30 Ağustos 2008 Cumartesi

Küçük mutluluklar

Eline aldığı televizyon kumandasını elinde evirip çevirdi. Açıp-açmaması konusunda bir karar vermeye çalışıyor gibiydi. Saate baktı. 11:11. Sabah kalktığında kendini çok halsiz hissetmiş, işyerini arayarak bugün işe gelemeyeceğini haber vermişti. Bugün, bu saatte evde olmak çok garip geliyordu ona. Televizyonu açtı. Eski bir Türk filmi bulmak ümidiyle dolaştı kanalları. Bir kanalda bir tanesine rast geldiyse de beğenmedi. Sonra kadınlı-erkekli birçok kişinin katıldığı bir programa rastladı. Ortada tüm mekana hakim bir noktada, giyiminden ve konuşmalarından anlaşıldığı kadarıyla, konu ile ilgili uzman bir konuk vardı. O konuğun sağında bir bayan, solunda da bir erkek konuk daha vardı. Ne konuştuklarını anlamaktan uzak bir bakışla ekrana baktı bir süre. Bir hanım söz aldı o sıra. Ekrandan izledikleriyle kafi derecede öğrenilmiş bir havayla tuttuğu mikrofonu, konunun uzmanından bahsederken ona doğru sallıyordu. “Benim beyim, eve lazım olanı söylemezsem, şu da eksiktir deyi birşey alıp da gelmez. Ama geçen gün nerden estiyse, bir kilo salatalık alup da gelmiş. Çok mutlu oldum yani” dedi. Bütün konuklar ile birlikte kendi de kahkahayı basmıştı. “Nerden esti?” diye sordum. “içimden geldi.” dedi.” Gülüşmeler dindikten sonra uzman bey;

-”Şunu bilmemiz gerekir. “İçimizden geldi” cümlesi, ancak bunu öğrendikten sonra söylenebilir. Biz yürümeyi bile öğreniyoruz. İçimizdekileri bu şekilde ifade etmeyi öğrenmeden, içimizden neyin geldiğini de bilemeyiz. Küçük şeylerden mutlu olmayı da, mutlu etmeyi de öğrenebiliriz.” dedi.

Annesine uzun zamandır uğramadığını düşündü. Dün öyle hal-hatır sormak için aramıştı ama pek gönülsüz konuşmuştu. Annesinin bunu farketmemiş olmasını umdu. Aslında bugün kalkıp gitse ne kadar sevinirdi annesi. Ama hiç içinden gelmiyordu. Soru üstüne soru soracak, biriktirdiği onca şeyi anlatmaya başlayacaktı. Onun ise bunlara tahammül edebilecek bir ruh hali yoktu. Anlattıklarını dinliyormuş gibi geçiştirmeye çalışsa, annesi mutlaka farkecek; “Sen beni dinlemiyor musun?” diye didikleyip duracaktı. Es kaza ters bir cevap verse, yanına uğramadığı zamanlardan da fazla mutsuz edecekti onu. Bu durumda annesine gitmenin pek akıl karı olmadığına karar verdi. Evde kalıp, boş boş oturup, bu boşluğun yarattığı sıkıntıyla geçirecekti gününü. Belki akşam arkadaşlarıyla dışarı çıkar biraz eğlenirdi. Annesine gitmekten kaçınıp arkadaşlarıyla buluşacak olmanın suçluluk duygusu da, bu düşünceyle birlikte belirdi içinde. Anlaşılan, arkadaşlarıyla eğlenceli bir akşam geçirebilmesi için, önce annesine düşecekti yolu. Televizyonu kapatırken uzman bey hala konuşuyordu.

Uzandığı koltuktan kalktı. Önce akşamki plan için Sezen’i aradı. O nasılsa herkesi haberdar ederdi.

-”Ben de tam seni arayacaktım.” diye açtı telefonu Sezen. “İşyerini aramıştım, akşam birşeyler yapalım demek için. Ama rahatsız olduğunu ve bugün gelmeyeceğini söylediler. Hayırdır neyin var?”

-”Sabah kendimi biraz halsiz hissetmiştim. Ama şimdi daha iyiyim. Aslında ben de seni aynı şeyi söylemek için aramıştım. Sen planı yapar mısın?”

-”Tamam canım. Saat 20:00 iyi mi?”

-”İyidir. Ben önce karşıya, anneme geçeceğim zaten. Konuşuruz yine.”

-”Tamam canım. Seher teyzeye selam söyle benden de. Şimdi bir toplantıya gireceğim. Ben seni ararım.”

-”Söylerim. Kolay gelsin sana.”

-”Sağol.”

Duş aldı, hazırlandı. Saat 13:00′di evden çıktığında. Bir buçuk saatlik bir yolculuğun sonunda ulaştı Çengelköy’e. En son gidişinde, annesinin patlıcan kızartırken bahsettiği o tavalardan gördü bir dükkanın vitrininde. Salatalık alan kocasının mutlu ettiği kadını düşündü. On beş dakika sonra, o tavanın üçlü setinin paketi elinde, çıktı dükkandan. Dondurmasına bayıldığı o dondurmacıdan, annesi için vişne, limon; kendisi için çikolata, karamel dondurma aldı. Bir de kağıt helva. Annesi kağıt helva arasında dondurma yemeyi çok seviyordu. Evine eli kolu dolu gelen bir damat bulamamıştı annesine ama, eli kolu dolu gelebilen bir evlat oluyordu arasıra.

Sokağa girdiğinde annesini camda gördü. Onu görünce içeri girdi. Kapıyı açmaya gitmişti muhtemelen. Dış kapı açılmıştı bile tahmin ettiği gibi. Şimdi de daire kapısını açmış, girişe de terlik çıkarmış olduğundan emindi Mine. Yürüyerek çıktığı dördüncü katta, açık kapının girişindeki terlikleri görünce, annesine sık sık gelmediği için büyük bir suçluluk duydu.

-”Hoşgeldin kızım.”

-”Hoşbulduk anne. Nasılsın?” dedi poşetleri yere bırakırken.

-”Ben iyiyim çok şükür kızım. Hayırdır işe gitmemişsin sen bugün? Birşeyin yok ya?”

-”İyiyim annecim. Sabah biraz halsizdim sadece. Gitmedim işe. Ama iyiyim şimdi.”

-”Tabi, doğru düzgün yemek mi yiyorsun ki! Kaşık kadar kalmış yüzün yine! Bu poşetlerde ne var?” Konunun değişmesinden hoşnut olan Mine;

-”Birinde dondurma var. Ben onu dolaba koyayım. Sen de diğer poşete bak bu arada.”

-”Aaa! Isındığını belli eden tavalardan. Demek beni dinliyordun o gün. Ben yine dinliyormuş gibi davrandığını düşünmüştüm!”

-”Olur mu anne. Tabiki dinliyordum!” dedi, “Annelerden de hiçbirşey saklanmıyor gerçekten” diye düşünürken.

-”Kevser hanım da almış bu tavalardan. Geçen gün patlıcan, biber kızartmıştı..” diye başlayan konuşmanın, daha kimbilir neleri kapsayacağını tahmin bile edemiyordu Mine. “Küçük mutluluklar” diye geçirdi içinden. Sorular sorarak konudan kopmamaya çalıştı. Bir kilo salatalıkla bile mutlu olabiliyorsa insanlar, bu mutluluğu onlardan esirgemenin zalimlik olduğunu düşündü. Yeni tavalarını yıkayan annesinin konuşmasına ara verdiğini görünce, yeniden anlatmaya başlaması için;

-”Deste teyze nasıl?” diye sordu Mine. Küçük mutluluklara biraz olsun katkısı olur diye.

Ağustos/2008

28 Ağustos 2008 Perşembe

Aşk olsun

Yazdıklarımın çoğu kendimden. Kimi hatıraları, kimi yeni yaşanmışlıkları, kimi ise dostlara, arkadaşlara dair duyguları anlatıyor. Bazıları ise kurgu. Ama içlerinde aşk yok pek. “Niye yok?” diye soruldu bugün. “Çünkü aşk gerçekte de yok hayatımda.” Kurgu ile anlatmanın da çok denenmiş bir durum olduğunu düşündüğümden, yazmaya yeltenmedim. Ama bugün, “bir aşkı kurgulasam nasıl olur?” diye düşünerek başladım yazmaya. Adına da “aşk olsun” dedim. Umarım hayatımda da artık aşk olur.

Bir kuş kadar hafif uyandı bu sabah. Kalkıp pencereleri açtı. Pırıl pırıl bir gökyüzüyle karşılaştı. Bahçedeki ağaca kuşlar doluşmuştu. Sanırdınız ki bir ormanın ortasındaydı ev. Temiz hava ile birlikte kuş cıvıltıları da doluştu odaya. Saat daha altıydı. Sekizde buluşacaklardı. “Uyanmış mıdır acaba? Arasam mı?” diye düşündü. Telefonu aldı eline, gelen bir mesaj vardı. İçinden dolup taşan bir sevinçle açıp okudu mesajı. “Bir an önce sabah olsun da sana kavuşayım diye, hemen uyumak istiyorum. Ama göz kapaklarımın içinde de sen varsın.” deyip, bir de gülücük kondurmuştu mesajın sonuna. Yüzüne yayılan gülümsemeyle aynaya koştu hemen. Gerçekten güzel mi görünüyordu gülünce? Aman ne önemi vardı zaten. Yüzünde engel olamadığı bir gülümseyişle dolaşıyordu nicedir. “Aşık mısın?” diye sorup duruyordu, ondaki bu hali farkeden herkes. Çoğu aslında laf olsun diye söylüyordu bunu. Ama o, yüzüne daha da yayılan bir gülümsemeyle, “evet aşığım!” dercesine bakıyordu istisnasız hepsinin yüzüne. Geçen gün Mert’in ona söylediği o şarkıyı mırıldanmaya başladı. “Bak şu kalbimin işine, saldı sevdayı başıma. Gece gündüz aşk ateşine, yanarım yanarım kimse bilmez.”

Yüzünü yıkadı. Kurulamadan, bir süre öylece kendine baktı aynada. Kendinde beğendiği birşeyler vardı. Yüzüne bile renk getiren bu mutluluğu beğeniyordu galiba. Bu sefer başka birşeyler vardı yaşadıklarında. Korkmuyordu. Yaşadığı mutluluk bir endişe yaratmıyordu içinde. Savunmasız yaşıyordu sevgisini, ona sunulan sevgiyi. O sevgiyi haklı çıkarmak için nedenler aramıyordu. Doğruluğuna inandırmaya çalışmıyordu kendini. Kendi sevgisine, mutluluğuna inanıyordu. “Bu bile yeter bana.” diye düşünüyordu. En beğendiği tşörtü ile bir eşofman giyip hazırlandı. Saçlarını taradı. Kalem çekti gözlerine. Spor ayakkabılarını da giyip çıktı evden. İçinde tek değişmeyen şey, sevgilinin yanında çıt kırıldım olma gayretlerine karşı duruşuydu galiba. Yanında rahat edemeyeceği, kendi gibi olamayacağı birini istemiyordu hala hayatında.

Saat 7′ye geliyordu. “Biraz yürümeli en iyisi.” deyip, sahil boyunca, Arnavutköy’e doğru yürüdü. Hafif hafif bir rüzgar esiyordu. Denizin yüzeyindeki kıvrımlar küçük çocuklar gibi oynaşıp duruyorlardı. Arnavutköy’e vardığında saat yedi buçuğa geliyordu. Arnavutköy’den bir otobüse binip, Rumeli Hisarı’na geçti. Otobüsten inip, sabahın tenhalığında, ayaklarını sarkıtıp oturdu deniz kenarına. Bir mesaj sesi duydu. “Biraz gecikeceğim. Yarım saate kadar oradayım.” Sevmiyordu beklemeyi ama düşünmedi bunu. Denize doğru sarkıttığı ayaklarını sallamaya başladı. Tam o sırada, sağ eliyle gözlerini kapatıp, sol elindeki çiçek buketini yakınına yaklaştırdı sevgilisi. Mis gibi bir çiçek kokusu geldi burnuna.

-”Bil bakalım ben kimim?” dedi, o duymayı çok sevdiği ses.

-”Bir düşüneyim… Sabahın kör vakti bir çiçekçiyi yatağından kaldırmış bir deli olabilir misin?”

-”Dııtt. Yanlış cevap. Kendi bahçesinden aşırdığı çiçeklerle sana “günaydın” demeye gelen bir deli olabilirim ama.” Sarıldılar birbirlerine. Ellerinden tutup kaldırdı sevdiğini. Elindeki çiçek demetini tekrar koklarken farkettiği, bir çiçeğin yaprağına zımbalanmış küçük not kağıdında;

“İçimde ikinci bir insan gibidir

Seni sevmek saadeti.” yazmaktaydı. Kız, yaşattıkları için usulca teşekkür eder gibi tuttu çocuğun elini. Aşkla…

Ağustos/2008

27 Ağustos 2008 Çarşamba

Giden değil, kalan olmak

Ne zaman biri yolculuğa çıksa ev ahalisinden, yokluklarıyla imtihan eder kendini ruhum. Bir hüzün kaplar içimi. Boşluklarını önce geçiştirmeye, sonra o boşluklara anlamlar yüklemeye çalışır aklım. Yokluklarının B planını hazırlamaya başlar. Hayata devam edip edemeyeceğimi bilmek, yüreğe çöreklenen bir duygu olur. Aklın serbest bırakılmasının kefaleti olur.

Yapılmasına en sinir olduğum şeyleri bile arar olurum evin içinde. Hayatın aynı akışı içinde devam ettiğini anlatsınlar bana diye. Televizyonun sesi çok açıldığı için rahatça kitap okuyamadığımda mesela. Ya da annem, herhangi birşeyden söylenmeye başlayıp, içindeki herşeyi ortaya döküp beni bunalttığında. Bunları bir kalemde sıralayıp, bu evin yaşam belirtisi olduklarını kabullendim. Oflayıp söylendiğim çoğu şeyin, yalnızken ve istediğim gibiyken de sıkıcı olabildiğini farkettim yeniden.

Ne yerin, ne zamanın, ne de yaşananlarındır suç ya da sorumluluk. Onları algılayamayan, bunalan ve bundan sıkıntı yaratan insanoğlunundur. Herşeyi istediğimiz gibi görmeye, öyle algılamaya ve yaşamaya muktedir bir güç var içimizde. Galiba birçok şeyi değiştirebilmenin sırrı da, elimizden geldiğince gayret gösterebilmekte.

Ağustos/2008

Her bitiş, yeni bir başlangıçtır.

Yılların eskitemediği iki arkadaş, aradan geçen zamanın değiştiremediği bir sevinçle karşıladılar birbirlerini.

-”Yeniden İstanbullu oldun demek…” dedi Eren.

-”Ben hep İstanbulluydum.” diye karşılık verdi Fırat, yüzüne yalancı bir kızgınlık yerleştirerek. “Eee nereye götürüyorsun beni bakalım?”

-”Dolmabahçe’ye gidelim. Sen seversin orayı.”

Beşiktaş’tan Dolmabahçe’ye yürüdüler birlikte, dünün çocukluk, bugünün kader arkadaşları. Mahallerlerinden, çocukluklarından, kaybettikleri annelerinden, bitirdikleri evliliklerinden, hayatın bir verip, bir aldığı güzelliklerden konuştular.

-”Ne güzelmiş gençlik be.” dedi Eren. “Hatırlar mısın, biz hiç evlenmeyeceğiz dediğimiz zamanı. Rüya vardı hani, üst mahallede otururdu. Sen onu seviyordun. Ama o mahallenin uğursuzlarından Fehmi ile beraberdi. Seni istemediğini kabul edince, “Bu kızlar sevgiden, kadir kıymet bilmekten, değer vermekten anlamıyorlar. Ben evlenmeyeceğim Eren!” demiştin. E ben de durur muyum? “Sen evlenmeyeceksen, ben hiç evlenmeyeceğim.” demiştim.” Güldüler bu gençlik anısına.

-”Aslında bırak gençliği, çocuktuk be Fırat. Kendimizi genç sanan çocuklardık. Güzel günlerdi ama.”

-”Evet öyleydi. Keşke herşey, o zamanki kadar doğru kalabilseydi.”

-”Keşke…”

Masalarına otururken serin bir rüzgar karşıladı onları. İstanbul’un bu saatlerde ayrı bir güzelliğe büründüğünü düşündü Fırat.

-”Biliyor musun, İstanbul kendine bağlıyor insanı. Sonra nereye gidersen git, hep bir yanın eksik kalıyor. Hep arıyor, özlüyorsun. İster istemez her gittiğin yeri kıyaslıyorsun onunla.”

-”Senin İstanbul’dan gidişine hiç inanamadım ben zaten.” dedi Eren. “Öyle apar topar gidişler sana göre değildi hem. Zamana yayarsan bu gidişi, vazgeçeceğinden mi korktun?”

-”Belki de. Aslında ben, verdiğim sözden dönmemek için gittim İstanbul’dan. Vildan’a söz vermiştim. Onu yalnız bırakmayacağıma, kaybettiği ailesiden kalan işleri beraber yürüteceğimize dair söz vermiştim. Şimdi düşünüyorum da, bizimkisi en başından beri bir sözleşme gibi olmuş. İki tarafın karşılıklı kabul edip, imzaladkları bir sözleşme.”

-”Mutlu değil miydin?”

-”Mutluluğun tanımına göre değişir cevabım. Ne bileyim… İsteyebileceğim herşey vardı hayatımda. İyi bir iş, iyi bir gelir, güzel bir eş, dünya tatlısı iki çocuk. Hayatımda herşey bu kadar tamamken, ben hep eksiktim Eren. Vildan’ın büyüdüğü yerde, Isparta’da olan mutluluğuna da kıyamadım. Direndim kendime senelerce. Ama bir yerden patlak verdi işte.”

-”Sahi Vildan nasıl?”

-”İyi, bu sabah konuştum. Çocuklarla Antalya’ya yazlığa gidecekler. İkimizde sırtındaki yüklerden kurtulmuş gibi hafif ve birer kuş kadar özgürüz. Onca yılın karşılıklı emeklerinin helalliğini verdik birbirimize. Karşılıklı fesh ettik sözleşmemizi yani.” Masalarındaki peçeteleri uçuran bir rüzgar esti. Gözlerini kapatıp, rüzgara teslim etti tenini. Tüyleri ürperdi.

-”Ne zamandır rüzgara hasrettik biz. Sana kısmetmiş bak.”

-”Kısmetimle geldim desene.” dedi Fırat gülümseyerek.

-”Aman deyim, kısmet filan hiç karıştırma şimdi. Güzel güzel konuşuyoruz şurada.” dedi Eren de gülerek.

-”Bekarlığın tadını çıkarmak gerek diyorsun yani?”

-”E o kadarını da demeye hakkım olsun değil mi?”

-”Olsun olsun. Sevim nasıl peki? Hep ben anlattım.”

-”Sevim iyi. O da senin gibi bildiği topraklara, Ankara’ya döndü dava sonuçlanınca. Biz bırak helallik almayı, birbirimizi haddinden fazla hırpalayarak bitirdik evliliğimizi. İsimlerimizi duyduğumuzda bile yorgunluk hissediyoruz. O yüzden konuşmuyorum.” Dalgın dalgın uzaklara baktılar sonra, geçmişi arar gibi.

Kalktıklarında hayli geç olmuştu saat. Yürüdüler Beşiktaş’a doğru. Vedalaşıp ayrıldılar. Uzun zamandır uzak kaldığı manzarayla sarhoş olmuş gibiydi Fırat. Eve geldiğinde saat gece yarısını çoktan geçmişti. Babası küçük horultularını gecenin sessizliğine salarak uyuyordu. Annesinin vefatından sonra babasının tek başına yaşayamayacağını sanmıştı. Yanlarına, Isparta’ya gelmesini istemişti. Ama babası İstanbul’dan ayrılmak istememiş, hayatını da çok güzel idame ettirmişti. Odasına geçti. Sanki dün çıkıp gitmiş gibi herşey yerli yerindeydi. Yatağına uzandı. O, gençlik yıllarının yatağına uzanırken, o yaşlarının dengi çocukları, başka bir şehre doğru tatil yolculuğundaydı. Artık beraber yaşayamayacakları bir hayatın başlangıcındalardı. En az onlar kadar içi buruktu ama bir yanı da bir o kadar mutluydu. Bu tatil yolculuğunda, onların da aynı duygu karmaşasında olduğunu düşündü.

Hayatınızın gerçekten size ait olması için bazen parçalanışlara gerek duyar insanoğlu. Parçalanmışlıklarda benliğinin saklı kalan yanlarını bulur ve onu yaşatmaya çabalar. Zor ve can yakıcı olur kimi zaman. Ama bittiğini farkedip buna izin vermek ve başlamak gerek yeni bir hayata. Çok geç olmadan…

Ağustos/2008

25 Ağustos 2008 Pazartesi

Gereksiz

Çıplak ayakları, arnavut kaldırım taşlarıyla döşeli sokağı adımlıyordu. Gidebileceği en uzak yere kadar gidebilmek isterdi ama sokağın başına geldiğinde, bu isteğini çok gereksiz buldu. Daha on beş yaşındaydı ve bu yaşına kadar gerekli olan hiçbirşeyi yaşayamamıştı. Kardeşlerine, kendisine, anne-babasına birer çift ayakkabı gerekti mesela. Okul yaşı neredeyse geçmekte olan kendiside dahil, okula gitmeleri gerekti. Sadece çatıdan ibaret olmayan, kapısı, penceresi bulunan; onları gelecek kışın soğuğundan koruyacak bir yer gerekti. Babasına iyi ya da kötü bir iş gerekti. Evde kaynayan en azından bir kap yemek gerekti. Şimdi bunları düşününce, istemekte direttiği o gofret çok “gereksizdi” gerçekten.

Anlamanın, anlayışlı olmanın bir fayda sağlamadığını görmüş, her seferinde aldığı birbirinin aynı cevaplardan çok sıkılmıştı. Derdi gofret bile değildi belkide. Gofret, hayatında isteyipte yaşayamadıklarının bir kıvılcımıydı sadece. Küçük kardeşleri gibi ağlayıp zırlamamış, bağırıp çağırmıştı. Kime bağırmıştı peki? İsteğini istese de yerine getiremeyecek anne-babasına. Annesi ona bilindik açıklamaları yapıyordu. Kemal’in bağırışlarını duyunca, babası da karışmıştı konuya. “Çık git o zaman!” demişti babası, sürüp giden tartışmayı sonlandırarak. Kapısı bile olmayan barakalarından çıkıp gitmişti o da. Bahçe kapısına asılan tenteyi aralayıp bir hışımla çıktı. Önce hızlı, sonra yavaşlayan adımlarıyla sokağın başına kadar geldi. “Gereksiz” bir kızgınlığın, “gereksiz” bir tartışmanın sonucuydu burada olması.

Üç aydır yaşadıkları yerin sokağına baktı. Çok lüks sayılmasa da, hali vakti yerinde bir semtin sokağı idi burası. Yıkılmak için boşaltılan bir evin, evden bozma harabesinde yaşıyorlardı üç aydır. Yazdı, sıcaktı şimdi. Ya kışın ne yapacaklardı? Anasıda görünmüştü işte. Telaşlı adımlarıyla kendisini aramaya çıkmıştı belli ki. Bir gülme tuttu Kemal’i. Kahkahalara boğulmuşken, birden hıçkırıklara boğularak ağlatan cinsten. Ne kadar cefakar bir kadındı şu anası. Ona haksızlık etmiş olmasına rağmen, yine kalkıp onu aramaya çıkmıştı.

-”Kalk Kemal’im kurbanın olam. Kalk eve gidelim.”

“Ev.” Yaşadıkları yerin neresi eve benziyordu bilemedi ama ses etmedi Kemal. Yüzünde hala o gülümseyişin izleri duruyordu, toparladı kendini.

-”Tamam anacım. Sen git, ben de geleceğim birazdan.”

Oğlunun yüzündeki gülümseyişe anlam veremeyen Zehra ana,

-”Geleceksin değil mi ya oğlum. Kurbanın olurum başka yerlere gitmeye kalkmayasın?”

-”Yok anacığım, geleceğim. Sen meraklanmayasın. “Eve” geleceğim.”

Zehra ana “eve” doğru, arkasına bakınarak giderken, Kemal de kendi kendine tekrarlayarak önce gülmeye, sonra dizginleyemediği bir şekilde ağlamaya başladı. “Eve geleceğim”

Ağustos/2008

22 Ağustos 2008 Cuma

Ayrılık da bir durumdur neticede

Parkın arka tarafındaki, geniş, ağaçlarla kaplı yoldan gelen bir adam gördü kız. Önce parka doğru geldiğini sanmış, hatta babasının olmasını ummuştu. Ama bir banka oturdu adam. Elleri, düşmekten korkuyormuş gibi bankın tahtasından tutunuyordu.

Kaydıraktan kaymak için çıktığı merdivenlerden, yavaş yavaş aşağıya indi kız. Annesine baktı, annesi de o anda ona. Gülümseyip el salladı ve oynamaya devam ediyormuş gibi arka tarafa doğru yürüdü. Annesi de teyzesiyle konuşmaya devam etti, kızını oynarken görmenin rahatlığıyla. Yavaş adımlarla yaklaştı adamın yanına. Adam başını elleri arasına almış, birşeyler söylüyordu kendi kendine.

-”Sen de yalnız mısın?”

Yakalandığını duyumsayan çocuklar gibi kafasını kaldırdı adam. Bukle bukle siyah saçları olan, biblo gibi bir küçük kız duruyordu karşısında. Davet beklemeyen bir havayla, bankın boş kalan kısmına yaslandı küçük kız.

-”Annemle babam ayrıldı. Ben çok üzülüyorum. Barışsınlar istiyorum ama barışmıyorlar. Ayrılık demek, ben her an babamı göremeyeceğim demek mi amca?” diye sordu kız. “Senin de çocuğun var mı? Siz de ayrıldınız mı?”

Tesadüfün bu kadarı da olacak iş değildi herhalde. Afalladı, rüyada olup olmadığını anlamak için etrafına bakındı. İleride parkta oynayan çocukları gördü. Gerçek miydi bu kız? Tekrar baktı. Gözleri biraz merakla, biraz hüzünle ona yönelmiş, öylece bakıyordu hala. “Ne kadar da benziyor” diye düşündü. “Kızım hayatta olsaydı ondan asla ayrılmazdım, asla!” demeyi istedi bir an. İyi de bu ne kadar doğru olurdu? Arka taraflardan bir kadının, “Ebru, kızım nerdesin?” diyen telaşlı sesiyle, onlardan tarafa gelişini gördü.

-”Çok şükür buradasın. Kızım neden haber vermeden ayrılıyorsun? Hani anlaşmıştık bu konuda?”

-”Özür dilerim anne. Bak bu amca da babam gibi yalnız.” dedi Ebru. Onu irkilten bu cümleyle, küçük kızının bu durumun altında ezileceğine dair korkularını, yeniden hatırlamak istemedi kadın. Kızının elinden tutup ayağa kalkarken farketti, bankta oturan adamı. “Çok özür dilerim. Kötü bir dönem geçiriyor.” diye açıklama yaparken, kızının adama boş boş bakan gözlerini görünce “yani kötü bir dönem geçiriyoruz.” diye düzeltme gereği hissetti. Anlayışla gülümseyip, onaylar gibi başını salladı adam. Şu anda en son istediği, başka bir soruna sadece dinleyerek bile olsa ortak olmaktı. Başını tekrar ellerinin arasına alırken, bu davetsiz misafirlerin, bir an önce yanından uzaklaşacaklarını umdu.

-”Hadi kızım gidiyoruz.” dedi kadın.

-”Hoşçakal amca.” diyerek minicik elini sallıyordu kız. Ellerinin arasından kaldırdığı başını, küçük kızın gittiği yöne çevirdi adam. Gözden kaybolana kadar baktı ardından. 3 sene önce bugün, tatile gitmek için çıktıkları yolda kaza geçirmişler, eşi ve kızını kaybetmişti. Öyle benziyordu ki bu küçük kız, kendi kızının o zaman ki haline. ”Bizim ayrılığımız da sizinki gibi olsaydı keşke küçük kız.” diye mırıldandı. Kendi anne babasının ayrılığında, dünyasının başına yıkıldığını hala anımsar gibiydi. Ayrılığın daha zor ve dayanılmaz olduğu zamanlarla karşılaşınca, böylesi bir ayrılığa razı olur hale gelmişti. Ayrılık da bir durumdu neticede. Yeter ki giden, dönemeyeceği kadar uzak bir yer seçmesindi kendine.

Ağustos/2008

21 Ağustos 2008 Perşembe

Sürpriz

Uzun zamandır denizi karşıma alıp ruhumu dinlendirmemişim. Ne çok koşturma, ne çok karmaşa içinde yitip gidiyoruz farkında olmadan. Nasıl bu kadar zamandır uzak kalmışım ben, deniz kenarlarından?

Karşıya geçeceğim, Üsküdar’a. Motor yolculuğu, bana yetebilecek kadar uzun sürmüyor, biliyorum. Ama yine de “bu kadarına da mutlu olmak gerek.” diye düşünüyorum. Arka tarafa geçip yüzümü denize döndüm. Hafif bir rüzgar esiyor. Eksik kalmasın diye bu güzel tablo, kulaklıklarımı takıp, o güzel müzikle başlayan, zaman zaman bir ilaç gibi ihtiyaç duyduğum, Hilmi abimin söylediği o güzel şarkıyı açıyorum. “Hancı” “Doğduğum illerde el gibi kaldım. Sen zalim hancısın, ben yolda yolcu.” Sonra “Seni Seviyorum” diyor İlkay Akkaya. “Bu şehirde sen yoksan gitmenin hüznü yok. Dönmenin zaten anlamı yok.” Bütün şarkılarım öznesiz. Sürekli karşılaştığım biriyle, aslında selamlaşmak ve dahası konuşmak isterken, mağrur bir edayla yoluma devam ettiğim zamanlarda olduğu gibi, bu ayrıntıyı görmezden gelip, devam ediyorum yeni şarkılar seçmeye.

Beykoz’a, uzun zamandır da görüşemediğimiz bir arkadaşımızın işyerine, doğum gününde sürpriz yapıp, onu mutlu etmek için gidiyoruz. Ne zamandır ilk defa, kendi mutluluğumu başkalarının gülen yüzlerinde aramaya derman buldum kendimde. Eskiden ne çok sürpriz yapardım ben. “Gelsene, canım sıkılıyor. Sohbet ederiz.” derdi arkadaşım. “Yok gelemem, işim var.” derdim. Halbuki, elimde bir paket çikolatayla yolda olurdum zaten o anda. Tam tüm ümitleri tükenmiş telefonu kapatırken beni karşısında bulunca, yaşadığı sevinci görmek yeterdi bana. Ne oldu da vazgeçtim bu kadar kendimden?

Yeni barışmış küskünler gibi tutuk, çekingen; söyleyecek onca şeye nereden, nasıl başlayacağını bilemeyen; birbirine kırılmamış belki ama, birşeylere kendini hep kırgın hisseden küçük çocuklar gibi paylaştık sevincini. O halimize bakınca, “tek başına mutlu olmanın ne anlamı var ki?” dedim içimden. Çubuklu’da, denizin kenarında bir yerde oturup, geçmişten, gelecekten, bugünden konuştuk kahvelerimizi yudumlarken.

Şu hayatın en güzel yanlarından biri, en umulmadık anlarda gelen güzel sürprizler değil mi? Kimi zaman şaşkınlıktan sevinemediğin, ama o sevincin tadına da doyamadığın anlar değil mi hayatı anlamlı kılan? Filmlerde kahramanın söylemek için kendisiyle mücadele ettiği ama hep içinde sakladığı tamamlanmamış cümlelerin değil, her ne pahasına olursa olsun eksik kalmamış cümlelerin hikayelerini anlatmayı ben de çok isterim. Ve istekten başka birşeylere de ihtiyaç vardır hep, bilirim…

Ağustos/2008

20 Ağustos 2008 Çarşamba

Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür.

Mezuniyet töreninin tarihini asla unutmayacağını söylerdi Selma. Zehir olmuştu ona, en sevinçli olması gereken günü. Üstüne bastırarak tarihi tekrarlayıp, “bu tarihi hiç unutmayacağım” deyip durmuştu olayı anlatırken. Aradan yıllar geçmişti, birgün oturuyorduk balkonda. Aklıma gelmişti şu unutmayacağı tarih. Aslında tarihten çok, o tarihi unutmayacağım deyişi. “Hatırlıyor musun?” diye sordum. “Tarihi hayır ama yaşananları tabiki.” diye cevap verdi. Unutmak bir ihtiyaç mıydı gerçekten? İnsanın yaşananları unuttuğuna inanmadım ben hiç. Alışır, sindirir ve yaşanılabilir hale getirirdi yalnızca. Unutmak dediğimiz başka bir şeydi.

Ne çok güvenirdim hafızama. Birşeyi hatırlayamamak nadiren rastlanan bir durumdu bende. Ne zaman başladım bilmiyorum, kimi zaman iki dakika önce söylediğim şeyleri anımsamamaya. Mali müşavirimiz, en ufak bilgiyi bile kağıda yazarken ve istinasız herşeyi yazarak anlatmaya çabalarken, bir sinir basar bana. Bu hatırlayamama durumu giderek daha fazla söz konusu olmaya başlarsa, hak vereceğim kendisine galiba. Umudum öyle olmamasından yana tabi ama.

Herşey bir yana, istesem, yıllar öncesinden onlarca anıyı anlatırım teker teker. Unutmadım çünkü ben, unutamadım geçse de seneler. Sadece öncelikleri değişti yaşadıklarımın. Ama keşke bir silgi olsa, siliversem gereksiz yere hafızamı işgal edenleri. Siliversem ve unutsam, hatırlamamın fayda sağlamadığı herşeyi.

Ağustos/2008

İyi ki doğdun Lale

Uzaklıklar mesafelerden kaynaklanmaz yalnızca. Nedensizdir bazen ve uzar gider yollar gibi. Hiçbirşey unutulmaz ama. Ne deniz kenarları, ne birlikte çıkılan İstanbul semaları, ne zorla yazdırılan mektupları saklayan defter araları. Herşey yerli yerinde ve günler geçse de azalmayan bir değerdedir. Zaman geçer aramızdan yalnızca. Hergün sürekli artan bir hızla. Bize düşen ise, güzel olan ne varsa yaşamaktır; aldırmadan geçen zamana…

Latife ediyor bize hayat, her geçen sene inatla,

Anlamazdan gelmek de kar etmiyor inadına.

Liseli çocuklar gibiyiz oysa biz, hayatın karşısında,

Elindeki hüzünleri nasıl dağıtacağını bilemeyen küçük çocuklar gibi ya da.



Mendilci kız, 19.08.2008

Ağustos/2008

18 Ağustos 2008 Pazartesi

Sus pus

Kendime küskünlüğümü yazdıktan sonra, şöyle bir konuşma gelişti bir arkadaşımla aramda.

-”Yine küsmüşsün?”

-”Evet öyle oldu.”

-”Ne zaman vazgeçeceksin?”

-”Nasıl yani?”

-”Vazgeçmekten diyorum. Vazgeçmekten ne zaman vazgeçeceksin?”

Bilmem… Hem vazgeçmek mi bu, onu da bilmem. Çok küçük yaşlardan beri, küstüğümde bir köşeye çekilirim ben. Çoğu zaman barışmayı da beceremem. Hatalıysam ama, telafisi için elimden gelenin fazlasını yaparım, o ayrı. İçimde hala omuz silken o küçük kız mevcut, ne yapayım? “İçindeki çocuğu öldürmemek” derken, bunu kastetmiyor söyleyenler herhalde ama değil mi?

-”Eee, son durum ne?”

-”Uykularım delik-deşik, aklımdaki onca şey uyutmuyor beni. Gündüzleri de uyur-gezer bir vaziyetteyim. Hayata bir anlam yüklemeye çalışıyorum ama olmuyor, olamıyor…”

-”Bana geçerli sebepler söyle!”

-”…”

Düşünüyorum ama ona beğendirebileceğim bir sebep bulamıyorum. Cevap veremiyorum. Sebep diye aklımdan geçirdiklerimin hepsi kuruntu. Düşünmemek, üzerinde durmamak gerek. İstese güzel bir nutuğa başlayabilir, hal ve gidişatım hakkında. Ama verdiğim, daha doğrusu veremediğim cevaba, “bak gördün mü?” der gibi gülümsemekle yetiniyor sadece. Gördüm… En yeni tabirle, bu da bana “kapak oldu”. “Bir de psikoloji okumak istediğimi söylerdim hep” diyorum içimden. Benim kendime bile hayrım yok. İyi bir dinleyiciyimdir gerçi hakkımı yememek lazım. Ama yönlendiriciliğim konusunda bir fikrim yok. O meslek için, kendi iç dengelerini kurmuş biri olmak gerektiğini biliyorum en azından. Oysa benim iç huzurum yok.

Büyük ve karmaşık bir çantanın içine atılmış anahtar gibi iç huzurum. Ve ben, o kalabalıkta, bakışlarımı başka yöne çevirmiş, el yordamıyla bulmaya çalışıyorum anahtarı. Biraz ışık, biraz da ilgiyi aradığım şeye yöneltmek, bu soruna çözüm olabilir galiba. Ama ben de bilmiyorum, neyi bekliyorum hala?

Ağustos/2008

15 Ağustos 2008 Cuma

Küskünüm kendime

Dünden beri bir küskünlük var içimde. Dizlerini kendine çekip oturmuş, kollarını dizleri üzerinde bağlamış, öylece bekler gibiyim hayatın kapısında. “Hadi kalk içeri gel” dese biri, omuz silkecek gibiyim. Savaş alanı gibi içim. Eksik ya da fazlasıyla bana ait olan her şey çarpışmakta. Artık ben bile bilmiyorum, kim, ne zaman icat etti bu kavgayı? Kim ne kadarına karıştı, kim bitirmek için uğraştı?

İçimde sonu gelmez bir savaş. Nasıl da yaralıyorum, bana iyi gelecek her şeyi. Belki de öldürüyorum kimini. Hem de karıncayı bile incitemeyen ben. Yağmalıyor, talan ediyorum içimin huzurlu iklimini. Fırtınalar, kasırgalar başlıyor, toza dumana karışıyor tüm mutlu haberler. Gölgeleniyor iyilikten yapılma kaleler. Güneşe çıkıyor, tazeleniyor, içimde kanayan yerler. Savaş alanı gibi içim. Öyle bir hüzün var ki nedensiz, damlalarını bile koyvermiyor gözlerim.

Kimbilir neden kaçıyorum yine. Aklıma gelen neyi örtbas etmek için yapıyorum bunları? Sınırları nerede bu yolların? Nereye varmak istiyorum ben ve nerede kesiliveriyor tamamlanmamış yollar? “Gel başla kaldığın yerden.” dese biri, kulaklarını tıkayıp, şarkı söylemeye başlayan çocuklar gibiyim karşısında. Böyle yaparak duymayacağım güya. Mantıkla uğraşmak istemiyorum. Mantıklı olmak da. Yanımda biri konuşuyor hararetle. Birşeyler anlatıyor işle ilgili. Ben ise bedenini uzaktan izleyen bir ruh gibi uzaklaşıyorum oradan. Ardımda kalıyor tüm konuşmalar.

Küskünüm… Ama kimseye değil küskünlüğüm, kendime. Konuşacak, anlatacak kelime yok. Benzetebileceğim bir durum yok. Neye benziyor kendine küsmek, henüz ifade edemiyorum. Hani beğenmediğimiz yiyecekler için, “saman gibi” deriz ya bazen. Sanki saman yemişiz gibi. Ama benzetiriz işte. Kendine küsmek de belki biraz öyle. Saman gibi yani, tadı-tuzu yok. Manasız bir hal. Bu hal de geçecek elbet, biliyorum. Ayağa kalkmak için bulursam mecal.

Ağustos/2008

14 Ağustos 2008 Perşembe

Çiçek gibi

Çok güzel bir çiçek kokusu doldu odaya. Acaba ne bu kokan çiçek? Çiçeklerden de anlamam ki, hay aksi. Annem olsa bilirdi. Alt katımızda çiçekçi var. Bazen böyle güzel kokular doluyor o yüzden odaya.

Öyle çok çiçek tutkum olmadı benim. Bir ara menekşeye takmıştım kafayı. Ama onu da çürütmüştüm. O gün bu gündür uzak dururum çiçeklerden. Sevgiliye de çiçek alsın diye söylenmemiştim hiç ya da almıyor diye dertlenmemiştim. Zaten sevmiyorum şu ruhsuz gülleri. Çiçek dediğinin kokusu olacak. İçine çekeceksin o güzel kokuyu. Bırakmak istemeyeceksin elinden. Yoksa ne anlamı var o kan kırmızı güllerin? Sadece görüntüsü var, o kadar.

İlişkilerde düzenli bir şekilde çiçek alınmasını da anlamam mesela. Tüm özel günlerde ele tutuşturulan o çiçeklerden hoşlanmam. Ansızın bir sürpriz yapıp gelmeli insanın sevdiği, elinde bir buket çiçekle. Bakın o zaman nasıl anlamı olur, çiçeğin bile. Kadınlar romantizm olsun istermiş ya hayatlarında, yani öyle der erkekler hep. Aslında romantizm değil bu, sadece ince düşünmek. Geçenlerde bir erkek arkadaşım, iki seneyi aşkın zamandır süren ilişkilerinde, en ufak bir hediye bile almadığını; artık kız arkadaşının da, ince ince laf dokundurmaya başladığını söylemişti. “Ben çiçek alırım ama çantasında taşısın.” diyordu. Ya neden hala bu tabu? Anlamıyorum sizi, hiç de anlayamayacağım galiba. Çiçek saklamak, bir kıstas mı hala sizin dünyanızda?

Ağustos/2008

İsim mevzuu

Harıl harıl isim arıyorlardı, doğacak bebeklerine. Her sabah yeni isimler bulup, akşamına vazgeçiyorlardı. Söyleye söyleye anlamını kaybediyor, manasızlaşıyordu sevinçle buldukları her yeni isim. Adam, aile büyüklerinin isimlerinden seçmeyi, aklının bir köşesinde tutuyordu hep. Kadın şiddetle karşı çıkıyordu bu fikre. Neyse ki, ilk zamanlar bu konuda yaptıkları şiddetli tartışmaları, bir kenara bırakmışlardı ne zamandır. Sessiz sakin bir arayış söz konusuydu artık.

“Fırat olsun.” dedi adam.

“Neden?” diye sordu kadın.

“Bilmem, güzel isim.”

“Özgür olsun o zaman.” dedi kadın. “O daha güzel ve daha anlamlı bir isim.”

“Eve geç gelmelere başlayınca, göreceğim ben o isimdeki anlamı.” diyerek bıyık altından güldü adam.

“Çocuğumuza isim arıyoruz şurada. İşi sulandırma istersen.” dedi kadın, alt edemediği gülümseyişiyle. Haklıydı çünkü söylediklerinde, bunu biliyordu içten içe.

Sevecek miydi acaba “Özgür bebek” ismini. Benimseyecek miydi? Yani mecburen benimseyecekti tabi de, o isme ait hissedecek miydi kendini, gün gelip düşündüğünde?

Ben ismini sevmeyenlerdenim mesela. “Nesi var?” derseniz eğer, verilecek bir cevabım da yok esasında. Sadece sevmiyorum, o kadar. Ama değiştirmek istesem bile, hiçbir ismi yakıştıramam kendime. Eğreti duruyor gibi gelir. Belki yılların alışkanlığından, belki de gerçekten hiçbir isme kendimi ait hissedemediğimden, kimbilir?

Bir arkadaşım “ismi güzel” derdi bana. Çok severmiş ismimi. Ben düşündüklerimi anlattığımda gülmüştü, “delisin sen” demişti. O küçük bebekcik sever miydi ismini bilemem ama ben çok severim “Özgür” ismini. Belki en yakıştırabildiğim isim olurdu kendime. Yakıştıramasam da, en beğendiğim isim olurdu en azından. İsimleri bize sevdiren, o isimlerle tanıdığımız insanlardır. Ama ben, başka ve bilmediğim bir nedenle de sevdim bu ismi. Ve ömrüm boyunca özel bir yeri olacak gibi…

Ağustos/2008

13 Ağustos 2008 Çarşamba

Gözlerim

Bugünlerde gözlerimle sorunum var. Sistemli bir şekilde başladı yine şu ağrılarım. Kapatıp gözlerimi dinlendireyim istiyorum. Bilgisayar ekranına bakmayayım, kitabın kapağını kapatayım diye düşünüyorum. İş yerinde, bilgisayar ekranından uzak kalmam zor. İş dışında ise, kitapların yanıbaşından.

Deli gibi kitap okuma isteği var içimde. Bir yere yetişir ya da birşeylerden kaçar gibi. Nedenini bilmiyorum. Ben okudukça o ağrıyor, o ağrıdıkça ben okuyorum. Okuduğum bir satıra hüzünlenip, buğulanıveriyor sonra. Siliyorum yaşaran gözlerimi, gözyaşı olup düşmeden o damlalar. Beş-altı adım ötede, aynanın önünde duruyor defterim. Gidip alsam diyorum içimden, hissettiklerimi yazsam. Haddinden fazla duygusal geliyor sonra, tüm aklıma düşüverenler. Vazgeçiyorum. Oysa ne diyor kitaptaki parmak kadınlardan biri, kendi benliğine. “Birileri kırılmasın, alınmasın diye törpülüyorsun fikrindekileri. Bazı düşlediklerini sen yaşamışsın sanmasınlar diye de sansürlüyorsun.” Yapıyor musun sen de? “Aksi mümkün mü ki?” diye düşündün şimdi yine. Ne çok şeyin aksi de mümkün aslında. Ah, bir de sen inanabilsen birazcık bu duruma.

Yapmak istediğin ne çok şey var. Öylece duruyorlar. Ve ne çok bahanen. Çok fazla hüzün var sonra içinde. Bir de hiçbirşeyi görmezden gelemediğin gözlerin. Bir kaçak bakışı, saklanmaya çalışan bir gülüşü, sinirle yapılan bir davranışı… Bir gün gerçekten “yeter!” diyebilecek misin acaba? Yani “amannn boşver” deyip, önemsemeden geçebilecek misin? Dert etmeyip hiçbir şeyi, keyfine bakabilecek misin? Belki o zaman dinlenir, ağrımazdı gözlerin?

Ağustos/2008

12 Ağustos 2008 Salı

İnsan

On sene önce başladı bizim tezgah maceramız. On senedir, hafta sonu tatili nedir, tam olarak bilemedim hiç. Zamanımın büyük kısmı orada geçiyor. Bir planım yoksa eğer, evde olmak da can sıkıcı oluyor tabi. Ama yine de, kısıtlı olmak da, en az onun kadar can sıkıcı. Bir planım varsa, dilediğimce hareket edememek, kısıtlı zamanlara sığdırmak zorunda olmak o planı, pek bir sevimsiz oluyor.

Tezgahı yeni açmaya başladığımız zamanlarda, çok keyifli bir ortam vardı bizim sokakta. Oturup konuşulabilir, söylediği dinlenilir kişiler vardı. Sonra yerlerini kiraya verenler, bu işi tamamen bırakanlar oldu, dağıldı o ortam. Son zamanlarda iyice dibine vurdukları bir kötü niyet çemberi var sadece. O kötü niyet hırsla birleşince, nasıl bir hale geldiklerini ben görebiliyorum çok net. Ama onlar? Pek sanmıyorum…

Çoğu insanla sadece merhabalaşıyorum orada. Pek azıyla oturup konuşuyorum. Bazısı sever beni, çoğu sevmez bu yüzden. Bazılarının sevmiyor olmasından da mutluluk duyarım ayrıca. Sevselerdi, “nerede yanlış yapıyorum?” diye düşünürdüm sanırım. İki ay önce, karşı çaprazımızdaki tezgah değişti. Yeni birileri geldi. Yeniden birşeyler konuşulabilir birileri geldi. O kadar çok problem oluyor ki orada. Bırakın belediye ile, kafeler ile ya da müşteriler ile olanları, tezgah sahipleri birbirleriyle problem yaşıyorlar sürekli. Aslında en büyük problem sandıkları şeyler bile, öyle kolay hallolur ki kendi aralarında. Ama kaybettikleri değerler, bir perde gibi inmiştir gözlerine, çözümleri göremezler.

Dün bunları konuşuyorduk. Orada bulunmanın, yazın ayrı, kışın ayrı yaşanan zorluklarından. O zorlukları kördüğüm haline getiren insanlardan. Kaybolan iyi niyetlerden, samimiyetten. Sen anlatmayı pek çok kez denediğinde ve bazıları inatla anlamadıklarında, “ne halin varsa gör” demek gerektiğini de bilmekten. “İnsan” sadece bir varlığın adı değildir. Değerleri, özellikleri olan bir varlığın sıfatı olabilir olsa olsa. Yani “insan kalmak” çok önemli bir uğraş şu hayatta…

Ağustos/2008

Şans işte

Cumartesi akşam Barışarock’a gittik. Feryal’i dinlemeye. Bitince çok da geçe kalmadan çıkalım dedik alandan. Hatta büyük servislere binmedik, dolmasını beklemeyelim diye. Dışarıdan minübüslere bindik. Onun da dolmasını bekledik ya gerçi, neyse…

Paraları topladılar. Beşiktaş’ta inmeyi planlıyorduk biz. Taksim son duraktı, öyle söylediler. Ve ücreti Beşiktaş’ın ücretinden yüksekti. Doğal olarak önce Beşiktaş’a gideceğini, oradan yukarı çıkacağını düşündük. Ama öyle olmadı. Zincirlikuyu’dan Mecidiyeköy tarafına döndü minübüs. Taksim’de meydan tarafına değil, Karaköy tarafına yöneldi. Trafiğe girmesin diye uyanıklık yapmıştı ama bilmediği yolu hesaba katmamıştı anlaşılan. 3 defa yanlış yola girdi. Dolapdere’ye, Kasımpaşa’ya, hatta en son Unkapanı’na kadar gidip, geri döndük. En sonunda yolu bulabildi de, Beşiktaş’a varabildik. İnip yürüsek çoktan varmıştık eve belki de. Minübüsten indiğimizde ortalıkta otobüs görünmüyordu. Yürümeye karar verdik Ortaköy’e doğru. Saat gecenin bir buçuğu.

Çoğu şey problemsiz ilerlemez hayatımızda. Bu iyi bir şey mi, kötü bir şey mi, ben de bilemez oldum artık. Aksilikler, terslikler, hep bir macera, hep bir muamma. Bunlar mı şans dediğimiz kavramı oluşturanlar? Nasıl yorumlamalı insan yaşadıklarını? İyisine de, kötüsüne de aynı tanımlamayı yapmalıyız belki de. Şans işte…

Ağustos/2008

9 Ağustos 2008 Cumartesi

Ne zaman eskiyor sevgiler?

“Ne zaman eskiyor sevgiler? Ödenen bedellerin acısı geçince mi? ”

Çocukluğumun doğum günü masalarını süsleyen bembeyaz, dantel bir masa örtüsü vardı. Ne güzel görünürdü masanın üzerinde. Bazen çok heves eder, sermek isterdim bir yemekte. “Olmaz!” derdi annem. Elim mahkum kabullenirdim bu durumu. Sonra üzerinden öyle zamanlar geçti ki, annemin yemek sofralarına serdirmediği o örtü, tezgahın üstüne örtülür oldu. “Gördün mü?” demiştim anneme, ilk defa tezgaha serdiğimizde. “Kıyamıyordun örtüye. Şimdi bırak evi, tezgahta bile serdiriyorsun.” Gülüyordu annem, elbet o da hatırlıyordu, küçük kızının örtüyü alma çabalarını.

İlgiyi, beğeniyi, sevgiyi, verilen önemi, ilk zamanlardaki haliyle muhafaza edemiyor bazen insan. Çoğu zaman kendi savurganlığından, kimi zaman şartlardan, kimi zamansa muhatabının tavırlarından. O yüzden en azından, yaşarken değerini bilebilsek keşke. Eskimeden, eskitmeden.

Bütün efsane olmuş aşıklar kavuşmuş olsalardı, onca mücadeleden sonra. Ya da o kadar eskiye gitmeye gerek yok. Yakın zamanlardan, yakınlardan soralım soruları. Sevgisi için zorlu mücadeleler veren biri, ne kadar sürdürür o sevgiyi peki? Bir arkadaş, uğruna ailesini karşısına aldığı sevdiğini, kalbini eline paramparça bırakırken bulmuştu. “Değmiyormuş!” demişti. “Çektiğim onca acı, daha değerli yapar bizi sanmıştım. Onca acıya, sonunda yine acı çekmek için katlanmışım meğer.” demişti. Üzgündü. Onu hiç böyle mutsuz görmemiştim, en zorlu dönemlerinde bile. Dağılan hayallerine üzgündü, paramparça mutluluk umutlarına üzgündü. Ve kızgındı, sanki tahmin edilebilir birşeymiş gibi, bunu farkedemediği için kendisine.

Sevgi eskimezdi aslında. Olsa olsa şekil değiştirirdi. Bazen nefrete, bazen üzüntüye, bazen acıma duygusuna ya da şefkate. Sevgi eskimezdi. Biz sadece değerini bilmezdik ya da tüketirdik ansızın…

Ağustos/2008

İyi ki doğdun

Davetsiz misafirdir tüm yeni yaşlar. İstemesen de gelir, farkına varamadan giderler.
Lacivert bir geceyle, usulca girerler hayatına. En umulmadık güzellikler de, en akla gelmeyecek kötülükler de onlarladır. Karanlığa inat bir ışık gibi süzülür, serilirler her şeyin üzerine.

Doğum günün olsun. Kocaman bir gülücükle…

7 Ağustos 2008 Perşembe

Armudun sapı, üzümün çöpü...

Bugünlerde herkesin içinde bir çöpçatanlık ruhu mevcut. Konuşmanın bir yerinde, bilmem kimin oğlu ya da bilmem neredeki çocuk, pat diye dahil oluyor konuya. Konuyu kestirip atınca da, nutuklar başlıyor bu sefer. “Şurada otuzuna ne kaldı? Otuz olunca göreceğiz biz seni!”

Bizim toplum otuz yaşı milat kabul eder. Yetinmezler, otuzuna kadar evlenmemişsen eğer, bir de sıfat bulurlar sana. Şaşmaz bir sıralamaları vardır sonra. Sanki herşeyi kendileri yürüteceklermiş gibi sorar dururlar. Sevgililere nişan, nişanlıya düğün, evliye çocuk, sonra ikinci çocuk… Senin ne aradığının, ne beklediğinin önemi yoktur. Zaten evliliğin karmaşası içinde, bırak ne beklediğini, kendini bile unutursun. E istenen de bu değil midir zaten?

Gördüğün onca sorunlu ve zoraki evliliği unutup, hem de sırf birileri iyi diyor diye, biriyle hayatını birleştirmeni beklerler. Sen istediklerini anlatamazsın bile onlara. “Ortak birşeyler paylaşmak, beğeniler, düşünceler; oturup iki satır konuşabilecek olmak” diye başlayamazsın cümleye. Bu saydıkların boş işler olurlar. Bu seferde onlar kestirip atarlar.

Ben bu satırları yazarken, kimi arkadaşlarım, kucaklarındaki bebekleriyle ilgileniyorlar; kimisi, eşiyle yaşadığı sorunları bir güler yüzün ardına saklıyor; kimi ise, biten evliliğinden arta kalanları topluyor. Hepimiz seçimler yapıyor, yaptığımız seçimlerin bedelini ödüyoruz. Ama en azından seçimimizi biz yapıyoruz. Şimdi “iyi çocuktur” diyenlerin yerinde, “iyi ailedir” diyenler varmış bir zamanlar. Adam beş para etmese de, aile iyi olduğunda, makul bir durum oluyordu herhalde bu. Şu an bile, hala bir yerlerde aynı şeyler yaşanıyordur elbet.

Bu hayat, kimimizi zorla evlendirilmeye mahkum ederken, kimimize ise, anlayana, anlamayana, istemediklerini çekinmeden söyleme imkanı veriyor. Şanslı olduğumu düşünmedim pek hayat boyu. Ama eğer birilerinin gözünde şanslıysam, evet, sırf bu yüzden bile şanslı sayılabilirim. Ve herşeye rağmen, umarım ortak düşleri paylaşabileceğim biriyle, bir gün karşılaşabilirim.

Ağustos/2008

6 Ağustos 2008 Çarşamba

Bekle(me)mek

Bir yere ulaşmak istemediğimde ya da erken çıktığım bir yol, hiç bitmesin istediğimde; trafikte tüm kırmızı ışıklar bana yansın, trafik alabildiğine tıkalı olsun, yollar yürünemeyecek kadar kalabalık olsun isterim. Yahut uzundur görmediğim birine rastlayayım, hal-hatır sorayım. Hatta muhabbet uzasın, oturup biryerlerde konuşalım. O yolculuk bitmesin ya da en azından bitmesi geciksin. Ama gelin görün ki, hiç gecikmez. Tam vaktinde ulaştığım zamanlar, mutlu bile olurum. Çünkü hep erkendir varışlarım buluşma mahaline. Ve genellikle, azıcık bir zaman da olsa gecikir, diğer gelecekler.

Beklemek ne kadar can sıkıcı bir iştir. Beklenilecek zamanı birşeylerle doldurmak zordur, sevimsizdir. Söz verilen her kim olursa olsun, kararlaştırılan vakte riayet etmek, olağan bir durumdur benim için. Hani eve gittiğiniz yolu, aklınız başka yerlerdeyken bile şaşırmadan gider, nasıl geldiğinizi bile anlamadan kapıya varırsınız ya, öyle olağan işte.

Daha sıkıntılı bekleyişler olur sonra, insanın hayatında. Bir cevabı, bir ameliyatın bitişini… Ama insan güzel bekleyişler arar hep. Bir telefonu, kapı zilini, çok sevdiği birinin gelişini… Her iki durumda da yavaş akar zaman. Yani bekleyene öyle gelir en azından. Ve geçmeyen zaman yorar insanı. En iyisi beklemeden yaşamaktır galiba. Olan güzel şeylere sürpriz, kötülerine talihsizlik demek. Ve herşeyi öylece kabul etmek, unutup, geçip gitmek. Doğru zamanlar aramamak, düşlememek. Sıkılgan bir bekleyişten kurtulup, yaşamak yalnızca, yaşayabilmek…

Ağustos/2008

2 Ağustos 2008 Cumartesi

Zor zanaat

Bir kadın niye düşman olur bir başka kadına? Yok yok, aslında tam sormak istediğim soru bu değil. Bir kadın, neden düşman görür, karşısına çıkan her kadını? Bu ülkede kadın olarak yaşamak, toplumun erkek egemen olması itibariyle, zaten yeterince zor iken, kadınlar niye çelme takarlar birbirlerine?

Malum, arkadaşım tatilde. Diğer işlerde olduğu gibi, sürekli çalıştığımız bankaya gidip işlemleri halletmekte bana düşüyor bu zaman zarfında. Bizim işlemleri yapan iki hanım var bankada. Biri belli ki daha acemi. İşlemleri yaparken panik oluyor. Onu öyle telaşlı görünce, beklettiği için özür dilediğinde ya da bir işlemi yanlış yaptığında, işim acil de olsa “önemli değil” diyorum gülümseyerek. Gayet samimi ve insancıl tepkiler veriyor çünkü. Ne güzel tesadüftür ki, bizim çoğu işlemin sorumluluğu onda. Dün gittiğimde yoktu yerinde. Diğer tarafa yöneldim ama diğer hanım hiç oralı olmayınca, tekrar yerime döndüm. Yüzüme bakmadan, kendi kendine konuşurmuş gibi, “boşuna bekleme, yok o” dedi. Önce duymazdan geldim ve yüzüne baktım, belki doğru düzgün bir şeyler söyler diye. Sonra sordum işlemi yapıp yapamayacağını. Sadece elini uzattı evrakı almak için, asık bir suratla.

İnsanları anlamaya çalışmayı çoğu zaman abartan biri olarak, onu da anlayabilmiş olmayı dilerdim. Yani kendim de çok güler yüzlü biri olmadığımdan, onun da bu halini anlamaya çalışabilirdim. Tabi orada olduğum zamanlar içerisinde, beylere tavrı ile hanımlara tavrı arasındaki farkı görmemiş olsaydım. Nasıl bir mantıkla hareket ettiğini ve bunun ona ne kazandırdığını bilmek isterdim. Ama bilmek istediklerimi kendime sakladım. Dilimin ucuna kadar gelmiş tüm cümleleri yuttum ve teşekkür bile etmeden çıktım bankadan. Halbuki en sinir olduğum şeylerden biridir, mecburiyeti ya da işi bile olsa, o uğraşı verene teşekkür etmemek. Bir insana “zaten yapmak zorundaydın!” demek. Hoş, bu davranışı yapan biri için çok fazla bir beceri, niye öyle davranıldığını anlamak. Bu ülkede kadın olmak, zor zanaat…

Ağustos/2008

1 Ağustos 2008 Cuma

Nasıl bir ülke?

Bankalarda mevcut uzun kuyruklardan birini bekliyordum. Ne sevimsiz bir iş. Tatile çıkan arkadaşımın işlerini de üstlenmiş olduğumdan, sabırla, işinin zorluğunu anlayıp, ona da sabır dileyerek bekliyordum sırada. Bankanın sıra numarası veren şu makinesi, ne söylemek istediğini dolandıran bir anlatımla donatılmıştı. Sol kulağını, sağ eliyle gösteriyordu bu mantık. Bu vesileyle aldığım ilk numara yanlış bölümdendi. Ben tam da “Sıra ne çabuk bana geldi? Bu işte bir yanlışlık olmalı!” diye düşünürken, yanlışlığın bir tahmin değil, gerçek olduğunu öğrendim. En sonunda doğru seçenekten bir sıra numarası alarak başladım beklemeye. Yanıma bir hanım oturdu, yanındaki bey de ayakta bekliyordu. Oturduğumuz bankın karşısında, ilerleyen sıra numaralarını gösteren elektronik tabelalar vardı. Gişeler az ilerideydi. Bir numara yandı ve yanımdaki hanım, “245 buradaaa” diyerek yerinden kalktı. Öyle heyecanlı ve öyle mutluydu ki. Bir gülümseme yayıldı yüzüme. Kimse görmesin diye, yere indirdim bakışlarımı. Numaralara bakmak için başımı kaldırdığımda, gülümseyen bir beyle karşılaştı gözlerim. Sanırım aynı durumun o da farkına varmıştı.

Bu ülke öyle garip bir yer ki. En akılalmaz dalaveralar, üçkağıtçılıklar, en vicdana sığmaz, insafsız davranışlarda burada; en samimi, en içten olanlarda. Herşeyin en uç noktalara kadar vardırıldığı yaşam tarzları var. Hiçbir yerde, bir benzerimize daha rastlanamaz herhalde. Herşeyi kendimize benzetip, karşılaştığımız her yeni şeye, bizden birşeyler katarız nasılsa. Bozarız, değiştiririz ve istediğimiz şekile getiririz sonunda. Söyleye söyleye bir alışkanlık haline getirmeye çalışırlar hep, “Burası Türkiye” diye. Keşke artık iyiliklerin, kötülüklere galibiyet sağladığı bir yer olsa bu ülke…

Temmuz/2008