim.)

10 Aralık 2010 Cuma

Orko

Bugünün en güzel yanı, sokakta, annelerinin kucağında, He-man'in uçuşan karakteri Orko gibi dolaşan çocuklardır herhalde. Montlarının kapşonu kapalı, üzerine aynı renkte ponponlu atkılar takılmış bir hâlde.

9 Aralık 2010 Perşembe

Ders

"Geçerken uğradım" diyerek, omuzlarına atılmış hırkalarıyla, kapı ağzında muhabbete başlayan komşu teyzeler gibi, cama vurduğunda güneş; yerinizden kıpırdayamazsınız. İçeri gelmesi için yapılan ısrarları yanıtsız bırakırken, ellerini çaprazlayarak hırkalarına tutunan o komşu teyzeler gibi, az sonra gideceğini bilirsiniz çünkü. Oysa içeri girip, bir kahve içimlik bile olsa oturmasını ve bu fırsattan istifade, sokakta oynayan arkadaşlarınızın arasına karışmayı ne çok istersiniz. Güneş pencereden çekilirken, içinizdeki çocuk, tıpkı yıllar önce olduğu gibi, bütün oyun ümitlerini yitirir. Açık bırakılmış kitap ve defterlerin arasına dönerek, o sessiz ders çalışma saatlerini dolduran, kalemin kağıtta dolanırken çıkardığı sesin yerine koymaya çalışır, etrafında dolanan sesleri. Ve beklemeye başlar, bir sonraki sonbahar güneşini.

7 Aralık 2010 Salı

Yalan

Anla beni, kelimeleri anlamları dışında kullanmaya tahammülüm yok benim. Yalancı gülüşlere, öylesine söylenivermiş samimiyet ifadelerine, sevmediğim birini seviyormuşum gibi görünmeye tahammülüm yok. Kelimeler hayattan hakkını alsın isterim ben. Bari onlar alsın...
İşte bu yüzden, canım diyorsam canımdandır mutlaka yanında bulunduğum. Ne kadar çıkmazda da olsa hayatım, başımı yasladığım omuzda, bütün kötülükleri unuturum. O yüzden, tek ayağın havadayken sevdiğini söyleme bana. Ayakların yerden kesilmesinin karşılığı o değil, yanlış öğretmişler sana.

6 Aralık 2010 Pazartesi

Hayat bu ara...

Bir fincan sıcak su, çokça hüzün, her an burnumun dibinde bir ağlama hissi ve bu şarkıdan ibaret.
Sıla - Oluruna Bırak

4 Aralık 2010 Cumartesi

Eksik bir şey

"Ona bir oda ver baba; istediğinde çıkıp, geri dönebilsin" diyordu hani adam. Oğlu da onun gibi, o eksikle yaşamasın diye. Bir bağlantısı var mı bilmiyorum, o sahne geldi birden aklıma; kollarımı kavuşturmaya çabalarken bir yandan. Çünkü ben, biri bana güzel şeyler söylerken, elimi kolumu nereye koyacağımı bilemem. Yine öyle olmuştu. Ağladım... O sahneye değil ama. Ona daha önce ağlamıştım zaten. Ben o kurduğun cümle için ağladım. Kimse bana, "ne istiyorsun?" diye sormadı bugüne kadar. Daha da fenası, kimse, şu masallardaki periler gibi ortaya çıkıp, "benden bir şey iste" demedi; senin gibi.
Ben hep durumu görüp ona göre hareket eden biri oldum. Mecburiyetleri, bazen seçimimmiş gibi yaparak üstelik, daha mecbur kalmadan kabullendim. Kadercilik gibi değil... değil öyle. Çekip gidemedim hiç mesela, öyle bir lüksüm olmadı. Hayallerim oldu hep. Ne kadar çok hayalim olduğuna kimi zaman ben bile şaşırıyordum, biliyor musun? Ama sen öyle söyleyince, hiçbirini bulamadım yerinde. Öyle bir cümle duymaya alışkın olmadıkları için belki, kaçıştılar.
Oysa ne çok gitmek isterdim bir bilsen. Gidecek, yeni yerler görüp, yeni insanlar tanıyacaktım. İçip dağıtacak, önemli-önemsiz her şeye gülecek, "deli gibi mutlu" olacaktım. "Deli gibi mutlu" nasıl olunur bilmiyordum ama, öğrenirdim nasılsa.
Yalan değil, yalnızdım. Bir durum değildi ama bu, kendi gibi yalın, öyle bir hâl. Ve ikisi arasındaki fark derindi, içinde kaybolunacak kadar. Biliyorum, kimi sevsem geçmeyecek bir hâldi bu. Kim beni sevse bir türlü yerle bir olmayacaktı içimdeki duvar. Sen de biliyorsun, bir şey eksik işte... eksik bir şey var.

2 Aralık 2010 Perşembe

Sebep

Garip bir telâş var bugünlerde içimde. Neden bilmiyorum. Yazdığıma dönüp bakasım gelmiyor mesela. Yanlış mıdır, atlanmış bir şey var mıdır, nedir diye. Nereye geç kaldığımı, ne aklım ne de kalbim bilmezken, ayaklarım deli gibi bir koşturma içinde. Şimdi desem ki sana, "benimle gelir misin"; bu kadar belirsizken her şey hem de... Üstelik gidemeyeceğimi de bilirken hiçbir yere. Ama insan boş yere bu kadar acele etmez değil mi? Vardır mutlaka bir sebebi... Bana olduğunu söyle!

1 Aralık 2010 Çarşamba

Küpe

İncecik, nokta kadar zarif küpeleri vardı kadının; kısa saçlarını arkasına sakladığı küçük kulaklarında. Söyleyemediği cümlelerin sonuna hazırlanmış gibi, heyecanına yenik düşüp unutulmasın diye yanına almıştı sanki, nokta kadar kanaatkâr o küpeleri. Aynada baktı kendine, nereden tanıdığını bir türlü hatırlayamadığı o surete. "İşte bu sensin" diyecek hiçbir iz bulamadı yüzünde.
Gamzeleri olsun istemişti hep, küçük bir dere yatağı gibi, en ufacık gülümsemesinde beliriveren. Ve çağlayarak akan bir dereyi anımsatan kahkaha sesi. Oysa hiçbiri yoktu yüzünde. Bir gece yarısı sessiz sedasız terkedilmiş gibi hissetti kendini. Sessiz sedasız gitmişler ve hiç var olmamışçasına bütün izlerini silmişlerdi. Kadın, küpelerinden başka, ona ait hiçbir şey kalmadığını hissetti. Gözünde parıldayan birkaç damlayı saymazsa tabii...