25 Haziran 2008 Çarşamba

Özlemin bitmedi bu Haziran da...

”İşte gidiyorum” demişsin, biz bilmeden. Her dediğini yapmak zorunda da değildin ki…
Kaybettikleri insanları gökyüzünde arayan küçük çocuklar misali, sesini duyunca, gözlerim bulutlara dalıyor.
Senin bu sesin, yokluğuna hiç inandıramayacak bizleri. Ve her geçen gün artan bu özlemin, sonu olmayacak.
Ömrümüzün senelerinin bir yerinde, hep haziranlar olacak. Ve o haziranlar, seni bizden almanın hüznünü taşıyacak. Tıpkı şimdi olduğu gibi…

25.06.2008

24 Haziran 2008 Salı

Güzel şeyler...

Güzel şeyler yazmak istiyorum. Aşktan bahsetmek mesela. Mutlu sonlar yazmak, ilginç tesadüfleri, mutlu insanları, gülen yüzleri; memleketimi, çağıldayan deresini, uçsuz bucaksız denizini, yeşilini, gökyüzünün mavisini, yaylasının bulutlara yakınlığını anlatmak istiyorum. Ve yeniden hatırlamak istiyorum kimi şeyleri.
Fındık topladığım, bana özel yapılan o küçük sepeti, topladıklarımı taşıdığım o küçük şeleği görüp, harmanın başka bir yerinde kendime oluşturduğum fındık yığınını hatırlamak. Ve dedemin, nereden, ne kadar fındık çıktığını bilmek için yaptığı hesabın aynını, benimde bir deftere yazdığım zamanları. O defteri bulduklarında ne kadar güldüklerini. Ailenin bütün çocuklarının uğrak yeri olan, odanın kapısındaki salıncakta, gece-gündüz demeden keyifle sallanışımı. Bahçede kaynağından buz gibi su içmeyi, dalından meyve koparıp yemeyi, musluktan da su içilebileceğini, akşamın o yoğun sessizliğini. Zorlu yollarıyla baş etmeyi öğrendiğim ormanda, düşe kalka mantar aramayı. Yağmur sesini dinleyip, toprak kokusunu içime çekmeyi. Hayatımızdan eksilenleri, yokluklarından oluşan büyük boşlukları. Çocukluğumdan gelen alınganlığımı bilenlerin, benimle uğraşmayı nasıl eğlenceleri haline getirdiklerini. Nasıl da çabuk küstüğümü, bir köşeye çekilip kimseyle konuşmadığımı.
Köye ilk gelindiği gün, bahçeye girilirse havanın çarpacağını, taze fındığın çok fazla yenilmemesi gerektiğini, bildiğim tüm yemekleri. Uzaklardan seslenene “ey” (cevap) vermeyi, “annağa gelmeyi”(görebileceğim bir yer).
Hatırlamak, anlatmak ve yeniden yaşamak istiyorum. Bunun için de gitmek için gün sayıyorum. Güzel olan birçok şeyle dönmek için…

Haziran/2008

23 Haziran 2008 Pazartesi

Nihayet gittim

Servisi bekliyorum. Gözümün önünde akıp giden trafik var. Sanki hayatı ortasından bir yerinden bölmüş ve kendime ayrı bir zaman dilimi yaratmışım. Elimi uzatsam değecek kadar yakın ama bir o kadar da uzağım. Otobüse bindim, oturdum cam kenarına. Yalnızım. Uzaklaşıyorum şehrim senden. Gitmek isteyen bendim, gidiyorum. İyi gelecek bu gidiş, biliyorum. Bildiğim yollardan, özlediğim yollara, özlediğim insanlara gidiyorum. Karanlık basıyor. Anlamlı şekillere benzetmeye çalıştığım bulutlar başımızda. Yol akıp giderken şu cam kenarından, “Özlediğim tam da bu!” dedim içimden.
Müziklerimi açıp, bir kelime etsem saatlerce konuşacak hanımın haline de aldırmadan, akan yolu seyre daldım. Memleketime vardığımda, hem çok şeyin değiştiğini, hem de bir çok şeyin değişmediğini gördüm. Özlediğim herşeyi, herkesi gördüm teker teker. Köydeki sessizliği, eğri büğrü yolları, fındık bahçelerini. Yaylaya çıktık sonra. Elde yapılmış çay, taze sağılıp kaynatılmış süt, uzun zamandır tatmadığım yemekler, bazen sert esip donduran, bazen sıcağı azaltan rüzgar, küme küme bulutlar, temmuzun başında üşüdüğümüz için yakılan kuzine. Eksiği, fazlası, sessiz sakin ortamı ile, bir karadeniz tatili bu, kendine özgü.
“Yedi yaşında bir kızım
Büyümez ölü çocuklar.” demiş ya Nazım usta, yazlarını burada geçiren, hatırımdaki o küçük kız, benim için hep aynı yaşta. Ama şimdi, gördüğüm herşey bambaşka…

Temmuz/2008

22 Haziran 2008 Pazar

Gökçeada demişken...

Kısıtlı imkanlarımıza rağmen, herşeyi istediğim gibi keyifle yapabildiğim ve aynı zamanda hayatımda çıktığım en savruk yolculuktu Gökçeada maceramız. Yeni yerler görmekten de önce, denize girmek amaçlı bir tatil olmasına rağmen, en gerekli şeyleri unutarak çıktığımız bir yolculuktu.
Kaldığımız pansiyonun sahibi, astsubay emeklisi bir bey idi. Nereye gitmişiz, ne yapmışız; bizden önce haberdar oluyordu, bilmediğimiz bir şekilde. Çok da yardımı dokunmuştu ama. Askeri kantinden alışveriş yapmamızı sağladı. Nereye, nasıl gideriz’in bilgisini hep ondan aldık.
Turistik bir mekan olmasına rağmen, üç genç kızın tatiline anlam veremiyordu yaşayan halk. Adada varolan üniversitenin öğrencisi olup olmadığımız soruluyordu her gittiğimiz yerde. Rum köylerinin yaşayanlarının karşılamaları çok daha başkaydı. Zaten o köylerin havasına hayran kalmıştım. Köyleri gezerken, yıkık-dökük ama eskiden güzel bir bina olduğu belli olan bir yerin önünde durmuştuk birara. Biz çok dikkatli bakınca, bizi gezdiren bey, “burası okulmuş.” demişti. “Köyde de başka okul yok zaten.” diye de ekledi. “E çocuklar?” diyecek olduk. “Bu köyde çocuk yok ki.” diye karşılık vermişti. Ne kadar iç burkucu bir cevaptı bu. Fırsatını bulanlar, Yunanistan’a gitmişler. Kalanlar ise orta yaş ve üzeri insanlarmış. Bizimle sanki uzun zamandır tanışıyormuş gibi konuşup şakalaşan gördüğümüz o insanlar yani.
Gezdiğimiz her yer, tanıştığımız her insan (istisnalar kaideyi bozmaz) güzeldi. Şimdi bunları yazınca, elimde fotoğraf makinası, yeni yerler keşfederek, yeni şeyler öğrenerek gezmeyi özlediğimi farkettim. En yakın zamanda, sağlam bir bütçeyle, yeni yolculuklara çıkmak gerek galiba. Hayat içinde nedense, istediklerimizi gerçekleştirebileceğimiz zamanlar çok kısa.

Temmuz/2008

İncelik maharet ister

Elindeki poşetleri, sorgusuz sualsiz, o kadar uğraşarak dizdiğim kolyelerin üzerine gelişigüzel bıraktı kadın. Yan tezgaha bakıyor olmasına, bizim tezgahı dağıtmasına rağmen, bırakırken izin istemiş olsaydı, eminim sinirlenmeyecektim bu davranışına. Alışverişi bitene kadar nasıl sabrettiğimi ben de bilmiyorum.
Hani “hedef kitle” diye bir terim var. Tezgahta satılanların niteliğinden ve hitap ettiği insanlardan ayrı olarak, bazen orada oturuyor olmama beni sevindiren insanlar da geliyor tabi. Konuştuğu iki kelime, bakışı, tavrı itibariyle, işte benim için “hedef kitle” olabilecek insanlar dediklerim. İyi ki varlar ve iyi ki karşılaşıyoruz.
Geçen sene gittiğimiz Gökçeada’nın, hayran olduğum o rum köyü Zeytinli’de yaşadıklarımız geldi aklıma. Yaklaşık iki saat yürüyerek ulaştığımız o güzel köyde içtiğimiz, çok fazla türk kahvesi tutkunu olmamama rağmen, unutamadığım o kahvenin tadı sonra. Ve o kahveyi daha da lezzetli kılan o sohbeti.
Kısıtlı imkanlarımızla gittiğimiz Gökçeada da, minübüs gibi bir vasıtanın bulunmadığı o köye, taksiyle gitmek yerine, yürümeyi tercih etmiştik biz. Yürürken yanlarından arabayla geçtikleri üç kızın, onlarla aynı yere kahve içmeye geldiklerini gören üç-dört bey oturuyordu yan masada. Bizim onca yolu yürüyerek, buraları görmek için gelmiş olmamız, çok hoşlarına gitmişti. “Böyle gençler var hala demek?” demişlerdi. Onların grubu, Türkiye’nin çeşitli illerinden, öğretmen evleri müdürleri ve dernek başkanlarından oluşuyordu. Güzel sohbetimizi yarıda bırakıp, onlardan önce kalktık biz masadan. E malum, geze dolaşa aynı yolu geri yürüyecektik. Biz çiçek, böcek resmi çekerek yürürken, yanımızdan selam vererek geçtiler arabayla. Beş dakika sonra da geri döndüler, arka koltukta oturan beyler eksik olarak. “Başkanımın içi rahat etmedi. Sizi şehir merkezine bıraktıktan sonra gelip onları alacağım. Buyrun.” dedi, arabayı kullanan bey. Gerçekten de az ileride yol kenarında bekleyen başkanı görmüştük.
İnce düşünmek, nerede nasıl davranılacağını bilmek, insan olmanın gereği bence. O yüzden kendinden başkasını düşünmeyenleri, küçük dağları kendisinin sananları, hayattaki tüm özgürlük ve hakları, başkalarının sınırlarını ihlal etmek pahasına kendilerine ait sananları, aklım almıyor. Baktıkları yerde sadece kendilerini görmeyenler, sayıca az da olsanız, bu dünya, sizler varolduğunuz için gerçekten çok şanslı…

Temmuz/2008

19 Haziran 2008 Perşembe

Üç nokta (...)

“Neden bu kadar üç nokta (…) kullanıyorsun?” diye sordu bir arkadaşım. “Artık üç nokta gördüğümde aklıma sen geliyorsun.” dedi. “Söylenişi de yazılışı kadar manidar olsa, lakabım olabilirdi desene.” dedim ben de.
İmla kurallarına, noktalama işaretlerine elinden geldiği kadar dikkat etmeye çalışan, hatta bazen sırf bu yüzden, bütün kelimelerin anlamlarını ve yazılışlarını kaybeden biri olarak, bunu bilinçsiz olarak yapmıyorum tabiki.
Birkaç farklı nedenle kullanılır üç nokta. Ama bana en yakını, kendini çoğunlukla eksik hisseden biri olarak, tamamlanmamış cümlelerin sonuna konuluyor olmasıdır galiba. Çoğunlukla yazdıklarımın da eksik olduğunu düşünürüm ben. Derdini anlatan cümleler içermesine, içinde doğru tanımları bulundurmasına rağmen, yine de birşeyler eksik gelir hep. Benim hissettiğim bu eksikliği, tıpkı yazının içinde anlattığım tüm diğer duygularım gibi, açığa vurmak için kullanırım üç noktayı. Yani bir nevi kendimi anlatma yöntemimdir bu.
Bir de tabi suskunluğum… Kızdığında, üzüldüğünde suskun kalan ben, suskunluğumu dile getiririm bu yöntemle. Kızdığımda sorduğu sorulara yanıt alamayan herkes bilir bunu maalesef. Öyle zamanlarda ne kadar sevimsiz olduğumu anlatır üç nokta. Galiba gerçekten kendimle özdeşleştirebilirim ben, bu noktalama işaretini. Ne çok ortak özelliğimiz varmış meğer kendisiyle. Bugünden itibaren ilanımdır efendim, muadilimdir üç nokta…

Haziran/2008

Giden, döner elbet...

Ayrılmak ne zordur. Sevgiliden, kıymetli bir dosttan, yakın bir arkadaştan, aileden, sevdiğin herhangi bir insandan. “Keşke gitmese” demek, giderken dönüşünü de planladığını bilsen bile. O yokken eksik kalacak şeylerin, geçmeyecek zamanların, “ne gülerdik buna” deyip, yokluğunu hissetmenin kasveti çöktüğünde üstüne, keşke burada olsaydı demek.
Sevmek ne büyük risktir aslında değil mi? Nasıl da cesaret ister. Korkuları alt edebilmek, sorulardan vazgeçebilmek ister. “Ya giderse?” Giderse birgün, alıştığımız onca şeyin anısını ve yalnızlığı bırakarak bize. Çok uzaksa gideceği yer, dönemeyeceği kadar; ya da sadece fikren uzaksa, aslen uzak sayılmayacak kadar. Esas olan yalnızlıktır her durumda. Onsuz tadı olmayacak yaşanacakların yansımasıdır, arta kalan boşluktur. El sallamak dağıtır mı dersiniz bu hüzünleri? Gözünden akan yaş söndürür mü özlem ateşini?
Dilerim, ucunda kavuşmalar olan ayrılıkların zorluğu olsun, bizi yoran. Gidenler dönsün yolculuklarından. Ve tamamlasınlar eksik kalanları, bize anlatacaklarından.

Haziran/2008

Dikkatimden kaçan

İlkokul çağlarında, kardeşleri ve amca çocukları ile hep beraberlerken yaşadığı bir olayı anlatmıştı annem. Bütün çocuklar, kuzinenin olduğu odada oturuyorlarmış, bir kış günü. Kuzinenin üstünde ibrük kaynıyormuş. Dayım, “Ben bu ibrüğün içine girerim.” demiş; annem, “giremezsin.” “Girerdin, giremezdin” münakaşasından sonra dayım, “Sen odadan çık. İçeri girdiğinde, ben ibrüğün içinde olmazsam, kuzinenin maşasıyla beni döversin.” demiş. Çıkmış annem odadan dışarı. Bir zaman sonra geri gelmiş. Dayımı kuzinenin yanında, gülerek otururken görünce, annem de koşmuş maşaya; dayımı dövecek ya. Maşayı eline aldığı gibi, yanmış eli. Annem odanın dışındayken, maşayı kuzinede ısıtmış çünkü dayım. Ben bu hikayeyi dinlediğimde, sanırım annemin o zamanki yaşlarındaydım. Şu an düşünüyorum da, bazen bazı şeylere öyle odaklanıyoruz ki, daha önemli birçok nokta kaçabiliyor dikkatimizden.
Çok sevdiğim bir ablamın, tavırlarından hiç hoşlanmadığım bir arkadaşı var. Kimin kiminle anlaştığı ya da anlaşamadığı beni ilgilendirmez. O yüzden tek kelime etmedim ablama, bu konuyla ilgili. Ama diğer yandan, o kızın tavırlarını gördükçe, beynime sıçrayan kana da mani olamadım. Ve ister istemez mesafeli durdum ona karşı. Ondan uzak durmaya öyle gayret göstermişim ki, ablamın bunu üzerine alınmasına sebep olmuşum farkında olmadan. Aklımın ucundan bile geçmeyecek bir problem algılamış, kendisiyle ilgili. Halbuki olmayan, olmayacak birşey bu.
Mali müşavirimiz briç oynar sürekli. Bana da tavsiye eder her fırsatta. “Planlı düşünceyi geliştirdiğini” söyler. Briç’i bilmiyorum ama olaylara daha ılımlı bir yaklaşıma ihtiyacım var sanırım. Kendimi bu kadar açık etmeyip, biraz politik olabilsem, acaba aynı şeyleri yine yaşar mıyım?

Haziran/2008

18 Haziran 2008 Çarşamba

Yitip giden

Sen gittin…
Ne özlemek kaldı geriye, ne de sana ait başka birşey. Beni de aldın götürdün çünkü sen, bırakmadın bana. Çok kızdığım zamanlar, “çık artık hayatımdan” derdim, sana duyurmadığım sesimle. “Beni rahat bırak.” derdim. Sen bıraktığında, beni bırakmayacak olan hasrete, acıya ve manasızlaşacak hayatıma hazırmışım gibi. Sensizlik kolaymış ya da buna katlanabilirmişim gibi.
“Git!” derdim, kızgınken bana yaklaştığında. Şimdi “Gel!” diyebilmek için neleri vermezdim. “Dur gitme!” diyemeyenin, “Gel, demesine inanmam.” demişsin, mutlu günlerimizin en yakın tanığı olan o insana. “Birbirinizi çok yıprattınız, artık bırakın. Acıtmayın daha fazla canınızı.” dedi. “İyi o, merak etme.” dedi, “Bir ucundan tutmuşsun hayatın”, öyle söyledi. Benim hayatımın tüm tutulacak uçları törpülenmiş, ne garip değil mi? Neresinden tutsam, kayıveriyor elimden. Ya da kalmamış hayatımın bir tutar yanı gerçekten.

Sen yoksun…
Aynada gördüğüm yüzü beğenmiyorum. Bana çok yakıştırdığın o kirli sakallarım, artık gerçekten kir-pas içinde. Sen olmadan neye yarar, aynalarda mutlu ve güzel bir yüz görmek zaten. Beni zorla bir yerlere sürükleyen, giderken yaptığım tüm huysuzluklara katlanan güzel kız, “iyi ki benimlesin.” dediğin o güzel zamanların hatırına, yine huysuzluklarıma aldırmadan gelsen. Ve ben de, “iyi ki geldin.” diyebilsem sana sevinçle.

Artık ben de yokum…
Yokluğuna dayanamıyor, ne bedenim, ne kalbim. Nasıl da görmezden gelmişim, beni ne kadar mutlu ettiğini, hayatıma nasıl anlam kattığını. “Acaba seni görür müyüm?” diye gittiğin yerlerden geçen, ümitsiz ama aynı zamanda gereksiz bir umuda yenik biri oldum. Ben bile tanıyamıyorum kendimi. Uzak bir şehrin, ücra bir kasabasına çevirdim rotamı. Senden uzağa, çok uzağa. Ve umarım, gözden ırak olan, gönülden de ırak ola…

Haziran/2008

15 Haziran 2008 Pazar

Gökten üç elma düşse...

Sırtımızı duvara yaslayabileceğimiz bir masaya iliştik. Hayatımız boyunca hiçbir yere yaslayamadığımız sırtımızı, dertlenmek, derdimizi söylemek için bir duvara yaslamıştık.
Yüzüne bakamıyordum; korkuyordum. Üzüldüğün hiçbir şeye çare olamamaktan; “amaann boşver” deyip, her şeyi unutturamamaktan; “üzülme her şey düzelir” cümlesine seni inandıramamaktan korkuyordum. İyileşmeyen derin yaralar oluşturmuştu içinde sakladıkların. Gözyaşlarınla yıkıyordun açığa çıkardıklarını. Canın nasıl acıyordu biliyordum. Ama bir faydası olmuyordu.
Bütün bunların, üst üste olan onca şeyin, akıttığın gözyaşlarının bir varış noktası olmalıydı. Ağlamaya bile, birgün gülmek için katlanırdı insan. Ne zaman gerçekten gülecekti gözlerimiz, açık etmek istemediği şeyleri maskelemek yerine? Niye böyle oluyordu her şey? Biz mutluluğu ararken, neden hep hüzünlere düşüyordu yolumuz? Neyi yanlış yapıyorduk, sürekli yineleyerek? Soramıyordum sen bu haldeyken ama susamıyordum da, sen böyle ağlarken. Cevapsız kalıyordu sessiz sorularım.
Artık ne düşlesek kâr etmiyordu kederlerimize. Düşlerimizden de vazgeçmemizi istiyordu hayat. Oysa neye yarardı düşleri olmayan insanlar? Soramıyordum sana.
Offf… Keşke sihirli değneği olan bir hayal kahramanı olabilseydim. Sevdiklerimin üzüntülerini bir kalemde silebilseydim. Yakınmak hiçbir şeyi değiştirmez, bir işe yaramazdı; biliyordum. Hani şarkıda diyordu ya;
“Ne zaman canın yansa bu kadar derinden,
Sanırsın mümkün değil, bir daha üzülmen.”
“Bundan daha kötüsü olmaz” sandığımız her anın, daha da kötüsü olabileceğini öğretti hayat nihayet. Öğrenerek büyüyoruz maalesef, sanki büyümek marifet. Olur da bir gün, yeniden masal dinleyecek kadar arınmış olursak kötülüklerden... Ya da anlatacak kadar inanabilirsek, parıldayan vicdanlara... Gökten üç elma düşsün istiyorum yolumuza. Biri de mutlaka bizim payımıza. Ve tüm üzüntülerimizin, çok uzağına…

Haziran/2008

12 Haziran 2008 Perşembe

Hayat akıyor

Seneler önce birgün, doğumgünümün daha ilk dakikalarında, bir kutlama mesajı almıştım, tanımadığım bir numaradan. Biterken beni çok üzen bir ilişkinin kırıntılarını, kendime bile itraf edemesemde, içimde taşıyordum o sıra. Aslında gerçekten “o” olmasını dileyerek, “eğer sen isen…” diye başlayan, “beni arama” maksatlı bir cevap mesajı yazmıştım. Yanıt geldiğinde, o cümleleri kuranın, aklıma gelebilecek en son kişi olduğunu anlamıştım. Mesajı gönderenin “o” olmamasına mı, içten içe hala onu bekliyor olmama mı, yoksa durup dururken ortaya çıkan, bu ihtimalsiz duruma mı üzülseydim bilememiştim.
Aradan geçen onca seneyi, hayatımda, kendimde değişenleri, yaşadıklarımı, yaşayamadıklarımı düşünürken, bu halimi de hatırladım. Sadece kendi kanayan dizlerinden dem vuran biri olmadan, kanattığı dizlerin de bilincinde olarak, devam ediyorum yoluma. Yaralar kabuk bağlıyor, sonra tamamen iyileşiyor birgün. Herşey geçip gidiyor, ömrümüz gibi.
Her geçen gün biraz daha iyi anlıyorum ki, hayat sandığımız kadar uzun değil. Hastalıklar yaşıyor, sevdiklerimizi kaybediyor, altından hiç kalkamayacağımızı sandığımız birçok şeyin üstesinden gelebiliyoruz. Bu bizi bazen güçlü, bazen zayıf, bazen de yalnız yapıyor. Ama hep ömrümüzden çalıyor. Farkettirmeden ama farkedilecek kadar boşluklar oluşturarak. Geride kalmış uzun yollar barındırarak. Hayat akıp geçiyor, bazen bizi bizden bile çalarak…

Haziran/2008

9 Haziran 2008 Pazartesi

Uzaklardan görüntüler

Uzaklardan mektuplar demiştim hani. Çiya ile tanışmamızı ve sonrasında aramızda oluşan bağı anlattığım yazıyı, ona okutmak geçiyordu hep içimden. Geçenlerde telefonla konuşurken, msn adresi aldığından, komşularında internet olduğundan ve ara sıra adresine baktığından bahsetmişti. Dün nihayet denk gelebildik. Kamera açtı. Karşımda kocaman bir genç kız vardı.
Hal-hatır sorma faslından sonra, “Sana birşey okutmak istiyorum.” dedim. “Nedir?” diye sordu merakla. Yazının linkini yolladım, “Bu yazıyı oku bakalım.” dedim. Çiya yazıyı okumaya başladı, ben de açık olan kameradan tepkilerini izlemeye koyuldum. Çok şaşırdı önce. Gülerek ve şaşkınlıkla okudu ilk satırları. Yazının sonlarına doğru bir durgunluk çöktü üzerine, gülücükleri kayboldu. Korktum ben de açıkçası, “incindi mi yazdıklarımdan?” diye. Bitirene kadar zor sabrettim. En nihayetinde, elini yanağına koyup, ekrana öylece bakarken; “okudun mu?” diye sordum dayanamayarak. “Okudum.” dedi. “Beğendin mi?” diye sormaya, cesaretim bile yoktu. O da beni daha fazla merakta bırakmadan, “ağlamak istiyorum.” dedi. Korktuğum başıma geldi diye düşünürken, “beğenmedin mi?” diye sormak zorunda hissettim kendimi. “Sen çok iyisin, çok.” dedi. “O senin iyiliğin.” dedim. Kısıtlı zamanı tükenmişti, ben bunları söylerken. Yeniden görüşme dileklerimizle kapattık konuşmayı. Benim dilimde ise, artık kocaman olmuş hatırımdaki küçük kıza söylediğim, “Ben henüz, sana iyilik olabilecek kadar bir şey yapamadım ki!” cümlesi vardı.

Haziran/2008

Gitmek...

Birkaç hafta sonra, yıllık iznimi kullanarak memleketime gideceğim. 4 sene oldu oraları, sevdiğim insanları görmeyeli. Zaman yaklaştıkça farkediyorum, ne kadar özlediğimi, gitmek için ne kadar acele ettiğimi. Gideceğim ya, şimdi kimin elinde bir bavul görsem, takılıp kalıyor gözlerim. Otobüs firmalarının önünde birikmiş, servis bekleyen insanlara bakıyorum, hemen o an gitmek ister gibi.
Yol yoruyor insanı evet, ama nedense ben seviyorum bu yolculukları. Çok sık olmamak kaydıyla tabi. Yalnız kalabildiğim, hüzün ve sevincin ruhumda karıştığı bir zaman dilimi oluyor benim için, bu yolculuklar.
Bir İstanbul aşığı olarak, en çok gitmek istediğim yere bile olsa gidişim, bu şehirden ayrılırken hüzünlenirim. O hüznün üstüne, sürekli çalışmaya alışmış insanlarda, iznin ilk zamanlarında oluşan, bir boşluğa düşmüşlük hissi eklenir. Hani bilir misiniz, günlerin sırası bozulur. O gün hiçbir gün gibi gelmez size. Bu durum, bazı zamanlar, gün ortasında, herhangi bir sebeple izin alıp işyerinden çıktığımda da olur mesela. Dışarıda, aynı hızla akmaya devam eden hayatı görünce, sanki bilmiyormuşum ya da hiç aklıma gelmemiş gibi bir şaşkınlık hali olur ben de. Tıkılı kaldığımız dört duvarın, bizi yoksunlaştırması olsa gerek bu. Ve tabiki, gidilecek yerin, görülecek insanların sevinci eklenir, diğer iki duyguya.
Cam kenarında otururum. Gidenlere el sallayan kalanları görürüm. Kulağımdaki kulaklıkta, bir ayrılık şarkısı çalar o sıra. Ve ben, bu hüzünü, ilk defa yaşıyormuşum gibi yaşarım. Geride bıraktıklarımı, “ben olmasam bu şehirde bir boşluk ya da birilerinde bir hüzün olur mu?” sorusunu, “bir gün gerçekten gidebilir miyim?” bilinmezini düşünürüm. Hiçbir zaman tam anlamıyla kopamayacağım bu şehre uzaklaşırken her saniye, dönmeyi özlerim…
Belki birgün, kimbilir, artık yaşanmaz hale gelen bu ülkeden, beni ben yapan sevdiğim herşeyden vazgeçer; o cesareti kendimde bulup, bir bavulu ardımda sürükleyerek, sessiz sessiz giderim…

Haziran/2008

6 Haziran 2008 Cuma

Biz eğlenirsek...

Öylesine bir gündü sabah kalktığımda. Bilindik işleyiş olacaktı, günün rutininde. İşyerinde bekleyen evraklar, saçma sapan sorular, anlamsız gerginlikler. Kapıdan dışarı adımını attığında, öyle anlaşılmaz bir hızla oluyor ki herşey. Karmaşanın ortasına düşüyorsun. O karmaşadan biraz uzaklaşmak için; “Akşam toplanalım mı?” diyor arkadaşlar. “Toplanalım.” diyoruz. Başka planları olanlar erteliyor, eve gidenler yoldan döndürülüyor. Birarada oluşumuzu engelleyecek tüm olumsuz durumlar, tek tek etkisiz hale getiriliyor.
Yemek yedikten sonra, İstiklal’in o kalabalığından fırsat bulmaya çalışarak, gideceğimiz yere varıyoruz. Küçük ve yeni bir yer burası. Bahçe bölümüne oturuyoruz. Erbani ve gitarımız, dahası, iki de solistimiz var. Yani mekandan tüm bu kıyaklar. E tabi ortamın olmazsa olmazı, bizim seslerimiz.
Türküler, şarkılar söyleniyor; halaylar, horonlar oynanıyor o ufacık yerde. Yan taraftaki mekandan bize eşlik edenlerde oluyor; şarkı, türkü seçimlerimize olan beğenisini sesli dile getirenlerde. Yeri geliyor sesimiz gür çıkıyor, yeri geliyor, sözleri unuttuğumuz için, soran bakışlarla birbirimize bakıp mırıldanıyoruz.
Doğrularımızla, yanlışlarımızla, kırgınlık, kızgınlıklarımızla; biz olarak, tam da ihtiyacımız olan şey olarak, eğleniyoruz. Geçmişten, bugünden, yarından herşey soluduğumuz havada, kimini unutarak, kimini anarak alıyoruz her nefesi. Güzel bir gece oluyor, tüm kötülükleri unutturan. “İnsanın eğlenmeye, meğer ne kadar ihtiyacı varmış?” dedirtecek kadar keyifli bir gece oluyor. Biz eğlenirsek, işte böyle oluyor…

Haziran/2008

Keşke şimdi çocuk olabilseydik!

Sezen Aksu’nun bir şarkısının sözlerinden bahsediyorduk Gülüş’le. Kelimelerin ne kadar güzel yanyana getirildiğinden, anlamlarındaki derinlikten. “Bu kadının içinde bir derya var.” dedi Gülüş. “Yetenek işte.” dedim bende.
Sonra aklıma ilkokul zamanlarının şu meşhur kitapları geldi. Biz ilkokul çağlarında o kitapları okuyamamış çocuklardık. Öğretmenlerimiz de dahil olmak üzere hiçkimse “kitap okuyun” dememişti bize. Kitaplardan bihaber geçirdim o yılları ben. Gülüş de benim gibiydi. Beğendiğimiz, doğru işler yaptığına inandığımız insanların ortak noktası bu olurdu. Hep bir şekilde öğrenirdik, o kitapları okuyarak büyüdüklerini. “Biz zamanında o kitapları okuyamadığımız için hayatın bu noktasındayız galiba.” demiştim birgün. Sezen Aksu’dan konuşurken aklıma bu konu geldi işte. “O da bu kitapları okuyanlardandır kesin.” dedim. “Zamanında evden bile kaçmış.” dedi Gülüş. Zülfü Livaneli’nin “Sevdalım Hayat” kitabında anlattığı kendi kaçış öyküsü geldi aklıma. Ailesinin belirlediği önceliklerle kendi fikrindekiler çakışan, okul çağında bir çocuk olan Zülfü; yanına sadece kitaplarını ve onu gideceği yere ancak götürecek kadar yol parası alarak, başka bir şehre kaçıyordu. Ne cesaret. Biz o yaşlarda mahalleden dışarı çıkmıyorduk muhtemelen. “Bırak bunları yapmayı, böyle bir şeyi yapmayı düşündük mü bir kez olsun acaba?” diye sordu Gülüş. “Sanmıyorum.” dedim.
Hayatında kitaplar olmadığı için, hayal dünyası gelişmemiş çocuklar olmuştuk. Bizim hayal dünyamız, oyun alanlarımızla sınırlıydı. O sınırları çocukluktan beri zorlayanlar, ya Sezen olmuştu, ya Zülfü.
Hani insan, öğrendiği bütün bilgilerle, hayata yeniden başlamak ister bazen. Daha donanımlı olarak, aynı yollardan geçmek ister. Keşke, öğrendiğimiz bunca şey ile, yeniden çocuk olabilseydik. Çocuk olup, hayata o gözlerle bakabilseydik…

Haziran/2008

5 Haziran 2008 Perşembe

Ağlamak güzeldir

Bir köşede gizlice ağlayacak kadar biriktirdiğin hüzünler, içini temizlemek için yaşlara dönüşüp süzülmüyorsa yanağından; en olmadık yerlerde kendini açık etmek, seni hazırlıksız yakalamak için bekliyorsa göz pınarlarında. Ya da hiç ağlayamıyorsan, olan onca şey karşısında. Artan bir tepkisizlik ve duygu yoksunluğuyla, bir duvara bakar gibi bakıyorsan yaşadıklarına. Ağlayamayınca anlıyorsun, nasıl kıymetlidir ağlayarak boşaltmak içindekileri. Nasıl da rahatlatır, yeniler seni ağlamak.
Bu duygu üzerinde, hiçbir hakimiyetinin olamadığı durumlarda var. Üzüntüde, kızgınlıkta, kırgınlıkta. Ve en çok da, sen kendini durgunlaştırmaya çalışırken, üstüne gelen sorularla, hıçkıra hıçkıra, gözlerin kızarıncaya kadar ağlamak. Birşey tartışırken, sinirlerinin artık dayanamadığı o vakit, sesinin titremeye başlaması, tartışmanın sebebinden bile daha sinir bozucu aslında. Ama her seferinde, yeniden olur aynı şeyler. Her seferinde kaçıp gitmek, bir kuytuda ağlamak isterken, kalabalıklara denk düşer gözyaşların.
Gözyaşının bir silah olarak kullanıldığını düşünenler ve gerçekten bunu bir silah olarak kullananlar, ağlamaya direnmek nasıldır bilirler mi acaba? Dudaklarını ısırmak, gözlerini başka yerlere kaçırmak, başka şeyler düşünmeye çalışmak, içinden defalarca “ağlamamalıyım” diye tekrarlamak. Ve elinden daha fazlası gelmediğinde, akan yaşları gizli gizli silmek.
Ağlarken kendini beğenmeyenlerdenim. Ama kendimi beğenmediğim için değil ağlarken kaçışlarım. Sevdiklerimin çaresizliği, sevmeyenlerimin sevinçleri olmamak için. Zorlandığım, canımın acıdığı o anların bile, “yine mi ağlıyorsun?” diyerek aşağılanmaması için.
Ağlamak güzeldir… Bazen zordur, bazen zorlar, zorda bırakır. Ama ağlamak güzeldir. Ve bunu sadece, içten ağlayanlar bilir…

Haziran/2008

3 Haziran 2008 Salı

Yalancı çoban

Hava güzeldi işten çıktığımda. Otobüse tıkılıp kalmak istemediğim için, eve yürümeye karar verdim. Taktım kulaklıklarımı kulağıma, trafikte sıkışıp kalmış onca araca nispet yapar gibi, geçip gittim yanlarından. Keyifle yürüdüğüm yol bitip, eve yaklaşınca, biryere uğramam gerektiği geldi aklıma. Oraya doğru yönelmişken, birşey uçuşup gelerek gözüme girdi. Gözümü ovuşturmaya başladım, tabi gözümde yaşarmaya. Yaşaran gözümden görebildiğim kadarıyla yürüyüp, uğrayacağım yere geldim. Gözümü silerek, birşey sormak için içeri girdim. Ben daha soru sormaya fırsat bulamadan, “birşey mi oldu?” diye sordu beni karşılayan bey, gözlerimi kastederek. “Gözüme birşey kaçtı da.” dedim. “Hep öyle derler.” dedi, gülümseyerek. “Benim durumum gerçekten öyle ama.” dedim, ben de gülümseyerek.
Bir insana aynı şey için kaç defa güvenebilirsiniz? Ya da herkes, en azından ikinci bir şansı hak eder mi? Sizin de güveniniz çok mu kırılgandır yoksa, ben de olduğu gibi. Güvenim ve kalbim kırıldığında, ardıma bakmak bile gelmez içimden. Tamiri imkansız olur, aldığım hasarların. Daha doğrusu, olayın faillerinin gücü, bu hasarı onarmaya yetmez. Belki de yeter ama izin vermem ben bu tamirata. Kendim sararım yaralarımı, zamanla.
İzlediğim dizide anlatılan hikayede de böyle olmuştu. Adam, suçunu bilirken ve pişmanken, kadının koruma kalkanı olan soğukkanlılığına, çirkin yakıştırmalar yaptı. Suçuna ortak etmek istedi kadını. Ve dahası, yaptıklarından sonra, sanki sözünün güvenilecek bir yanı kalmış gibi, yeni sözler verip, yeni planlarla çıktı karşısına. Hiçbirşey olmamış gibi. Yalanlar söyleyip masum rolü yaptığı zamanların sonu gelip, gerçekler açığa çıktığında; bırakın masumiyetini, acısına bile inanmadı kimse. İçindeki yangın, çevresini kuşatmıştı. Ama o, yalancı çobandı; söylediklerine kimse inanmadı.

Haziran/2008

2 Haziran 2008 Pazartesi

Paylaşmak arttırır

Küçük kızın elinde, az ileriden alınmış patlamış mısır poşeti, arkasından gelen annesinin elinde, kıza ait bir küçük hırka, yanında anneannesi. Annesi patlamış mısır poşetine uzanıp, içinden biraz aldıktan sonra, “anneannene de ikram etsene kızım” diyor. “Anneanne alll” diyerek, gözleri mısırda uzatıyor poşeti küçük kız. Poşet ufak, mısır kolay alınmıyor içinden. Anneanne almaya çalışırken, küçük kız hafif tonda bir serzeniş seslendiriyor. “Çok çok almayın ama yaaaa” Annesinin uyarısı ve kendi nezaketiyle uzatıyor paketi ama belli ki, içinden geçen, yaptığı şey değil.
Çok küçük yaşlarımdan itibaren içimde varolan bir paylaşım duygusu var bende. Bu duyguyu empati yetisi destekledi ilerleyen yaşlarımda. Bana en çok zarar veren şeylerden biri de bu duygu oldu sanırım. Herneyse…
Yaz tatillerimi köyde geçirdiğim zamanlar, şehir merkezinden köye giderken abur cubur birşeyler alınırdı bana. Köyde uzun zaman kalınırdı bazen. Bakkal da, istediğin zaman şehire inme imkanı da yoktu. Bir poşette, kıyafetlerimin arasına koyar, saklardım alınanları. Eve gelen ilk çocuklu misafirle çıkarırdım ortaya, afiyetle yenirdi. Beraber yemenin verdiği keyfi, tek başına yemek vermezdi hiçbir zaman bana. Fındık zamanı, yemek vakitleri kalabalık olurdu sofralar. Kalabalığa kalmayayım, herkesin sofraya toplanmasını beklemeyeyim diye; “sen otur da ye” dediklerinde, küserdim hep. Sabah kahvaltılarına, saat çok erken diye kaldırmadıklarında küstüğüm gibi.
Ama takıntılı olduğum, vazgeçemeyeceğim şeylerde oldu tabi. Mesela kitaplarım… Kitap kampanyalarına, görev bilinciyle verdim hep kitaplarımı. Tabiki içimden gelerek ama yine de biraz hüzünle. Çok zamanlar önce, “sen kitabı okuyup bitirdiğinde, senin o kitapla işin bitmiştir.” demişti bir arkadaşım. Öyle durumlarda bu cümle geldi hep aklıma.
Zaten asıl kıymetli olan, çoktan gözden çıkardıklarından sunmak değil, senin için de değeri olanlardan sunmakmış. Paylaşmanın değerini ancak o zaman anlarmış insan. Ben anladım…

Haziran/2008