28 Ağustos 2008 Perşembe

Aşk olsun

Yazdıklarımın çoğu kendimden. Kimi hatıraları, kimi yeni yaşanmışlıkları, kimi ise dostlara, arkadaşlara dair duyguları anlatıyor. Bazıları ise kurgu. Ama içlerinde aşk yok pek. “Niye yok?” diye soruldu bugün. “Çünkü aşk gerçekte de yok hayatımda.” Kurgu ile anlatmanın da çok denenmiş bir durum olduğunu düşündüğümden, yazmaya yeltenmedim. Ama bugün, “bir aşkı kurgulasam nasıl olur?” diye düşünerek başladım yazmaya. Adına da “aşk olsun” dedim. Umarım hayatımda da artık aşk olur.

Bir kuş kadar hafif uyandı bu sabah. Kalkıp pencereleri açtı. Pırıl pırıl bir gökyüzüyle karşılaştı. Bahçedeki ağaca kuşlar doluşmuştu. Sanırdınız ki bir ormanın ortasındaydı ev. Temiz hava ile birlikte kuş cıvıltıları da doluştu odaya. Saat daha altıydı. Sekizde buluşacaklardı. “Uyanmış mıdır acaba? Arasam mı?” diye düşündü. Telefonu aldı eline, gelen bir mesaj vardı. İçinden dolup taşan bir sevinçle açıp okudu mesajı. “Bir an önce sabah olsun da sana kavuşayım diye, hemen uyumak istiyorum. Ama göz kapaklarımın içinde de sen varsın.” deyip, bir de gülücük kondurmuştu mesajın sonuna. Yüzüne yayılan gülümsemeyle aynaya koştu hemen. Gerçekten güzel mi görünüyordu gülünce? Aman ne önemi vardı zaten. Yüzünde engel olamadığı bir gülümseyişle dolaşıyordu nicedir. “Aşık mısın?” diye sorup duruyordu, ondaki bu hali farkeden herkes. Çoğu aslında laf olsun diye söylüyordu bunu. Ama o, yüzüne daha da yayılan bir gülümsemeyle, “evet aşığım!” dercesine bakıyordu istisnasız hepsinin yüzüne. Geçen gün Mert’in ona söylediği o şarkıyı mırıldanmaya başladı. “Bak şu kalbimin işine, saldı sevdayı başıma. Gece gündüz aşk ateşine, yanarım yanarım kimse bilmez.”

Yüzünü yıkadı. Kurulamadan, bir süre öylece kendine baktı aynada. Kendinde beğendiği birşeyler vardı. Yüzüne bile renk getiren bu mutluluğu beğeniyordu galiba. Bu sefer başka birşeyler vardı yaşadıklarında. Korkmuyordu. Yaşadığı mutluluk bir endişe yaratmıyordu içinde. Savunmasız yaşıyordu sevgisini, ona sunulan sevgiyi. O sevgiyi haklı çıkarmak için nedenler aramıyordu. Doğruluğuna inandırmaya çalışmıyordu kendini. Kendi sevgisine, mutluluğuna inanıyordu. “Bu bile yeter bana.” diye düşünüyordu. En beğendiği tşörtü ile bir eşofman giyip hazırlandı. Saçlarını taradı. Kalem çekti gözlerine. Spor ayakkabılarını da giyip çıktı evden. İçinde tek değişmeyen şey, sevgilinin yanında çıt kırıldım olma gayretlerine karşı duruşuydu galiba. Yanında rahat edemeyeceği, kendi gibi olamayacağı birini istemiyordu hala hayatında.

Saat 7′ye geliyordu. “Biraz yürümeli en iyisi.” deyip, sahil boyunca, Arnavutköy’e doğru yürüdü. Hafif hafif bir rüzgar esiyordu. Denizin yüzeyindeki kıvrımlar küçük çocuklar gibi oynaşıp duruyorlardı. Arnavutköy’e vardığında saat yedi buçuğa geliyordu. Arnavutköy’den bir otobüse binip, Rumeli Hisarı’na geçti. Otobüsten inip, sabahın tenhalığında, ayaklarını sarkıtıp oturdu deniz kenarına. Bir mesaj sesi duydu. “Biraz gecikeceğim. Yarım saate kadar oradayım.” Sevmiyordu beklemeyi ama düşünmedi bunu. Denize doğru sarkıttığı ayaklarını sallamaya başladı. Tam o sırada, sağ eliyle gözlerini kapatıp, sol elindeki çiçek buketini yakınına yaklaştırdı sevgilisi. Mis gibi bir çiçek kokusu geldi burnuna.

-”Bil bakalım ben kimim?” dedi, o duymayı çok sevdiği ses.

-”Bir düşüneyim… Sabahın kör vakti bir çiçekçiyi yatağından kaldırmış bir deli olabilir misin?”

-”Dııtt. Yanlış cevap. Kendi bahçesinden aşırdığı çiçeklerle sana “günaydın” demeye gelen bir deli olabilirim ama.” Sarıldılar birbirlerine. Ellerinden tutup kaldırdı sevdiğini. Elindeki çiçek demetini tekrar koklarken farkettiği, bir çiçeğin yaprağına zımbalanmış küçük not kağıdında;

“İçimde ikinci bir insan gibidir

Seni sevmek saadeti.” yazmaktaydı. Kız, yaşattıkları için usulca teşekkür eder gibi tuttu çocuğun elini. Aşkla…

Ağustos/2008

0 yorum: