31 Mart 2008 Pazartesi

İyi ki doğdun Aysuniçkimi

Yaşın kadar mumu almadığında pastalar ya da sen o kadar muma ihtiyaç duymadığında; yaşlara değil, yaşanacaklara önem vermenin değerini anladığın aşikardır. Yaşadığın güzel şeyleri kalbinde, seni üzenleri heybende taşıyarak devam edeceğin; sevgilerin, mutlulukların seni hiç terk etmeyeceği güzel yarınlara gittiğin yolda, bu birkaç satır da benden sana armağandır…

Anılarında saklanan en sevdiğin zamanlar kadar seçkin,
Yaşaması, en az hatırlaması kadar keyifli,
Sebepsiz, halel gelmemiş sevinçler barındıran,
Ulaşamam sandıklarına bile giden yollar bulunduran,
Nedenlerin mercimek tanesi kadar küçük, çarelerin denizler kadar sonsuz olduğu nice mutlu yaşlara. Doğum günün kutlu olsun…

Mart/2008

28 Mart 2008 Cuma

Renklerin dili

Gülün, mendilin renklerine anlamlar yükledi insanoğlu. Kendisi konuşamadığında tercüman etti hislerine. Aşk dediler kimisine, kimisine ayrılık, kimine hasret. İstiyorlar ki, kokusu bile olmayan kırmızı güller, aşkı anlatsın sevdiklerine. Galiba koklamadığın sürece aşktı kırmızı güller. Ya da gülü tercüman saydıkları, sadece görüntüye olan aşklarıydı. Ancak bu durumda mantığıyla çelişmez yaptıkları.
Çiçeklerin manidar renkleri gibi, insanları da anlatan ya da insanların vazgeçemediği renkler vardır. Ben mavi ve yeşile delicesine bağlanmışımdır. Özellikle de mavi. Huzur verir bana, mutluluk verir. Gökyüzünü, denizi hatırlatır. Tabi onlarda özgürlüğü duyumsatır içimde. Acaba maviyi gökyüzüyle mi sevdim ben, yoksa gökyüzüne mavi ile mi tutkun oldum? Kaynağını bile bilmediğim kadar uzun zamandır seviyorum maviyi ben. En sıkıntılı zamanlarımda bile gözlerimi göğe kaldırıp, o mavi görmeyi isteyecek kadar tutkun ve bu durumdan oldukça memnunum.
Geçmiş zamanlarda, benim bu renklere olan beğenimi bilen biri bir kıyas yapmıştı. “Yeşil seni hüzünlü gösteriyor, mavi ışıltılı.” demişti. Belki de yeşilin, onun söylediği gibi hüzünlü yanımı açık eden bir tarafı vardı. Ama ben vazgeçmedim hiç sevmekten, kendimi bu renklerle ifade etmekten. Memleketimin rengi yeşil, aslımın olduğu yerin rengi. Çocukluğumdan beri içinde olduğum, içimde olandı.
Renkler kandırdı çoğu zaman, kararsız kaldığımda ya da hiçbir beğenim olmadığımda. Tıpkı denizi her gördüğümde, her yeşile baktığımda yaşama kandığım gibi…

Mart/2008

25 Mart 2008 Salı

Korkak

Ne karanlık korkum oldu bugüne kadar, ne yalnızlık, ne yükseklik. Küçükken bile evde tek başına kalabilirdim, gece de olsa. Hep küçük şeylerden korktum ben, olabilmesi mümkün kötü şeylerden. Biraz da evhamlı halimin sonucu sanırım bu. Ve örtbas edebileceğim şeyler oldu hepsi.
Kim nereden bilsin, bagaj kapısı açık arabaların yanından geçerken, kapı kapanırken farketmeden başıma çarpar diye korktuğumu. Ya da kıl payı kurtulunmuş kimi şeylerin olması durumunda, yaşanacakları düşündükçe kapıldığım endişeleri.
Olabilmesi muhtemel yüzlerce, binlerce hatta milyonlarca kötü ihtimal varken, bunlardan bazılarını sürekli düşünüp, derin bir endişe içinde olmak; karanlıktan korkmaktan bile beterdir kimi zaman. Daha keskin, sınırları belli şeyler olsaydı korktuklarım. Daha belirgin, daha anlaşılabilir, anlatılabilir. Kısmen de olsa, öyle korkularım da var aslında. Haksızlık yapmaktan, vicdanımdan, başkalarını rahatsız ediyor olmaktan korkmam gibi. Kaybetme korkum da oldu zaman zaman; sevdiğim bir dostu, ailemi, arkadaşlarımı. Ama onsuz olmaktan korktuğum bir sevgilim olmadı hiç benim. Ya çok sevmiştim ama ilişki bu korkuyu yaşayacak kadar uzun olmamıştı. Ya da ilişki uzundu ama bu korkuyu duymayı gerektirecek sevgi olmamıştı.
Ve yaşamaktan korktum çoğu zaman, bazı şeylerin ardından gidebilecek cesaretim olmadı. Konuşmaktan bile korktum bazen, sinirime yenildiğimde kalp kırmamak için.
Ben olmaktan korkmadım ama hiç ve kendimi tanımaktan, yüzleşmekten. Beğendiklerimi, sevmediklerimi dile getirmekten. Doğru bildiğimi söylemekten, onlarla yaşamaya çalışmaktan. Korkularım bile içimde bir cesaret biriktirdi. Belki bir gün bir yerde, bakarsınız biriktirdikleriyle alevlenir, yanar kül olur korkularım. Daha cesur ve dirençli, yaşamaya yeniden başlarım…

Mart/2008

24 Mart 2008 Pazartesi

Aşk varsa eğer...

Bilmediğimdin sen, bilemediğimdin. Hiç değişmedi sana ait tanımlamalarım. Mekanlar, zaman, insanlar hatta ben bile değiştim. O günlerden içimde kalan bilinmezlik hiç değişmedi.
Seninle birlikte, bir kutuya koyup kaldırdım aşka olan inancımı, seneler evvel. Ve o günden beri, ömrümüz boyunca aşka sadece bir defa rastlayabileceğimize inandım. Belki de işin aslı, benim bünyemde, aşkın etkisini gösterebileceği en muhtemel yaşların, çocuk sayılabileceğim o zamanlara rastlamasıydı.
Sevmiştim seni, hak edip etmediğini bile bilmeden, düşünmeden. Hala bilmiyorum gerçekten sevmiş miydin sen de beni. Yanlış bir seçimdin, bunu biliyorum bak. Biraz daha dikkatle ve anlamak isteyerek baksaydım sana, çözebilirdim elbet. Olmazları görmezden gelmeyi seçmiştim ben. Gerçi diyorum ya, olura-olmaza kafa yoracak kadar bilincinde değildim kendimin, sana tutulduğumda. Yine de adına aşk dediğim yegane şeye yanlış demek içime sinmiyor.
Ne kırgınlık, ne kızgınlık var içimde, sana karşı. Hazmedilmiş bir ayrılığın ya da terkedilişin etkisinden belki de. Şimdi sen, “zaten yıllar sonra hala ne kızgınlığı?” diyebilirsin. Yürek, seneler geçse de gideni, acı çektireni unutmuyor. Aslında kimseyi unutmuyor ve viraneye dönüyor, biriktirdiklerinin ağırlığından. Farklı yerlere kaldırmış oluyor anılarını. Tıpkı seni yeniden hatırlatan o tozlu kutu gibi.
Aşk varsa eğer ve hissettiklerimin adı aşksa, o bir tek sen olabilmiştin. Yalan-yanlış ya da çocuk aklı, yani bahanelerim ve sen, hiçbirşey bu durumu değiştirmiyor. Yürek, acı çektireni daha mı çok seviyor?

Mart/2008

21 Mart 2008 Cuma

Günün en güzel vakti...

Yağmur yağıyor... Bilirsin ben sevmem yağmuru. Tek sevdiğim yanı sona erişidir. Ben yağmur sonralarını severim en çok. Yerler kurumaya yüz tutmuştur, etraf toprak kokar ve güneş, usul usul gün yüzüne çıkar. Kirinden, pasından arınmış bir ikindi sunar duyularımıza. “Neden ikindi?” diye sorma. Sebebini bilmediğim bir ikindi tutkum var benim. Belki de bende bütün başlangıçlar, bir ikindi vaktine rastlar. Ya da öyle yakıştırmışımdır, kimbilir?
Gün henüz bitmemiştir ama yorgunluklardan arınır insan, sebepsiz. Bir rahatlama yayılır içine. Hele de mevsim çiçek çiçek açılmışsa, doyum olmaz geçen zamanın tadına...

Mart/2008

20 Mart 2008 Perşembe

İstanbul

Karmaşanın, kaygının, delik deşik sokakların, kalabalığın ve yalnızlığın şehri İstanbul. Burada geçmeseydi hayatım, bir misafir olarak gelmiş olsaydım mesela sana, yine bu kadar sever, alışabilir miydim acaba?
Öyle çok şey var ki sende, bana ait. Çocukken gözüme büyük görünen, düştüğüm o duvar, sevdiğim insanlar, eski sevdalar, sevda sanılan yanılsamalar. Dostlar, arkadaşlar, okuduğum okullar…
Çok sevdim ben seni, sen de içime işledin benim. Dilediğimde kuytu bir köşe, dilediğimde kalabalığını en yoğun şekliyle sundun bana. Sokaklarında yürümeyi, deniz kenarlarında gezinmeyi; vapurla, motorla denize seyre dalarak karşıya geçmeyi, rüzgarını tenimde hissetmeyi, koyu mavi akşam üzerlerini, bilinmeyenlerini milim milim öğrenmeyi sevdim ben.
Belki çoğu kişi bilmez ama mesafenin şehrisin sen. Büyüklüğün, tıklım tıklım trafiğin değil seni bu tanıma yakıştıran. Hani herkesin ortak bir tanımı var senin için. Yok eder, yutarsın ya herkesi. İşte tam da bu yüzden mesafenin şehrisin sen. Yaşarken doyasıya seni, başı dönebilir insanın. Kaptırabilir kendini sana, içinde hızla akıp giden hayata. Kaybedebilir iradesini, sürüklenebilir yetişilemeyen yaşam hızınla. Kontrollü, mesafeli durabilmek; kendini tamamen teslim etmemek gerek sana. Yalnızca kaybolmayı istediğinde kaybolabilecek, gerektiğinde de soyutlayabilecek olmak gerek kendini o kalabalıklardan.
Benim şehrimsin sen, benim gibisin. Yağmurlu, karlı, puslu havaların hiç çekilmez. Güneşli, mavi gökyüzünün seyrine doyum olmaz, insanın aklını çeler. Kararlarım da sendedir, beni arafta bırakan ama beni anlatan kararsızlıklarımda. Kendimi bildiğimden beri, her yolculuğum sende bittiğinde daha da güzelleşir. Yolların, tabelaların, otobüslerin, dükkanların tanıdıktır. Ve eskilerden gelen bir tanıdıklığın birikimini de taşır herşey.
Kocaman bir şehirsin sen ve içinde bir nokta kadar küçük kalan ben. Bir yerden bir yere gitmek, şehirlerarası yolculuklar kadar zaman alsa da ve yorsa da çoğu zaman; sabrımızı sınasan, zorlasan da her an, yine de kopmak, silip atmak mümkün değil seni aklımdan. Sevilen, yokluğunda özlenen, zorlayan, zorluklarına alışılansın. Bazen unutsam da, kaçıp gitmek istesem de buralardan, içimde bir yer çok iyi bilir, yaşamayı istediğim yerdir bu şehir. Ey ömrüm, başladığın yerdi İstanbul, dilerim sen yine burada son bul…

Mart/2008

18 Mart 2008 Salı

Ya büyürsem?

Küçüktük… Mahalle araları, parklar, bütün oyun malzemeleri ve bütün zamanlar bizimdi. Renkliydi, keyifliydi. Büyüdük…Adımıza düzenlenen belgeler ve bize ait olduğunu sandığımız bir hayatımız oldu. Aslında bize ait olan hiçbirşey kalmamıştı. Kaybettik zamanları ve ardından koşturduk tasalarımızı. Yetmedi, yetiremedik.
Bir virajda soluklanırken elimizi bir duvara yaslayıp, baktık ki değişen hiçbirşey yok. Uyuyan bir çocuğun kapalı gözlerinden görüyor kendi savunmasızlığını, içimizdeki çocuk. Küçücük parmaklarında geçen onca zamanı hesap ediyor. Kendini hep o küçük çocuk sanıyor. Bazen gerçekten o çocuk olmak istiyor yine ama sonra, aynı yollardan tekrar yürümeyi göze alamadığını farkediyor. Yorulmuş ve bir o kadar da korkuyor.
Uyanınca bir camın buğusuna ismini yazıyor o minik eller, bir küçük şekere seviniyor. Aynı elleri yanaklarıma konuyor, saçlarımı topluyor. Şu masallarda bahsi geçen sihirli değnekler gibi. Çocuk oluyorum onunla, çocuk kalıyorum.
Geçenlerde bir kolyeye baktığını gördüğüm, küçük kız geliyor aklıma. Kolyeyi beğenmiş ama annesi;
-”Bu senin takabileceğin birşey değil ki, büyüyünce alabiliriz ancak.” dediğinde;
-”Ne zaman büyüyeceğim ben anne?” diye bir ağlama tonu tutturuyor, durumdan hiç hoşnut olmadığından. Annesi önce gülümsüyor, bir yandan da bana bakarak.
-”Büyümek o kadar da sevinilecek birşey değil kızım. Sana takabileceğin başka bir kolye alalım, bu konuyu da kapatalım olur mu?” diyor sonra da.
-”Nasıl yani?” diyor küçük kız, gülümseyerek. Bu gülümseyişte başka bir kolye alma fikrinin etkisi ve büyükleri köşeye sıkıştırmış çocuk zekasının muzip tavrı var gibi.
-”Büyümek kötü birşey mi? Ama sen de büyüksün?” diyor, kırpıştırdığı gözleriyle.
-”Büyümek kötü birşey değil. Ama herkes çocukken daha mutludur.” diyor kadın. Yüzünden belli ki, bunu nasıl açıklayabileceğini kendi de bilmiyor. Ve eminim, başka “bir soru sormasa” diye geçiriyor, o anda içinden.
-”Ama…” diyor küçük kız, bunu sezmiş gibi. “Ya büyürsem?”
Ben de onun gibiyim şimdi. Ya büyürsem yeniden?

Mart/2008

17 Mart 2008 Pazartesi

Takıntı

Tekrar izlenen bir filmin bilindik sahnesi ya da dinlenmekten hasar görmüş albümlerin, tekrar dinlenişinde bilinen başlangıç melodisi, şarkı sıralaması gibi birşey, bu içimdeki his.
Herhangi birşeyi gerçekten isteyip istemediğime bile bakmadan, başarının odağı haline getirmek. Birileri senin için iyi şeyler düşünüp söylerken, bunların tam da tersinin olduğunu düşünmek, istediğin olmadığında. Kendine yeni anlamlar biçmek; sıkıntılı, sevimsiz anlamlar hem de.
Takıntı, bu durumun tek açıklaması… Hep aynı mantık aklımda kurduğum ve hep aynı işleyiş sonunu bildiğim. Bir insan kaç kez aynı yanılgıya düşer acaba? Ne zaman “çünkü”lerden vazgeçer ve kurtulur, bir anlık düşüncelerine, ulaşamadığı hayali gibi davranmaktan. Ders almaz mı, tecrübelerinden faydalanmaz mı? Ya da sıkılmaz mı aynı yolda yürümekten, kör bir inatla.
İster şanssızlık diyelim, ister yanlış istekler ya da kötü kader. Bahanenin ne olduğu asıl sebebi değiştirmiyor. Kimse bilmese bile, benim bildiğim gerçekliği değiştirmiyor en azından.
“Bana herşey seni hatırlatıyor” diyordu ya şarkı, bana da herşey kendimle yüzleşmeyi hatırlatıyor nedense. Her gördüğüm, yaşadığım olayda, kendiyle kıyaslanan durumdan yola çıkarak, “niye böyle oluyor?”a varan bir yol var izlediğim.
Biliyorum yaşamak ve bazen yaşadıklarımızı algılamak gerçekten zor. Ama sebeplerini bildiği sorunları çözememek ve kendiyle barışamamak, hepsinden daha zor…

Mart/2008

14 Mart 2008 Cuma

Rastgele

Çiçeklenmiş erik dalları, açılan pencereden süzülen kuş cıvıltıları ve küskün bir sabah kahvaltısı sessizliği, sabahın ilk fotoğrafında var olanlar. Televizyonda gazetelerin haber özetlerini dinliyordu, aceleye getirilmesine rağmen güzel demlenmiş çaydan bir yudum alırken. “Sadece çayı demlerken gösterdiğimiz özen kadar olsun istiyorlar yaşama müdahalemiz”, diye düşündü. Bu ülkede yaşamak, daha doğrusu birşeylerin bilincinde olarak yaşamak giderek daha zor oluyordu. “Ne desek yetersiz, kendi vicdanlarıyla hesaplaşmadıktan sonra insanlar. Gerçi onlar, vicdanlarını çoktan susturmuşlar” dedi kendi kendine. Yalnız değildi ama belki de yalnız olsa daha iyiydi. Yalnız yemek yemeyi sevmemesine rağmen hemde.
Küçükken, yemek saati için, herkesin sofraya toplanmasını sabırsızlıkla beklerdi. Bazen annaanesi “sen bekleme, ye” derdi. İnatla beklerdi, o kalabalığın içinde olmak için.
Kaç haftadır konuşmuyorlardı acaba. Zorunlu olarak söylenen birkaç kelime dışında tek cümle olmadı aralarında. Olmasındı, nasılsa tekrar aynı noktaya geleceklerdi. Nafile çabaya gerek yoktu.
“Daha başlamadan anlaşıldı, sinir harbine dönüşen bu günün akıbeti ya, yine de şans vermek gerek” diyerek, güzel kıyafetler seçti, kısacık vaktinde özenmeye çalıştı kendine. Otobüsün son durağına yürüdü yine. Otobüse binene kadar müzik dinledi, kendine oturacak bir yer bulunca kitabına yöneldi, başka hayatlara eşlik etti.
Otobüsten indiğinde derin nefesler alarak yürüdü. Tanıdık dükkanlar, her gün aynı zamanlarda, karşılıklı istikametlerde yürürken karşılaştığı, artık aşina olan simalar…
İşyerine varınca ilk önce güzel bir şarkı listesi yaptı kendine, bu sefer üşenmeden. Dünden kalan notlara göz attı, yapması gerekenleri sıraladı. Sakince tamamlayabileceği bir iş düzeni kurdu kendine. İşin planlanabilir kısmını halletmişti, sürprizlere de ufak bir pay bıraktı. Tam işe başlamışken çaldı telefonu. Tanımadığı numaraya baktı bir süre, annesi böyle yaptığında ne kadar söylendiğini düşünerek. Annesi, tanımadığı numarayı görünce, “acaba kim bu” der, telefonun ekranına bakar vaziyette beklerdi ve o, bu duruma sinir olurdu. “Bakacağına açsana artık telefonu” serzenişiyle biterdi hep bu durum. Bundan sonra bu konuda daha anlayışlı olmaya karar vererek açtı telefonu.
-”Benim.” dedi telefondaki ses. “İstanbul’dayım ben.”
-”Ama sen…” dedi ve söyleyecek birşeyler arandı bir süre. Sonunda “sen gitmemiş miydin?” diyebildi.
-”Gitmenin hiçbirşeye çözüm olmayacağını söylemişti bir arkadaşım. Kalıp mücadele etmeye karar vermiştim, hem de siz beni gitmeye hazırlanırken gördüğünüz zaman. Ama önce biraz güç, biraz da kafamı toplamam gerekti. Kendime uzaktan baktım ve geldim. Sen en iyisi beni gidip gelmiş say.” dedi.
-”Hoşgeldin.” diye karşılık verdi, uzaklarda sandığı arkadaşını, hiç ummadığı anda yakınında bulduğuna inanamayarak. Hani “gökte ararken, yerde bulmuş” gibiydi. “İyi ki geldin balıkçı.” dedi, “Sana zaten İstanbul yakışırdı…”

Mart/2008

10 Mart 2008 Pazartesi

Veda

Bir cafede, masaya iliştirdiği paketle başbaşa bıraktığı kıza “hoşçakal” deyip, ayrıldı yanından bir adam. Belki hikayeleri bu değildi ama kızın yüzünde aynı karmaşanın belirtileri vardı, gerisi hayal gücü. Ve bir veda hikayesi bu…

Susmuştun, başını öne eğdin. Getirdiğin paketi ve fısıltı gibi söylediğin “hoşçakal”ı bırakarak ayrıldın masadan. Herhangi bir tepki bekledim ya da herhangi birşey söylemeni. Nasıl sessizce geldiysen hayatıma, öyle sessizce gittin.
Bir “hoşçakal”, sonu oldu hikayemizin. Sonunu sen belirlemiştin ama özrünü kabul etmeyen ben, hikayenin kötü kahramanı olmuştum ne yazık. Doğru olduğuna inandığım şeyi yapmak, birilerinin gözünde kötü olmaktan yeğdi, rahattı içim.
Söylediklerimin laf olsun diye söylenmediğini, olmadığım bir kişiliğin tavırlarını yansıtmaya çalışmadığımı anlayabilmiş olsaydın keşke. Yani birazcık olsun tanıyabilseydin beni. Hiçe saymasaydın, kolay kandırılabilir olduğumu düşünüp, her istediğini yapmayı kendine hak saymasaydın. Geçmişe dönük hiçbirşeyi didiklemeye niyetim yok aslında. Sana kızgın da değilim. Ben bu ilişki içinde kızgınlığa gark oldum zaten ve yorgundum. Tıpkı sana, “artık bu ilişkiyi devam ettiremeyiz.” dediğimde, senin de bana kızdığın gibi. Sessiz ama içten ve yakıcı. Belki de nihayet anladın ne demek istediğimi. Yanlış anlama, ne bir öç bu, ne de kısasa kısas. Yaşadığımız benzer duygulardan biri oldu bu da işte. Birine bilmediği bir duyguyu anlatamazsın, ben de sana anlatamamıştım bu sebeple. O yüzden, ancak şimdi anlarsın beni.
Sen gidince, masadaki paketi farkettim. Tereddüt ettim açmak konusunda ama merakıma yenildim sonunda. Paketi açtım ve üzeri çiçek bahçesi gibi rengarenk çiçeklerle süslü bir kart buldum. “Sana dünyanın en güzel hediyesini vermek istedim. Çok düşündüm ama sonunda buldum.” diyordun. Pakete uzandı elim tekrar. Kenarları çok güzel motiflerle bezeli bir ayna çıktı karşıma. Aynaya bakınca gülümsediğimi farkettim. İşte seni bu yüzden sevmiştim ben. En mutsuz, en gergin anlarımı gülümseyişlere çevirendin sen. Sevdiğim, güvendiğimdin. Ama çok değiştin, ben de değiştim elbet. Yine de ben, hiç bu kadar … Neyse, geçmişte kaldı hepsi. Yeni yollar çizeceğiz kendimize, başka hayatlar seçeceğiz. Paketi de aldım, kalktım masadan. Cafeden çıkarken, flüt sesine eşlik eden o güzel şarkının sözlerine kaptırmıştım kendimi. “Yakınlar uzak oldu, daha etmeden veda.” Yanından geçtiğim çöp kutusuna hediyenin paketini attım, kartıyla birlikte.
Ve ben, o aynayı denize hediye ederken bir kıyıdan, “sadece güzellik yetmez” dedim içimden. Salt güzellik arayışın seni sen olmaktan çıkarmıştı. Madem ki güzellik bu kadar öncelikliydi, ben de bana verdiğin hediyeyi, benim için en güzele, uçsuz bucaksız denize hediye edecektim. Ne garipti şu hayat. Senin ihanetinin adının da deniz olması, sadece tesadüf müydü acaba?

Mart/2008

7 Mart 2008 Cuma

Sevdalım Hayat

Bir yandan elimden hiç bırakmadan okumak, diğer taraftan hiç bitmesin istediğim bir Zülfü Livaneli anlatımı barındırıyor yine, “Sevdalım Hayat”. Su gibi akıyor anlatılanlar. Hem aklımı, hem gönlümü fethediyor okurken.
Sorumlulukların, şartlar ne olursa olsun inatla mücadele etmenin gerçek hikayeleriyle karşılaşıyorum. Ve her zamanki gibi bu, isteyipte yapamadıklarım için yeterince mücadele etmediğimi, gerekli cesareti gösteremediğimi düşündürüyor bana.
Giderek daha kolaycı olan bir toplumu her fırsatta eleştiriyor olsamda, galiba bu kolaycılık, farkına varmadan bana da sirayet ediyor. Kazanılmış başarılara, nasıl zorlu yollardan ve sınanarak ulaşıldığını bir kez daha anlıyorum. Kitabın öyle bölümleri oldu ki, “ben de orada olup alkışlamalı, tebrik edebilmeliydim” dediğim. Ve öyle bölümleri de oldu ki, o haksızlıklara, iftiralara nasıl göğüs gerebildiğine bir türlü akıl erdiremediğim.
Çünkü herkes kolay olanla muhatap. Yalanın, iftiranın, kişisel çıkarların peşinde; paranın, hıncın, korkunun ardı sıra gidiyor. Ve bu, hiç kendine benzemeyen sahtekar insanlarla dolduruyor etrafımızı, bir ateş çemberi gibi.
Bütün bunları bilmeme, anlamama rağmen, kendi isteklerime döndüğünde iş; nedense bir çaresizlik kaplıyor her yanımı. Kendini yeterli görmeme, sürekli bir eksikliğimi arama telaşı içinde aklım. Oysa ne çok istiyorum, benim de sevdalım olsun hayat…

Mart/2008

5 Mart 2008 Çarşamba

İyi ki doğdun Gülüş

Henüz yeni yaşının yorgunu olmadan, yeni kararlar almadan, başlamadan hikayenin yeni sayfasında kelimeleri inci gibi sıralamaya; bir önceki sayfanın sonuna, sınav kitapçıkları misali bir ok işareti kondur bence. Altına da özenle “Lütfen arka sayfayı çeviriniz” yaz. Çünkü artık birşeyler ikaz etmeden, geçtiğimiz sayfaların haberdarı olamıyoruz. Seneler hızla akıp gidiyor ve yine yanlış yerlere bakıyoruz biz. Bazen ilgiye sevda yakıştırması yaptığımızdan, baktığımız yerlerin yanlışlığı. Bazen de geçtiğimiz zorlu yol ayrımlarından. Dilerim yeni yaşın, tercihlerin ve vazgeçişlerinle mutluluk getirir sana.
Doğum Günün Kutlu olsun…
Bütün gemilerini daha başlamadan yaktığım günü, bir yerinden yakaladığımda ya da karanlık geceye aldırmadan bir ışık yaktığımda. Kimi zaman, bunları yapabilecek gücüm olmadığından bir pollyannaya ihtiyaç duyduğumda, hani olmaz ya
Mutsuz, umutsuzken ya da tam aksi durumlarda, hislerime ortak olduğunu bildiğim kankama. İyi ki doğdun. Bilirim mutluluk sana çok yakışır. Gülmenin ve yaşamanın tadına varabileceğin yeni yaşına, umutla…

Mart/2008

4 Mart 2008 Salı

Bir gidişin hikâyesi

Uzak yolların yolcusu oldu zamansız. Bilmediği yolların kapısını açtı ürkek elleriyle. Çok üzüldü, çok ağladı, içinden bir şeyler koparcasına.
Yumdu gözlerini, tanıdığı yerlerin üzerinden hızla uzaklaşırken bindiği uçak. İçinden bir daha hiç dönmemeyi dileyerek gitti. Daha o andan özlediğini bilerek, başka bir yerin yabancılığına alışmayı istemeyerek, görünümleri fotoğraflara saklı herşeyden alıkoyarak kendini ve bundan içi ezilerek gitti. Yalnızlığa, iç çekişlere, sessiz duvarlara, puslu havaya, yabancı insanlara, başka bir kalabalığın içinde kaybolmaya gitti.
Bulduğu bu çözüme “kaçış” diyen sevenlerine rağmen, onu anlamalarını deli gibi isteyerek ama bunun imkansızlığını sezerek. Kendisine yönelen üzgün, kızgın bakışlara arkasını dönüp yürürken; gözyaşlarını, sevdiği bir arkadaşının verdiği mendile gizli gizli silerek gitti.
Ne arkasına bakabilecek kadar güçlü, ne de adım atacak kadar cesaretli olamayarak ama beynini programladığı rotaya uygun olarak gitti.
Kimi cesaret dedi, risk dedi; kimi teslimiyet. Kimi kaçış dedi, korkak dedi; kimi delilik. Hepsinden birer parça barındırarak içinde, karşılık bulamadığı vedalarına da üzülerek, sessiz sedasız gitti.
Dönüşü olmayan yolları hep mecazi sanırdı ama kendisi de bu yolculuktan dönemeyecekti…

Mart/2008