2 Ağustos 2025 Cumartesi

Yolcu

Günün deli sıcağı daha yeni çekilmişken bir hüzün kapladı içimi. Dışarıdan bir şeyler satan arabanın anonsu duyuluyordu. Gözümdeki yaşlara rağmen gülümsedim. Herkesin en azından güneşin yakıcılığından kurtulduğu için sevindiği bir vakitte, bu kadar hüzünlenmek abartılıydı belki. Ve ağlarken güldüğümüz anlar, o saçmalığından dolayı daha da keyifli oluyordu. Ne söylediği hiçbir şekilde anlaşılmıyordu. Sanki onlar da bilerek, söyledikleri anlaşılmasın ve insanlar merak etsin diye böyle konuşuyorlardı. Burada bir şeyler var; ama ne, nasıllar ve ne kadarlar?

Sıcakların henüz bastırmadığı; rüzgârın, hatta yağmurun insanların söylenmesine sebep olduğu başka bir günü anımsadım bunları düşünürken. Her şeyin yolunda gittiğine sevinirken, birdenbire tepetaklak olduğunu gördüğün günlerden biri. Bir anda derin bir sorgulamanın, kaygının, korkunun içine düşmüştüm. Yapacağım ya da yapmayacağım şey, birbirine zıt iki seçenek olarak dönüp duruyordu aklımda. Bir an birini savunuyor, sonra diğerine geçiyordum. İki düşünceyi savunan da, yargılayan da bendim. Olacaklardan korkan da, her şeyi yapmaya cesaret edebilecek olan da bendim. Orada bir şey olduğunu biliyordum sadece, ama ne? Bana neye mâl olacak ve nasıl olacaktı? Daha da önemlisi, tam olarak ihtiyacım olan şey miydi? Sonra durup dinlemeye ve anlamaya çalışmıştım kendimi, ama cevabın doğruluğundan hiç emin olamamıştım. Tıpkı o arabanın anonsundan hiçbir şeyi anlamayışım gibi. 

Önemsendiğimizden emin olamadığımız, sevildiğimizden emin olamadığımız, güvende olduğumuzdan ya da güven duyabileceğimizden emin olamadığımız tüm o ikili ilişkilerimiz gibi. Ailemizle, dostlarımızla, arkadaşlarımızla, sevgililerimizle. Birilerinin söylediği anlaşılmaz cümleler, o cümlelerin yarattığı muğlak hisler ve tüm hepsinden ustaca geçip bir sonuca ulaşabilmeye dair iç sıkıntılarımız belki, bizi bir yolcu yapmıştı. Hiçbir şeyin kalıcı olmayabileceğini kabullenen, içi daraldığında durup gökyüzüne bakmayı seven, ve yoluna devam eden bir yolcu. Ve tüm yolcular gibi bavulu hep hazır. 

19 Mayıs 2025 Pazartesi

Işık

Başımı otobüsün camına yaslayıp gidiyorum. Bulutlar şekil değiştirdi, yollar şekil değiştirdi; hatta belki çiçekler bile şekil değiştirdi. Oysa ben öyle kaskatı, çokça umutsuz, bir o kadar da bıkkın bitirdim o yolu. 
İnsan kalabalığının çok yoğun olduğu bir yerde, ters yönden gidiyormuşsun hissi veren yol boyunca düşündüm. Bana bu hissi veren ne? Neden herkes hep doğru yoldan gidiyor da, ben yanlış yerdeyim hissiyle yaşıyorum? Dükkanlara bakıyorum, insanlara bakıyorum, onların etraflarında dolanan, o bitmek bilmez koşturmacaya bakıyorum. O anda fark ediyorum onu. 
Başına taktığı o çok saçma ışıklı taçla, yüzünde tüm bıkmışlığı ama mecburiyetlerinin farkında birinin tavrıyla duruyor köşede. Sokak lambalarının ışığı altında parlayan kafasındaki taçtan bile parlak gözleriyle. Her şeye rağmen. Yaz akşamında bir lunapark gibi. Caddeden geçen tüm insanlar gözlerinde sanki ve çoğunun gülen yüzleri. İnsanın gözleri, başkalarının mutluluğuyla ışıldayabilir mi? Onlara kızgın olması için onca sebep varken, ve yanından geçen herkes, o yokmuşçasına yoluna devam ederken; insan nasıl böyle durabilir ki?
Ama duruyor işte. Bedeni küçücük ama kocaman bir dağ gibi. Sanki hep oradaymış ve aynı zamanda hiç orada var olmamış gibi. Şimdi ışıklar sönse tüm caddede bir anda. Herkes o koşturmanın bir anlık da olsa farkına varsa. Tüm o koca caddede bir tek onun gözleri ve başındaki ışıklı taç kalsa meselâ... her şey yine aynı şekilde devam edebilir mi?

13 Mayıs 2025 Salı

Saksı

Güneş gözümün içine giriyor. Öyle parlak, öyle aydınlık ki o ân, geceden farkı yok benim için. İnsanı kör ediyor sanki. Korkutucu değil mi bir yandan? Kendime sorduğum soruların cevapları hep hazırda aslında. Sadece bazen, bunu kendime bile söylemeye hazır hissetmiyorum kendimi. Öylece gökyüzüne bakmak istiyorum.

Kumruları kovup durmuştum yaşananlardan sonra, ama onlar kendilerine yine saçma sapan bir yer bulmuşlar pencereden uzak başka bir saksıda. Anlasınlar istiyorum, öyle olmasın istiyorum. Üstelik kızgınım da. Ama yine olmuyor. İnsanın canını acıtan yerleri niye terk edemediğini, orada yeniden bir şeyleri inşa etme isteğini ben de çok iyi biliyorum aslında. Hiçbir şey boşuna değil ve bu da belki bu yüzden bu kadar ısrarla oluyor. “Bu kez böyle olmayacak, bu kez aynı hataları yapmayacağım” diye kendini iknâ edişleri; “bu kez şöyle yapacağım, böyle olacağım” deyişleri ben de biliyorum. Suçun hep kendinde olduğuna inanmayı, daha iyisini yapsaydı aslında öyle olmayacağının delillerini toplamayı çok iyi biliyorum. Hep kendini ispat çabası içinde bir yolculuğu olmuş insanlar, olmamışlıkları temize çekmek için fırsat ararlar sürekli. Aramaktan ziyade zorlarlar. Tıpkı bu kumrular gibi. 

Oysa bazen vazgeçmek gerekir. En çok istediklerinden, en çok değer verdiklerinden, hatta; “olmazsa benim ne anlamım kalır” dediklerinden bile. Seni tanımladığı öğretilen tüm o şeylerden kurtulmak gerekir. Yeniden, başka dal parçalarıyla yeni bir yuva kurmak gerekir. Kurup yine olmadığını görmek belki hatta. Sonra yeniden, ve yine yeniden. Ta ki doğru yeri bulana kadar. Zaten bir kumrunun saksıda ne işi var?

8 Nisan 2025 Salı

Baharlar ve Kışlar

Sokağa dönerken, ağacın dalındaki çiçekler, gecenin parlak yıldızları gibi baktırıyorlar kendilerine. Günün ortasında, bembeyaz. Üstelik kupkuru dalların üzerinde. “Olur şey değil” diyesim geliyor. Neden olmasın ki oysa? Bahar birdenbire gelmiyor mu zaten? Sen kafanın içindeki binlerce düşünceyle mücadele ederken, geçen zamanı fark edebiliyor musun ki? 

Doğada olan her şey, ne güzel bir akışın içinde ilerliyor. Senin gibi kendini durdurmuyor onlar. -malı’lar, -meli’ler, “ama”lar, “yoksa”lar… doğada yok ki. Olman gerekeni sana her daim gösteren bir düzeni var onun. İnsanın verdiği hasarlara rağmen, elinde kalanlarla, insana kendini hatırlatmaya çalışan bir döngüsü var. Kışın yapraksız, yapayalnız kalmış ağaçların, baharla yeniden varlığına kavuşması, aslında ne güzel bir; “sen de yapabilirsin” deyiş değil mi? Bak böyle başlıyor, ve böyle bitiyor. Ya da bir şey bitmişse, en umulmaz yerden bak tekrar başlıyor. Başlıyor ve bitiyor işte ya, eninde sonunda. Üstelik en bitmesini istemediğin şeyler bile. 

Doğum ve ölüm. Bu dünyada en çok kutsadığımız olgulardan ikisi. Oysa her ikisi de ne kadar olağan. Bir şeyleri kutsamaktan azledip kendimizi, sadece oluşuna şahitlik edip, katkımız olması gereken şeylere odaklansak… her şey ne kadar kolay olurdu kim bilir. Her canlı doğar ve ölür. Her şey başlar ve biter. Ama varlığını kaybetmeyen şeyler, öğretisini tamamlamadığı için hep devam eder. Doğan ve ölen insanlarda, başlayan ve biten olaylarda. Dünyanın bütün bahar ve kışlarında.

17 Mart 2025 Pazartesi

Yuva

Hava birdenbire gelen iyi bir haber gibi güzelleşmişti bir anda. Güneş umutları tazelerken, serçeleri de getirmişti nar ağacının dallarına. Her şey bir müjde gibi yayılıyordu ve her şey mümkün, her şey olasılıkların en iyisi gibi hissettiriyordu. Tabii camı açıp yuvaya bakana kadar. 
Kırmızı pazartesi” dedim içimden. Saksıda bir çiçek gibi büyümeye çalışan yavrular yoktu. Birkaç parça çalı çırpı, toprağın üzerinde öylece duruyordu. Kumrularsa karşı evin çatısından bana bakıyordu. Ne yaparsan yap bazı şeyleri değiştiremiyorsun işte. Olacak olan oluyor. Sadece sonuçları görerek ilerliyorsun. Tamam artık diyorum, bir daha aynı şey olmayacak. Sonunu bile bile yapmaktan geri durmadığım şeyler geliyor aklıma. Bir hatırlatma gibi tekrarlıyorum; “bir daha aynı şey olmayacak.”
Saksıların üzerine tekrar gelmesinler diye bir şeyler koyuyorum. Bu da yaşadıklarımdan öyle tanıdık geliyor ki, şaşırıyorum. Akşamüstü kumru, gözümün içine baka baka, başka bir saksının üstüne kapattığım kapağı ittirip düşürüyor. Sakince bir yer yapmaya çalışıyor yine kendine. Hiçbir şey olmamış, her şey normal seyrindeymiş gibi. Öylece bakakalıyorum. İçimden bir ses şöyle diyor: “bu hissi hatırladın mı?” İlk defa bu kadar filtresiz, bu kadar bilincinde olarak bakıyorum olanlara. Bu kadar basitti aslında. Ve bu kadar açık. Ama bir daha aynı şey olmayacak. Kovuyorum o hissin hatıralarıyla birlikte, kumruyu da.

12 Mart 2025 Çarşamba

His

Serçelerin uzun zamandır uğramadığı, nar ağacına sarılan kurumuş sarmaşık kadar unutulmuş bütün pencereler. Sıkı sıkıya kapalı, sessiz. Dışarıda kaçırılacak herhangi bir şey yokmuşçasına endişesiz. Açıyorum. 
Yavrularının üzerinde yatan kumru, yan gözlerle bakıyor bana. Buraya yuva yapacak kadar güveniyor ve aynı zamanda gözünü benden ayırmayacak kadar da güvenmiyor. Kurduğumuz birçok ilişkinin özeti gibi sanki. Hayatla kurduğumuz ilişki de dahil buna. Güvenmelerin, hiç güvenmemelerin; emin olmaların ve hiç emin olamamaların ortasına kurulmuş bir hayat. Onun şu anki duruşu gibi tedirgin. 
Saatler geçiyor, çayın yerini kahve alıyor. Kahvenin dumanına sigaranın dumanı karışıyor.  Kafamın içinde bitmek bilmeyen düşünceler. Her olaydan parça parça, bir fotoğraf albümü gibi. Hepsinde bir sürü şey söylemek istemiştim aslında ama bir müddet durup göğe bakmıştım sonra. Gökyüzü bazısında bulutluydu, bazısında masmavi; bazısında koyu karanlıktı, bazısında sabahın ilk saatleri. İnsanın ne zaman üzüleceği belli olmuyor. 
Derken pencerede bir siyahlık göründü. Sokağın tek gözlü siyah kedisi. Daha yavruyken annesi terk etmişti onu. Küçücüktü. Yan bahçeye düşüp, annesinden sonra tek gözünü de kaybetmişti. Belli  ki amacı sinsi sinsi kumru yuvasına gitmek. Cama çıkıp bağırıyorum. Korkup bahçeye iniyor. Sonra yuvaya dönüyorum yüzümü. Yavruları bırakmış, az ötede, kedinin gelemeyeceği bir yere uçmuş iki kumru. Oradan bakıyorlar yuvaya. Yavrular yuvada yalnızlar, tek başlarına. Küçücük. Hangi tarafa daha çok kızdığımı bilemiyorum. Bu hissi çok iyi biliyorum ama. Göğe bakıyorum.

18 Temmuz 2024 Perşembe

Pencere

Şarkıları kasetlerden dinlemeyi bırakalı çok oluyor. Bir yüzünün bitiminde çıkan o tok sesi duymayalı da. Bahsettiğim sesi hatırladın mı? Tam olarak böyle mi karşılık buluyor yazıda bilmiyorum ama, muhtemelen öyle olmalı: “tak”. Şimdi ne kadar sessiz sedasız bitiyor şarkılarımız, farkında mısın?
Bir elim kadehte bir elim çenemde öylece durmuş, telefonun ekranına bakıyorum. Aslında son zamanlarda bir şeyi yaptıktan sonra düşünmek gibi bir refleks geliştirmiş olsam da, yine de arada böyle kararsız anlarım olmuyor değil. Cevap vermeli miyim o mesaja, bilmiyorum. Soruya cevap olabilecek iki seçeneğin de içimde ciddi bir ağırlığı var. Arka planında da bir sürü sebebi. Başıma dikiyorum elimdeki kadehi. Sonra usulca bırakıyorum masaya. Kimse fark etmiyor beni. Kadehim tazelenmiyor olsa belki ben bile şüphe edeceğim oradaki varlığımdan. Ama böyle güzel, böyle iyi.
Sonra bir şarkı çalmaya başlıyor bir anda. Kasetlerden dinlediğimiz şarkılardan biri. Ama unutmuşum sözlerini. Şarkıyı da alıp eve gidiyorum. 
Hava çok sıcak. Odanın penceresi açık. Sokağın sessizliğinden, uzaklarda uçuşan kuşların seslerine; oradan da yoldan geçenlerin ayak seslerine karışan konuşmaların, yarım yamalak cümlelerine dek uzanıyor gece. Geçen arabaların gürültüsüyle de uzuyor. Oysa sadece bir pencere. Dilsiz, sessiz. Dinlersen duyabilirsin ancak. Bazen yok sayabilirsin. Hatta bazen oradan gelen sese sinirlenebilirsin. Sonra birden eve getirdiğin şarkı dolabilir o pencereden içeri, bürün sözlerini hatırlatarak. Kalkıp “tak” diye kapatabilirsin. 

29 Kasım 2015 Pazar

Seksek

Yapraklar dökülüyor. Her gün biraz daha, biraz daha. Küçücük bir çocuk, dalından kopmak üzere bir yaprak gibi yalpalıyor babasının sıkıca kavradığı elinde, ayağının takıldığı taşla. Bir rüzgâr esiyor o sıra. Dallarda yapraklar savruluyor. Hiçbiri düşmüyor ama. Hepsi babasının elinden tutan birer çocuk o an. Yanlarından geçiyorum.
Yağmurun ıslattığı taşların bazıları kurumaya başlamış. Yağmur geçti diyorum kendi kendime, onları görünce. Yağmur geçti diye tekrar ediyorum yeniden, sanki duymamışım gibi kendi söylediğimi. İnsan kendi söylediğini de duymayabilir mi? Neden olmasın?
Kurumuş taşlara basmamaya özen göstererek yürüyorum bunları düşünürken. Bir seksek oyunu gibi çizilmiş taşlar sanki önümde. Taşımı ikiye atmışım. Hadi üç, dört-beş, altı. Yedi-sekiz, ama geri dönemiyorum. Buraya kadar demek çocukluğum. Kaldırım kenarlarında birikmiş sulara baka baka ilerliyorum.
Az ileride, bir su birikintisinin üzerinden bir adam atlıyor. Dört-beşten altıya, sonra yedi sekiz. Taşı üçte mi acaba? Beni geçmiş mi? Ama o da geri dönmüyor. Arkasından bakıyorum. Bir gün geri döneceğiz diyorum içimden. Yedi-sekiz, altı, dört-beş. Bir gün geri döneceğiz, ve o taşı alacağız bıraktığımız yerden.


15 Kasım 2015 Pazar

Salıncak (2)

Köye gittiğimde bu yaz, serentinin kapısındaki salıncağı bulamadım. Dedem onu benim için kurmuştu. Her yaz saklandığım sığınağımdı benim o. Benden sonra da küçük kuzenler sallana sallana büyümüştü onunla. Hatta o kadar büyümüşlerdi ki, kendimi yaşlı hissetmeye başlamıştım onlar yüzünden. Ama salıncak hep oradaydı. Ben o salıncağa bakarken hep çocuktum.
Anneannemi kaybettim. Dedemi kaybettim. Çocukluğuma ait her şey birer birer yok oluyordu. Anneannemin nasırlı elleri, dedemin türküleri artık yoktu. Delicesine harmanda koşan o küçük kız da tabii. Ama salıncak oradaydı. Gidip sallanırdım yine. Sallanırken çocuk olurdum yeniden. Göğe doğru yükselir bulut olurdum. Uzun süre o boşluğa baktıktan sonra dayıma, "niye yıktınız?" diye sordum. "Artık sallanacak kimse yok" dedi. "Ben varım" diyemedim. "Ben yine sallanırdım, o salıncakta sallanmak için çocuk olmaya gerek yok" diyemedim. Diyemediğim diğer tüm şeyler gibi boğazımda düğümlü kaldı kelimeler. Gözümden bir damla yaş aktı.
Onlara göre bütün çocuklar büyümüştü. "Bırakın bazı çocuklar büyüdüğüne kendisi karar versin"" diyemedim. Çünkü salıncağın yerinde koca bir boşluk vardı. O boşluğa bakarken ben de neredeyse unutmuştum, bir zamanlar orada bir çocuk olarak da bulunduğumu.

19 Mart 2015 Perşembe

Kanat

Ellerimi ceplerimin kuytularına sokup, ara sokaklara vurdum kendimi. Ağaçlar hâlâ yalnız, rüzgâr hâlâ pek sevecen sayılmaz. Ama yollar hep aynı sanki. Başka bir şehirde, yürüdüğüm şu yola benzettiğim bir yer vardı meselâ. İnsan bir yolu, bildiği bir yola benzetti diye sevinir mi? Sevinsin bence. Sevinmek için bahane arasın hatta. Gözünü, kulağını dört açsın. Sonra bunu oturup kendine anlatsın.
Desin ki meselâ, yol, onunla yürüdüğümüz yola benziyordu. Ağaçlara konmuş kuşlar cıvıldaşıyordu. Aynen böyle desin. Bunların hiçbiri olmasa da böyle söylesin. İnsan hep bir şekilde bulmalı çünkü kendini düze çıkaracak sokağın sonunu. Orada durup iki güzel kelâm etsin sonra. "Ohh" desin meselâ, şöyle derin derin.
Bütün bunları konuştum kendimle, yol boyu. Sonra sokağın girişindeki çocuğu gördüm. Orada öylece durmuş yere bakıyordu. Adımlarım istemsizce hızlandı. Yanına geldiğimde durdum. Gözünü alamadığı o yerde bir kuşun kanatları vardı. Çocuk bana baktı, ben ona baktım.. Sonra ikimiz de yürüdük.
Ben bir çocuk olsaydım, kanatlarını bırakıp gitmiş bir kuş canlandırırdım hayâlimde. Düşünsene, kuş kanatlarını bırakıp daha büyük kanatlarla uçuyor gökyüzüne. O kanadın üzerine biniyor hatta çocuk. Olamaz mı? Olsun. Umarım o da benim gibi her şeye geç kaldığını hissetmemiştir, içten içe. Yol kenarında bir kuş kanadı görmenin ne demek olduğunu bari, hiçbir çocuk bilmese..

15 Mart 2015 Pazar

Ateş böceği

Çok dikkatli bakarsan eğer gözlerine, ancak o zaman görebilirdin. Gözleri yeşildi babamın. Belki ben o kadar dikkatli bakamadığım için hiç, hep bilmezden geldim bunu. "Gözlerin kime benziyor?" diye sorduklarında "büyükbabaannenin gözleri renkliymiş" derdim.
Büyükbabaanne, çocukluğumda gördüğüm ilk ölü. Yatırdılar böyle evin ortasındaki divana, üzerinde bir bıçak.. Yanından kovalamaç oynayarak geçen çocuklar uyarılıp odadan çıkarılacak. Büyükbabaannenin benimle aynı renkte olduğu söylenen gözleri kapalı. Bir daha açılmayacak. Ben bunların hiçbirini bilmiyorum ama o zaman. Ne onun bir daha uyanmayacağını, ne de gözlerimin renginin ikisine de benzediğini.. Hiçbirini.
Geceleri ateş böcekleri kovalıyoruz o evin ağaçlı bahçesinin sağında solunda. Birini yakalayıp büyükbabaanneyi yatırdıkları o divanın altına bırakıyoruz. Biz de giriyoruz arkasından. Ateş böceği ışıklı ışıklı dolanıyor o boşlukta, biz gülüşüyoruz. Gözlerimiz yok, burnumuz, ağzımız yok. Varsa yoksa, arada bir yanıp sönen o ışık. Sanki daha fazlasına gerek yok. Sanki dünya o divanın altındaki karanlık. Işık yok, renk yok, koku yok. Ya da hepsi var ama, hiçbirinin adı yok.
Şimdi aynaya bakarken, içine içine bakıyorum gözlerimin bazen. Her şey orada gibi. Arada bir ateş böceği yanıp sönüyor hatta. Bu yüzden kimsenin öyle dikkatli bakmasına izin vermiyorum belki. Gözlerim yerde, pencereden, kapıdan dışarıda. Rengi büyükbabaannedense diyorum şimdi, bu kaçırıp saklamalar da babamdan yadigâr hep bana.

1 Ocak 2015 Perşembe

Işık

Gözlerinde ışıklar yanıyordu. Geçtiğim bir sokakta, perdeleri çekilmiş evlerin ışıklı pencerelerine bakar gibi bakıyorum ben de ona. Öyle uzak, öyle yabancı. Birinin gözlerinin sadece ışıklı olması yetmez. Belki buğulu olması bile yetmiyordur, bilmiyorum. Çünkü ben hiç öyle görmedim onu. Görsem bir şey değişir miydi, o bile muamma. Çünkü ya gözlere, ya söylenenlere inanmak gerekir. Ki söylenenlere inanmak hayat gerçekliğidir. Gözlere şarkılarda inanılır sadece. Söylediği onca şeyi es geçip "gözlerin öyle demiyor"a ancak şarkılarla gelinir. Ah zaten onlar da olmasa.
Sonra yere indirdim gözlerimi. Halıda bir nokta. O bir şeyler söylerken "şurada leke var" diye geçiyor içimden. İnsan bazen sözcüklerden kaçmak istiyor çünkü. Anlatsan da değişmez, değişmeyecek, değişmedi bugüne kadar. Ama halıda leke var, silsem çıkar. Geçen gün aldığım o leke çıkarıcı, bluzumdaki lekeyi çıkarmıştı. Hani geçen akşam bara doğru giderken bana çarpan o çocuğun üzerime döktüğü şarabın lekesini. Bunu da çıkarır elbet.
Gözlerimi kaldırıyorum yerden. Televizyonda saçma bir dizinin tekrarı var. Kadın ağlıyor. O saçma dizide ağlayan kadını görünce bastırıyorum içimdeki ağlama isteğini. Belki sonra, yanımda kimseler yokken, kapalı kapılar ardında. Belki yine o çiçekli kılıfa sarınmış yastığa koymuşken başımı. Yani bir an, bir yerde; ama şimdi değil, şu an değil, daha sonra.
Işıklı, kalabalık caddeye çıkıp yürüyorum, tüm bunları düşündükten sonra. Kalabalık bazen iyidir. Yürümek hepsinden çok. Bir ara sokakta küçük bir çocuk çıkıyor karşıma. Sokak boş, çocuğun elinde bir poşet, oturmuş kedilerin dolaştığı kaldırıma. "Niye burada oturuyorsun?" diyorum, cevap vermeden kedileri seviyor. Yanına oturunca az ilerideki bir evi işaret ederek "şurada oturuyorum" diyor. Pencerede ışık yok. Işıksız pencereye bakıyorum bir süre. "Evde kimse yok" diye düşünüyorum. Çocuğa bir şey diyemiyorum. Işıklı pencereler de yalnızlık demek oysa. Bunu sadece bu akşamdan değil, çok eskilerden, kendi çocukluğumdan da biliyorum.

19 Aralık 2014 Cuma

Beni hoyrat bir makasla*

Hayat bir fotoğraf olmaya zorluyor insanı, diye geçirmiştim içimden. Önümde kocaman bir fotoğraf albümüyle sedirin üzerinde oturuyor, pencereden bir sesleniş gibi odaya giren akşam güneşine bakıyordum. Ağaçların yapraklarında dolaşıp duran rüzgâr, sanki bir şarkı çalıyordu. Çünkü radyo kapalıydı. Bir zaman sonra üzerine kendi sesimi kaydedeceğim kaset, teypte sessiz sedasız duruyordu henüz. Bu ses mutlaka rüzgâr olmalıydı.
Uzaklarda bir kuş, bezgin bir bulutu peşinden sürükleyerek bize doğru yaklaşıyordu. Sadece bezgin görünen bir parça buluta bakıp, bir fotoğraftan uzaklaşmaya çalışmak ne kadar akıllıcaydı bilmiyordum. Hem varsın olmasındı. İnsan yarısı yok bir fotoğrafı bir parça buluta bakarak unutmaya çalışabilir çünkü. Hiçbir kitapta yazmıyor olabilir, ama bu da böyle bir gerekliliktir. Bazı şeyleri herkesin bilmesi de gerekmez. Hem bazı şeyleri ne kadar çok isteseler de, öyle herkes bilemez. Hele yarısı kesilmiş bir fotoğrafı olmayanlar, hiç...
Kim bilir şimdi nerede olan diğer kısmındaki hâlini anımsamaya çalışmıştım bir süre. Nasıl bakmıştı, üzerinde ne vardı... Omuzumda olmayan ellerini acaba göğsünde mi bağlamıştı? Kesin söylenmiştir yine kareye girmeden önce. Hatta fotoğrafta da kaşları çatıktır. Öyle midir?
Ben ilk o yarım fotoğrafa bakarken fark etmiştim onu ne kadar az tanıdığımı. Belki de uzun yıllardır aslında bir tarafımın hep öyle boş kaldığını. Sonra susmuştum uzun uzun. Dikenli tellerle çevirmiştim o suskunluğumun etrafını. Kimse konuşsun istememiştim hakkında. Fotoğrafı da saklamıştım. Sanki o fotoğrafı ben dahil herkes unutursa hiçbir şey olmamış olacaktı. Kavgalar, can sıkıntıları, göz yaşları... Sonra bir gün, ansızın bir yerde karşıma çıkmıştı diğer yarısı. Yıllar sonra. Bir fotoğrafa ne kadar uzun bakılırsa o kadar uzun bakmıştım orada babama.


*Metin Altıok

12 Kasım 2014 Çarşamba

Kedi

Gözlerimi kaldırım taşlarından ayırmadan yürüdüğüm sokaklar ve zamanlar var. Sorsan "ne renk kaldırım taşları" diye, bilemem ama. İnsan bazen baktığı yerde olmaz çünkü, baktığı yerde durmaz. Öyleydi işte o akşam da. Kaldırım taşları ve ben, ölesiye yalnızdık dünyada.
Mahallenin girişinde, çantası, ceketi yerde, kucağındaki yavru kediyle yarışacak kadar şaşkın bir yüz ifadesiyle oturan bir çocukla karşılaştım. Kaldırım taşları bitti, benimle yürüyen anılar bitti. Hani neredeyse diyeceğim ki, yol bitti. Durdum. Bir süre onun o yavru kediyi acemi hareketlerle sevişini izledim. Çok sıradan bir şeyi sizi duygulandıracak kadar başarıyla anlatmış bir film sahnesi gibi, içimde bir şeyi cız ettirdi. Sonra onu bırakıp, yanında dolaşıp duran bir diğerini aldı kucağına. "N'apıyorsun burada?" diye sordum, "hiiiç" dedi.   "Fil yutmuş boa yılanı" diye geçirdim içimden. Ben gördüğümü anlayamıyorsam, o niye anlatsındı ki?
Geçip yanına oturdum. Yavrulardan biri de benim yanıma geldi. En az onun kadar acemice aldım ben de onu kucağıma, sevdim. Ben de birini sevmeye başlayınca bana güvenmiş olacak ki "bunların annesi ölmüş" dedi. "Annemle dün süt getirdik onlara." Biraz durduktan sonra, heyecanla, bir elini ve gözlerini kocaman açarak "tam beş taneler biliyor musun?" diye devam etti. Gözlerim parıldayarak güldüm. Birini güldürmüş olmak hoşuna gitmiş gibi "bu akşam da getireceğiz." dedi. "Ama ben eve gitmeden onları bir görmek istedim." Ne denir bilemedim. "Ben de eve gitmeden birini görmek istemiştim" diyemedim tabii. "Görmeyeyim diye sokaklarda boş boş yürüdüm" de. Susup kediyi sevmeye devam ettim.
"En yaramazları bu" dedi, elinde kıvrılıp duran yavruyu gösterip gülerek. Yetişkinlerden öğrenilip söylenişi taklit edilen bir cümle. O öyle söyleyince yetişkinliğimi hatırladım yeniden. "Annenler merak etmeyecek mi?" diye sordum, sanki çok da önemsemiyormuş gibi. "Ama gelmeseydim onlar da ederdi." dedi, yavruların hepsini gözbebeğine sığdırarak. Kucağımdaki kediyi yere bırakıp kalktım usulca yanından. Ağladığımı görsün istemedim. Fil yutmuş boa yılanı şapkaya dönsün istemedim. Yürümeye başlayınca kaldırım taşlarının renklerini bilmiyordum yine. Öylesine buğulanmıştı ki gözlerim.

7 Ağustos 2014 Perşembe

Salıncak

Mahallenin ortasındaki parkta sıralanmış yeşil banklardan birine oturduk. Oturma kısmına değil ama, yaslanma kısmının üstüne. Öylesi daha havalı duruyordu çünkü. Hem bizden büyükler de hep öyle oturuyorlardı. Gerçi, akşamcı çekirdek çetesi teyzeler bize söyleniyorlardı öyle oturup bankları kirlettiğimiz için ama, o saatte onlar soğanları pembeleştiriyorlardı mutfakta. Sonra biraz salça... Karşıda iki salıncak, bir tahtıravalli, bir kaydırak. Sanki iki gün önce o salıncakta sallanan biz değilmişiz gibi, sanki onlara baktıkça çocukluğumuzu yâd ediyormuşuz gibi hülyalı bakışlar falan bizde. Biri çıkıp "sallanalım mı?" dese tutamayacak kimse kendini ama, denmiyor... Çünkü hepimiz büyümeye çalışıyoruz o sıra, hepimiz büyümenin heveslisi. Oysa ben daha birkaç gün önce zaten büyüdüm biraz.
Az ilerideki bahçeye bakıyorum bir süre yine. Bisiklete binmeyi orada öğrendim ben. G.'nin bisikleti vardı. Böyle yeşilli falan. Bir de muhabbet kuşu. Ben de istedim ama annem almamıştı. Bazen böyle odada çıkarıyorlardı kafesinden, sağa sola salak salak uçup duruyordu. Ama çok güzeldi. Bir keresinde kafama konmuştu hatta da, ne yapacağımı bilememiş, durmuştum öyle. G. gelip eline alıp koymuştu sonra kafesine. Gülüşmüştük neden olduğunu bile bilmeden. Biz gülüştükçe o daha çok ötmüştü. Kafesin yanına geçip çıkardığı sesleri kelimelere çevirmeye çalışmıştık bir süre.
Sonra bir gün, açık unuttukları pencereden kaçtı kuş. Çok ağladı G. Sanki kuşun gidişine değil de, bizden bir adım önde olmasını sağlayan bir şeyi kaybedişine ağladı daha çok. Bir şey demedim üzgün diye. Sadece bir an, "Üzülme dedim, geri gelir belki."  Gözyaşlarının arasından bakıp, bütün gülüşmelerimizi unutmuşçasına "sen nerden bileceksin ki?" diye yanıtladı beni, omuzlarını silkerek. Ben nereden bileceğim ki?
O ânı yeniden hatırlayınca kalkıp salıncağa yöneldim, "ben biraz sallanacağım" diyerek. İçlerinden kararını daha hızlı verebilmiş olanı gelip diğer salıncağı kaptı. Hayatımda o günkü kadar keyifle sallanmamıştım hiç belki de. Bilmiyorum ya da, bana öyle geldi. Belki bildiğim bir şeyi yaşıyor olmanın keyfiydi o, belki de değildi. Bak şimdi anlatırken bile bilmiyorum. "Hem zaten" diyorum yine, ben nerden bileceğim ki?