29 Haziran 2011 Çarşamba

Çakmak

Teninin esmerliğine ve akşamın koyulaştırdığı sokak aralarına rağmen, ışıltılı bir mücevher gibi parıldıyor; ağzı hiç kapanmamışken, ona inat, derin bir uykuya dalmış gibi duran, devinimsiz gözleri. Uzattığı çakmağın ardından gelen, çocukluğunun mu, şivesinin mi baskın olduğuna bir türlü karar veremediğim ısrarcı kelimeleriyle, anne-babasına istediğini aldırana kadar uğraşan çocuklardan bir farkı yok aslında. Ama hayat kim bilir nasıl bir oyun oynadı da düşürdü onu bu kalabalık ara sokaklara.
Bütün çocuklar gibi, eli kolu hiç durmuyor konuşurken. Sanki az sonra kanatlanıp uçacak bir kuşmuş gibi, salınıyor sürekli iki yanında. Sen de bilirsin, en çok çocuklar benzerler çünkü kuşlara. İstedikleri her şeyin gerçekleşebileceğine dair o saf inançlarını kaybetmezler büyüyene kadar. Ya da en azından, öyleydi bir zamanlar.
Gözleri mi yoksa elindeki çakmağın rengi mi daha siyah diye düşünürken, uzanıp alıyorum taşıdığı paketin içinden en renklisini. Gözleri ona kalsın istiyorum. Oysa satmayı başardığını anladığı anda, alev gibi bir parıltı geçiyor onun siyah gözlerinden. Ah çocuk diyorum, hayatını ateşe verenleri ihbar ediyorsun aslında sen, o çakmağı böyle ısrarla satmaya çalışırken. Oysa kimse dönüp de bakmıyor senin yangınına, sen işte böyle, sessiz sedasız bütün hayatını haykırırken.

28 Haziran 2011 Salı

Hatıra

Yağmur, dalında demliyordu ıhlamurları. Ve taze demlenmiş ıhlamur kokusuyla dolduruyordu, bir anda kalabalığından arınan o sokağı. Komşusuna çaya gelmiş insanlar gibi bir köşede oturuyordu, yol boyu yanından geçtiğimiz sarmaşıklar. Özlenen birine benzetilen ama hiç tanınmayan yüzler gibi, hanımeline benzetiyordum kokularını. Benzemiyordu oysa. Biliyorsun, sarmaşığın kokusu değil bahsettiğim. Hayatın en umutsuz anlarında, gözlerini ışıldatarak gülümseyen biri, işte böyle hatırlatıveriyordu seni bana. Oysa ben, ardıma dönüp bakmak istiyordum hep, gözlerini benden ayırmayan biri karşıma çıktığında. Nedense, bana öyle gülümseyince, garip bir tedirginlik oluyordu üzerimde. Hep bir hata, bir eksik ya da bir yanlış anlaşılma bekliyordum, çaresizliğin sessizliğine bürünmüş o zamanların ertesinde.
Kızgın, aksi bir çocuk gibi, bütün gün sağa sola saldıran güneş ışınlarının yakıp kavurduğu günden özür dilercesine, usul usul yağıyorken yağmur; kendi kendine gülen biri oluyordum ben. Zamanında çok güldüğüm bir anıyı, sözleri hep şaşırılan bir şarkıyı, gerçek olmasını ümit ettiğim bir rüyayı, hatta hiç kapanmayan bir yarayı hatırlayıp, adımlıyordum, ağaçlardan başka kimsesi kalmamış ıslak kaldırımları. İnsan hatırlayarak yalnız kalıyordu aslında. Belki de sokaklar bile bu yüzden böyle tenhalaşıyordu, yağmur yağdığında.

21 Haziran 2011 Salı

Toprak

Yabancıların en yakınıydın sen/Nilgün Marmara

Sırtını dönüp gidenlerin gölgelerini uzatıyordu akşam güneşi. Ve sokağa çıkan çocuğunun ne yaptığına bakınan bir anne edasıyla ışıldatıyordu pencereleri. Uzun zamanlardan sonra, karşılaşıldığında, hep kendisiyle anılan bir tanıdık oluyordu rüzgâr. O cümleyi, her seferinde, sitemkâr ama sevimli bir ses tonuyla fısıldamayı başarıyordu yine ağaçlar.
Hanımeli kokusu salınıyordu sokağın dört bir yanına. Birbirine sarılanların saçlarına karışıp, siniyordu parmak uçlarına. Ve sanki sözleşilmiş gibi hep aynı cümle yineleniyordu, lunaparka adım atmış bir çocuk heyecanıyla; "hangi rüzgâr attı seni buraya?"
Üzerinden yıllar da geçse, hep o ıslanmış toprak rengi gözleriyle bakıyordu bana. Daha fazla ıslatma artık diyordum içimden, yeni ekilmiş fidanın toprağa tutunması gibi, gözlerimi ayıramadan gözlerinden. Bazı insanlar, verimli topraklara benziyordu işte. Ne ekilse bitecek, umutları yeşertecek bir avuç toprakla karşı duruyorlardı, şu dünyanın derdine. Kokusunu salıyordu dört bir yana, çiçekler açtırıyorlardı kuytularda. Ama bir tek çocuklar biliyordu kıymetini. Bir zamanlar, evcilik oyunlarında yemek diye tabağa toprak koyan çocuklar, ne kadar büyüseler de, hiç unutmuyorlardı onun şefkatini.

20 Haziran 2011 Pazartesi

Damla

Ben bir gerçeğin saklısındayım şimdi ve senin hayatın benim sana demediklerim kadar noksan.../Hasan Ali Toptaş

Turunculu-pembeli bir örtü gibi yayılmışken denizin üzerine gökyüzü; balkonda oturup, yalansızlığının can acıttığı serin bir yaz akşamını uğurluyordum geceye. Üzerinden kim bilir ne kadar zaman geçmişti ama, yine de bilmeni isterdim; unuttuğun gibiydim ben hâlâ.
Kimsenin üşüyüp üşümediğimi sormadığı ve dahası, sırf beraber biraz daha vakit geçirebilmek için, üşüdüğüm hâlde inkâra yelteneceğim soruların salınmadığı sessizlikler dolanıyordu etrafımda. Yalnızlık, insanı bütün doğrularıyla başbaşa bırakıyordu bazen işte. Ve insan, cetvelle çizilmiş gibi duran bu doğrulardan sıkılıyordu, akıl erdiremeden bu noktaya nasıl geldiğine. Yalan söylemek istiyordum işte o zaman. Bazı sorulara, herkesin öyle olduğunu bildiği, ya da bilmeseler bile, yüzümdeki o muzip gülümsemeden farkedecekleri yalanlar söylemek istiyordum. Bazı doğruları, gecenin sakladığı kara bulutlar gibi saklayabilmek istiyordum onların ardına. Omza alınan hırka sıcaklığında bir ses geliyordu içeriden o sıra; "üşümedin mi sen?"
İşte o an, kabuğu kaldırılmış taze bir yara gibi kanıyordum, en can acıtan yerimden. Kollarımı kavuşturup içeri giriyordum sessizce. Oysa biliyordum, bugüne kadar hiçbir sessizliğim bir yalana eş olmamıştı. Çünkü bilirsin sen de, insanlar en kolay sessizlikleriyle ele verirlerdi yakayı. Belki de bu yüzden gizlice silmiştim, kapıyı kapatırken, ufukta kocaman bir lacivert hâline gelmiş denize katılmaya çalışır gibi, aceleyle gözümden süzülen o damlayı.

19 Haziran 2011 Pazar

Akgün AKOVA - Baba Bana Bağırma

baba bana bağırma
bülbülleri kaçırdın ormanlarımdan
kulaklarımın kapılarını havalara uçurdun
kapılar baba kapılar pencereleri alıp gittiler
tenorlar kaçtı ses tellerinden
çevreye saçıldı yavru diktatörler
seni ne sopranolar istedi de vermedik baba
baba bana bağırma
bayrak direklerine konan kartalları anlat
uzun uzadıya
nasıl da göremediler avcıları
o keskin gözleriyle vah hah ha
şans yıldızlara özgü bir yalan baba
yıldızlara tükürüp tükürüp onları gezegen yaptınız
savaşan halklar taktınız dünyanın boynuna

yalanları yazdım defterime hiç unutmadım
radyasyonu radyo istasyonu sanan Bakanları
çiğleri, Meclis tavanını çiğ köftelerle çiğneyen
doğum sonrası acılarını cüce ülkeler doğuran kadınların

hiç unutmadım
sakallarını yüzlerinde
yüzlerini sakallarında unutan adamları
ve ısırgan tarlalarındaki parçalarını
Uğur Mumcu'yu biz yapan bombanın

hiç unutmadım
uzak yakın tüm tuzakları baba
yolun ezdiği oyuncak bir kamyonsun sen
bir gam ağacısın
kar yüküne dayanamayıp kırılan
ilkbaharı gerzeklere ödünç verdin
geri getirmediler
güneşin başına gelenleri
biz ilkbaharsız nasıl anlarız baba

baba bana bağırma
bir kulağımdan giriyor sözlerin
öbür kulağımı tıkıyor
Buenos Aires'te olsaydım diyorum içimden
Eva'nın peronunda
karanlıktan kuşlar çalan bir tren
bir bıçak kaçağı
tangonun bacaklarını havaya kaldırdığı kentte
ama iyi ki buradayım, burada hiçbir şeyi unutmadan
burada
bilginin bilgisizlikten daha çok acı verdiği yerde
burada, tam karşında
hapisanelerde hintyağı gibi bir şeydi zaman
hastanelerde pıhtılaşmış kan gemisi gibi
yol alırdı saatler
karılarının namuslarını dillerinde saklayan
adamlar vardı bir taraflarda
televizyon kanallarında yitirilen çocuklar
gökyüzüne düşmemek için denize yapışan balıklar
ve depolara indirilen Lenin heykelleri vardı
Sovyet Rusya'da
kafandaki duvarları
niye cebine koymuyorsun sen baba


baba bana bağırma
farkında değilsin
arkasını ezilenlerin yaladığı
bir posta puludur dünya
bir karadelik yutana kadar uzayda bizi
asansör boşluğuna itilen bir kedisin sen
söylemenin tam sırası
ülkeyi bu duruma senin oy verdiğin
partiler getirdi baba
ama ben buradayım, burada hiçbir şeyi unutmadan
bir yaşamlık kaygı duruşundayım
yakın tarihimiz için


baba bana bağırma
bacağından vurulursa bir şiir
nereye kadar gidebilir
bana bağırma baba
kendine bağır
yoksa her şey bitebilir


Akgün AKOVA

13 Haziran 2011 Pazartesi

Yaz

Islanmıştı gün. Ve güneş, defalarca uyarmasına rağmen, gidip yine o su birikintisinde oynayarak üstünü başını ıslatan çocuğuna, azarlayıcı bir tonda konuşan anne edasıyla belirmişti bulutların ardından. Öylesine kızgın. Buna şahit olan herkes ona kızıyordu oysa. Nihayetinde bir çocuktu o daha.
Tüm bunlar olurken, rüzgâr, uzlaşmacı insanlar gibi gelip giriyordu güneşle yağmurun arasına. Her ikisine de bir şeyler fısıldıyordu muhakkak, "sen de haklısın ama..." ile başlayan. Deniz de, dışarıdaki sesleri duyup meraklanan bir komşu oluyordu o sıra. Saçı başı dağınık ve elinde bir toz bezi ile belki, çıkıveriyordu hafifçe dalgalanan perdenin bir kıyısından. Ama aynaya bakmadan dışarı çıkmış bir kadın kadar ışıltısız görünüyordu, güneşin üzerinde oynaşan ışıkları olmadan. Belki de bu yüzden, martılar, sokak aralarında top koşturan çocuklara benziyordu bir anda. Ve vapur, "gidip kendi evinizin önünde oynayın" diye söylenen yaşlı bir teyzeye dönüşüyordu, kaçar gibi hızla geçip giderken yanlarından. Bulutlar bile uykudan yeni uyanmış bir bebek kadar şaşkın dolanıp dururken yatağında, öylece oturuyordum ben, 15:45 vapurunun sol kıyısında. Ve diyordum ki içimden, "bazen yağmurla güneş, bulutla rüzgâr bile aynı mevsimi adlandırabiliyor ama, insanlar nasıl başarıyorlarsa hep bir fırtına koparıyorlar, mevsim yaz bile olsa.

Yolculuk

Bana yaşadığın şehrin kapılarını aç
Sana diyeceklerim söylemekle bitmez.
Yıllardır yaşamımdan çaldığım zamanlar
Adına düğümlendi.

Bana yaşadığın şehrin kapılarını aç,
Başka şehirleri özleyelim orada seninle.
Bu evler, bu sokaklar, bu meydanlar
İkimize yetmez.

Özdemir Asaf

Elimde Maya'mın hediyesi o kitap, aklımda yine onca soru ve kulağımda şu şarkı ile çıkıyorum yola. "Bir yolculuk eğer gerçekten bir yolculuk ise, yolcunun sorduğu sorulara cevap vermez. İyi bir yolculuk, yolcunun sorularını değiştirir." demiş ya Ece Temelkuran, galiba bu sefer öyle olacağına inanıyorum. Öyle olsun da istiyorum. Ben dönene kadar bütün şarkılarım, bütün cümlelerim size emanet.




10 Haziran 2011 Cuma

Hakeza

Nasıl ki bir çocuğu izlerken, yaptıklarından, söylediklerinden çok, kendisine ve mimiklerine bakıyorsan, öyle bakmalısın bazen içinden geçenlere; anlayışla, sevgiyle. Çünkü sen de öyle bakmazsan eğer, kimse kulak vermez yüreğinin sesine. Akıl durur kapında, mantık gelir yanına, senin adına kararlar verirler. Kendi isteyip de yapamadıklarını çocuklarına zorla yaptıran anne-babalar gibi, sana bir yön çizerler. Sebepler gösterirler yaptıklarına. Ama bilirsin, bir çocuğa çocukça konuşuyorsun demek ne kadar saçmaysa, bir gönüle sevme demek de öyle saçma.

9 Haziran 2011 Perşembe

Kelimeler

Bazı kelimelerin anlamları değişiyor mevsimlere göre. "Buz gibi" mesela, ne güzel kelime şimdilerde. Oysa anlamı hiç değişmeyen kelimeler de var hayatta. Yolculuk gibi, sevmek gibi mesela. Her mevsim ayrı güzel, her mevsim, sana iyi gelen bir dost yumuşaklığında.

7 Haziran 2011 Salı

Suskun

Bazı şarkılardan korkuyorum. Onları senin de dinlemiş olma ihtimalinden hele, daha çok. Seni izlerken yakalanmışım gibi bir his doluyor birden içime. Artık o andan sonra, bakışlarımı ne yana çevirsem, yüzümde o kendinden habersiz gülümseme. Hele sen de gülümsemişsen göz göze geldiğimizde...
Unutuyorum bütün sözleri. Aklımdaki bütün çengelleri siliyorum. Bir sen kalıyorsun, bir de şarkılar. Kısa sürüyor ama. Rüyasında boşluğa düşen birinin yatağa çarptığındaki şaşkınlığıyla, susuyorum sonra sözlerin alacakaranlığında. Bu yüzden şarkılarım hep yarım, korkuyorum tamamlamaya. Biliyor musun, en çok kendime benziyorum öyle anlarda. Dudakları bir şey söylemeye niyetliymiş gibi aralık, gözleri ne söyleyeceğini bir türlü hatırlayamıyormuş gibi dalgın, kolları birbirinin koynunda, öylece duruyorum. Zaman henüz icat edilmemiş bir şeymiş gibi ya da zamandan henüz haberdar olmayan bir çocuk gibi duruyorum saatlerce. Bir el omzuma dokunuyor sonra. Gidenin ardından, gözden kaybolduktan sonra bakmanın bir anlamının olmadığını söylüyormuş gibi bakıyor bana. Yanıma oturuyor usulca, beraber susuyoruz. Şarkılar da bitiyor biz susunca. Ve biz, ömrümüzün en neşeli şarkılarını hep kaçırıyoruz, o zamansız suskunluklarda.

5 Haziran 2011 Pazar

Dinlen Bir Nefes Al / Jehan Barbur

“Sen bir şey söylemeden gidersin… Öyle bir şey söylemeden gidersin ki, üstüne milyonlarca şey söylenir…”
İncir Reçeli Replik


3 Haziran 2011 Cuma

Sır

Denizin üzerinde martıların yerini ışıkların almaya başladığı bir vakitte, saçlarını denizde oynaşan ışıklar gibi savruyordu kadının yüzünde; uzun yollardan gelmiş bir yolcu gibi yorgun esen rüzgâr. Adam, saçını kulağının arkasına her atışında biraz daha âşık oluyordu kadına. Şalına her sarılışında biraz daha mutlu. Gülümseyişini parıldatan çakırkeyifliğinin ardında kalmış bütün hüzünlerini silip atabilecek kadar da güçlü oluyordu, âşık ve mutluyken.
Duruyordu zaman, duruyordu ritmiyle salınıp duran eller de şarkılarla birlikte. Bir tek rüzgâr kalıyordu sessizliği okşayarak dolaşan. Kadının yanağındaki eli, adamın kadından ayıramadığı gözleri, kadehlerin birbirine değen neşeli sesi ekleniyordu sonra, çerçeveletilip asılmayı hakedecek bir fotoğrafı andıran o kareye. Ve aslında hiç de fotoğraf olmayacakken, mıh gibi çakılıyordu o an, ikisinin de belleğine. Yani ne zaman öyle esse rüzgâr, ne zaman ışıklar dans etse denizin lacivertinde, ne zaman bir şarkı, alıp başını gitme isteğini depreştirse, hep o fotoğrafa bakacaktı ikisi de. Ne zaman akıllarından yaşamak geçse, dönüp dolaşıp iki kadehle geleceklerdi, hır gürün uzağındaki o meyhaneye.
Kadın gözlerini denizden alamayacaktı yine, sebebini hâlâ bilemediği o mahcubiyetle; ama adam... o hep denizi kıskanacaktı kimseye söyleyemeden, sırf kadın onu kendinden çok sevdi diye...