29 Kasım 2009 Pazar

İçinde tüm sevdiklerim, içinde İstanbul olsun

Adım adım dolaşıp, çalınan müziklerde yitip gideceğimiz bir mekan aramıştık, neredeyse bir saat boyunca. Afiş, işte o sürenin sonunda çıktı karşıma. Ve bir anda karar verdik, gidip o melodilerle yeniden içimizi yakmaya.
Başka türlü olmasını istediğim her şeye, öyle yüksek seslerle çağrı yapmayı özlemiştim. İçinde bana ait bir şeylerin bulunduğu masalları hayal etmekten mutlu, o hayallere sahip çıkmaya çabalamaktan yorgun olarak döndüm eve.
Yeni yıkanmış nevresimlerin üzerine, az miktarda yumuşatıcı, bol miktarda is kokusu sinmişti. Yastık kılıfını süsleyen çiçeklerin solmasından bile korktum esasında. Aklımda düşünülmeyi bekleyen onca şey varken, is kokulu bu nevresimin altında havasız kaldım. Ve uykusuz biraz da.

27 Kasım 2009 Cuma

Öyle işte

Gecenin karanlığını var gücüyle itiyor duvardaki saat; tik taklarıyla. Boğazımda takılı kalmış sözcükler, kesik öksürüklerle eşlik ediyor ona. Evin bütün odalarına yayılmış yalnızlığın rüzgârı, çarpıyor beni.
Bir fincan mis kokulu ıhlamurla, oturuyorum televizyonun başına. Eskilerden bir türk filmine rastlıyor, kimbilir kaçıncı kez izlemeye başlıyorum. Repliklerine eşlik ediyor, kötü adama kızıyorum bolca. Sanki ben de filmin içindeymişim gibi hissediyorum bazen ve bu yüzden, elimdeki fincanı kaptıracağım korkusuyla, daha bir sarılmış oluyorum kulpuna. Bu duruma daha fazla dayanamayıp, değiştiriyorum kanalı.
Yeni senaryolar yazıyorum içimde. Hem o filme, hem de hayatıma. "İmkânsız" diyenlere gülüyorum kahkahayla. "Değişecek" diyorum, "elbet değişecek!" Ama eksik kalan bir şey var bir yerlerde. Bulamıyorum bir türlü, koşuşturmalar içinde yitirdiğim her neyse, uzayıp giden sorumluluksuz saatlerde de...

Kasım/2009

26 Kasım 2009 Perşembe

Bayramlık

Bu sabah, birçok insanın hissettiği o yalnızlık duygusuydu uyanan, ben değildim. Ben uyanamamıştım henüz. Kimin, hangi sözüyle başladığı unutulmuş bir kavga gibi unutmuştum; bayram sevinçlerimi ilk ne zaman, cilalı hüzünlerle değiştirdiğimi. Hatırlamıyordum başlangıcını, eski başlangıçları hatırlamak istemiyordum.
Yeni olsun istiyordum her şey. Yeni kıyafetlerle donatılan çocuklar gibi, yeni umutlarla, yeni bir aşkla kuşanmak istiyordum, bayramın şerefine. İstediğinin alınması için, ayağını yere vura vura ağlayan bir çocukluk yaşamamış olmamın hatırına, şimdi ayaklarım yeri büyük bir inatla dövsün istiyordum. Öyle bir gün düşlüyordum ki, adı mutlaka bayram olmalıydı bunun.

25 Kasım 2009 Çarşamba

Oyun

Ben, zar kendine uygun düştüğünde utananı ve soranı severim. "Hilekâr bir oyuncu muyum yoksa?"

Gözleri tezgahın üzerinde bilinçsizce gezindi. Beğendiği bir şey var mı diye merak etmesine rağmen, adamın başındaki kalabalığın dağılmasını bekliyordu, başka bir şey düşünemeden. Kalabalığın kararsız ve ısrarcı olduğunu anladığında, parmağındaki yüzüğü göstererek derdini anlatmaya başlayacaktı ki, adam ne dediğini dinlemeden fiyatını söyledi. "Hayır" dedi kız, adamın, o korktuğu yanılgıya kapıldığını farkederek. "Ben bu yüzüğü geçen hafta almıştım. Büyük geliyor, neredeyse düşecek. Küçüğüyle değiştirmek istiyorum" dedi; parmağına büyük olduğunu adama kanıtlamak ister gibi, yüzüğü çıkarıp takarak. Adam önce kızın parmağına, sonra ellerini kavuşturarak yüzüne baktı. Gönülsüzce kıza yakın bir tablayı göstererek, "oradan bakın" dedi.
Nefret ediyordu bu durumdan, sürekli önüne çıkan bu ikilemden. Bu konumda olmaya tahammülü yoktu ama diğer taraftan da hakkını yedirmek istemiyordu. Sürekli bir ispat, sürekli bir ikna hâli. Her hareketi potansiyel suç sayılan insanlar ve bu suçu kimliklerine bir sıfat olarak konduranlar arasındaki farkı, kaç kişi ayırdedebilirdi ki?

24 Kasım 2009 Salı

Kayıp

Pencereden bakıp, uzun boylu birinin yüzünü görmeye çalışır gibi, üst katını görmeye çabaladığım binalar, bir sis bulutunun ardında bugün. Sanki bir yaramazlık yapmışlar, suçlarını da biliyorlar üstelik... Kendilerini koruyacak bir büyüğün ardına saklanmışlar, öylece etrafı kolluyorlar.
Çoğu zaman, böyle bir sis bulutunun ardında saklı, başka bir gezegenin olduğunu umut ediyorum. Kelimelerin, tabirlerin gerektiği gibi kullanıldığı; insanların yalan söylerken yüzlerinin kızardığı; "elalem ne der?" diye sorana kadar, "vicdanım ne diyor?" diye haklınının sınandığı bir gezegen; olmalı!

22 Kasım 2009 Pazar

Özenmek

Şiirin kapısına varabilmek için, aklından geçen birçok kelimeden vazgeçmen gerekir. Ardında kalan ayak izlerini, bir cümleye sığdırma marifetidir çünkü şiir. Hem de eksik gedik bırakmadan.
Oysa atmaya kıyamayacak kadar çok değer verdiğinde, en önemsiz kelimelere bile; uzayıp giden br yazının içinde, kaybedersin kendini. Cümlelerin virgülsüz, noktasız kalır; sen soluksuz kalırsın.
Sonra bir gün, birini görüverirsin. Onunla cümlelerinin nefes alacağına, anlamlarının birbirine karışmayacağına inanırsın. Bir büyük harf yapar, başlarsın yeni bir paragrafa. Noktalama işaretlerinden o kadar yoksun yaşamışsındır ki, yeni bir satırın başı olamayacağını geç farkedersin. Yine uzar gider cümlelerin.
İlk noktaya kavuştuğun an, kalın bir defterden, sana ait kelimeleri ayıklamaya başlarsın. İşte o gün, hiç şarkı söylememişken daha, şiir olmaya özenirsin...

19 Kasım 2009 Perşembe

Hiç de bikere

Bir kelimeyle seneler öncesine gidebiliyor insan. Bir şarkıyla yıllar öncesine ait bir duyguyu, aynı sıcaklıkla hissedebiliyor. Özlüyor; oyun oynamayı, toprağa basmayı, kahkaha atmayı, yağmurda ıslanmayı, heyecan duymayı, aşık olmayı... Özlüyor işte, aklına ne geliyorsa o anda. Mesela çocukça konuşmayı...

17 Kasım 2009 Salı

İkna

Siyah çerçeveli gözlüklerinin altından, süzülerek inen yaşlar, bir yaprağın üzerinde kayan çiy taneleri gibiydi. Dudakları titriyordu. Duvara zar zor tutunup, ayakta durmaya çalıştı. Ne olduğunu sormaya cesaret edemedim. Onun kadar sağlam duramayacağımdan korkuyordum.
Ne zaman bir hastanenin kapısından içeri girsem, geliş nedenimi unutup, başka hikâyelerin arasında kayboluyordum. Yine öyle olmuştu. Kadınlar, çocuklar; elleri bellerinde zar zor koridoru adımlayan, her adımda duraksayarak merdivenleri çıkan yaşlılar...
Nöroloji bölümünün kapısında durmuş, bir yandan, çifter çifter dağıtılmış sıra numaralarının karmaşasından kurtulmaya çalışırken, diğer taraftan da, şikayetlerimi nasıl anlatacağımın provasını yapıyordum içimden. Sanki, not yükseltmek için sözlüye kalkacak bir öğrenciydim. Aslına bakılırsa, pek de bir farkı yoktu. Sorulara doğru yanıtları vermeliydim.
Hastaneler, doktorlar farklı olsa da, takınılan tavır, pek de değişmiyordu. Hastalık, bizden habersiz, sosyal bir statü oluvermişti sanki. Ve onu kazanabilmek için, yalan söylememiz bile muhtemel görünebilirdi. Belki de sevinilesi bir durum olmuştu da ağrı, sızılar; sadakatinden mutluluk duyamayacaktık bir türlü, bizi böyle sınayıp durmasalar. Hasılı, bir hastalıkla başa çıkabilmek, sadece iki yola bağlıydı. Ya "bize bir şey olmaz" öngörüsüne sığınıp, uzak duracaktık hastanelerden olabildiğince, ya da bütün soruları eksiksiz yanıtlayıp, ikna edecektik onları, üç yanlış bir doğruyu götürse de...

16 Kasım 2009 Pazartesi

Hayal/gerçek

Birkaç otobüs ve araba geçip, sessizliğe terkettiğinde o tanıdık caddeyi; kaldırımda birikmiş kuru yaprakların, adımlarımla hasbıhalini dinledim. O koca ağaçların, rüzgârla yayılıveren sakinleştirici müziğine kulak kabartmışken; uzaktan geçen ambulansın, siren sesiyle ürperdim. Homurdanıp duran iç sesimi dinleyerek yürüdüm sonra.
Geçen kuş sürülerini, yaprakları süpüren belediye işçilerini izledim. Yalnız yürüyen birini farkettiklerinde, erkeklerin ne kadar cüretkâr olabildiklerini gördüm. Ve yalnızlığın, hiçbir zaman, bir kelimeden ibaret olamadığı hayatları. Bizim dışımızda akan bir hayatın varlığını, bazen nasıl da unutuverdiğimize şaşırdım yeniden. Hâlâ şaşırabildiğime sevindim.
Ağlamaktan kızaran burnumu, kırmızı bir süngerle gizlemeyi; boyalarla resmedilmiş gülümseyen bir yüzde, gözlerimin buğusunu kaybetmeyi denemeliydim. Pollyanna olamamıştım hiç ama... belki palyaço olabilirdim?

Kasım/2009

13 Kasım 2009 Cuma

Kararsız şarkılar

Akşam karanlığının, tatlı bir sarhoşlukla, ağır aksak, yalpalayarak geldiği bir vakit. Laciverde boyalı gökyüzünde, beyaz, uçucu bulutlar. Üzerimde gökyüzünün rengini kıskanan ve karanlıktan istifade, belki de ona benzemeye çalışan bir bluz ve esen rüzgârda ürpermemi engelleyen, beyaz bir şal. Beyaz olan sadece bulutlar ve şal değil tabii.
Karanlığın göbeğinde bile seçiliveren, saçımdaki birkaç tel... Kalemin kapağına sıkıştırdığım defter yaprakları... Umutlarım... Duymayı özlemle beklediğim ya da hatırlamamak için aklımı meşgul ettiğim tüm cümleleri, bir dost sıcaklığıyla kulağıma fısıldayan, kararsız şarkılar. "Gidemem" diyen İlkay Akkaya, "Giderim" diyen Ahmet Kaya.

12 Kasım 2009 Perşembe

Buralardan böyle ceketsiz...


MusicPlaylist



Her sabah derin nefesler alıyorum. Bu saçma işleyişin, içimde yarattığı huzursuzluğu, bir nebze olsun hafifletmek istiyorum. Oysa, pasta üzerine dizilmiş birkaç narin mumu üfleyebilmek için, küçük bir nefes çekmişim gibi davranıyorum. Belki de en çok bu yüzden yoruluyorum.
Otobüs beklerken, yolda yürürken, kitap okurken, sadece bir yudum alabildiğim çay, elimdeki fincanda buz gibi olurken, dalıp gidiyorum bir yerlere; kendimden bile habersiz. Döndüğümde her şeyi aynı buluyorum.
Yıldız kaydığında ya da bütün mumları aynı anda söndürdürmeyi başardığımda, gökkuşağının altından geçebildiğimde ve bıkıp usanmadan, bir dileği kırk kere tekrar ettiğimde, gerçekleşeceğine inanmak istiyorum. Evet, istiyorum...

11 Kasım 2009 Çarşamba

Yağmur olsam, yağsam...

Yaz yağmuru sanıyorlar beni. Gün ortasında birdenbire başlayan yağmurun, ferahlatıcı damlalarıymışım gibi, bir an sonra durulmamı bekliyorlar. Göğe dönüp, damlalarıma teslim ederlerse yüzlerini, kötü anılardan arta kalan kırışıklıkları, silerim sanıyorlar. Oysa ben, sadece bilinçsiz bir yağmur damlasıyım. Buharlaşıp göğe yükselen ve her seferinde diğerini bilmezden gelerek, yeryüzüne inen. Ve dahası, yaz yağmuru olamayacak kadar, biriktirilmiş hüzünler taşıyorum içimde. Tek başlarına anlamı olmayan kelimeler var heybemde.
Gönül, eski bir sevgilinin güzel sözleriyle meltemi hissetse de, fırtınaların eşiğinde küçük bir tekne hâlâ. İnce düşünmekten yorgun... Ve başka türlüsünü bilemediği için, işlek bir caddenin ortasında kalakalmış gibi şaşkın, korkak...
Başarı gerektirmeyecek kadar eski bir duyguymuş meğer, ayrılıktan sonra, son vermemek cümlelere. Kurduğumuz köprüleri yıkmadan, ayrı yollarda yürümeye başlamak... Can yakmamak ne mümkün, ama acıya, bile isteye sebep olmamak. Eskiye ait bütün duygulardan arınıp, mutluluğu başka hikâyelerde aramanın gerektiğine inanmak... Ve seneler sonra bile, onu, "iyi insan" olarak tanımlamak; neden bu kadar önemli? Çünkü ilişkiler bitip, sıfatlar değiştiğinde dökülür, eteklerdeki taşlar. Ve asıl o zaman değer kazanır, bizim için yapılan tanımlamalar...

9 Kasım 2009 Pazartesi

Başka biri

Hiç olmadığım kadar kızgınım bugün, hiç yoktan sebeplere. Ateşler içinde yanarken, soğuktan titrer gibiyim, derin bir huzursuzluk labirentinde. Dönüp dolaşıp aynı yere vardıkça, daha çok kızıyorum kendime.
Hiç olmadığım gibi olmak istiyorum bu yüzden. Hiç kendime benzemeyen bir ben'le yaşamak istiyorum, hayatımın geri kalanını. İnce detaylardan uzak durmak; birini beğendiğimde, gözümü ayırmadan ona bakmak; içimdeki boşluğun, aslında hiç varolmadığını sanmak ve istediğim gibi yaşayabilmek için, bu kadar hırpalanmamak istiyorum. Gözümün içine baka baka, gülüyorlar söylediklerime.
İşte o zaman, beni ben yapan tüm özelliklerimi unutup, başka bir hayata başlamak istiyorum. Hayattan bu kadar ince ve dolaysız istekler yerine, daha acımasız ve hilekâr bir şeyler isteyebileyim diye.

6 Kasım 2009 Cuma

Ben artık şarkı dinlemek değil...

Gecenin karanlığına gülümseyen arkadaş yüzlerini, itinayla kaydeden fotoğraf makinaları kadar detaycı, düğmeye basıldığında beliriveren "duracak" ibaresi kadar kararlı günlerde, kalabalık caddelerde umursamaz, ıssız sokaklarda korkusuz, geziniyorum. Boynuma sarılıveren bir şal gibi uzlaşmacı ve her daim özlemli günler geçiriyorum.
Bulutlara tutunmaya çalışıyor gibiyim. Ne zaman yakaladım sansam, boşa düşüyor ellerim. Yine de yollarda yürüyor, umut ediyor, güzel günleri bekliyorum.
Hep aynı sorulardan bıkkın, suskunluktan yorgunum. Durduk yere gülebilir, dokunsanız ağlayabilir bir anlaşılmazlıkta ruhum. Ve hepsine rağmen, şarkı söylemek istiyorum.

5 Kasım 2009 Perşembe

Resim defteri

Bütün kahramanlarım çöp adamlardı benim. Güneş, geniş m harflerini andıran dağların arasından doğardı sürekli. Aralıklı birkaç kısa çizgiyle saçardı ışıklarını. Bir üçgenin altına oturtulmuş sağlam bir kareyle, yapabileceğim en güzel evi inşaa ederdim, kağıdın ortasında bir yere.
Küçük bir dikdörtgenden kapı yapardım, tokmağını unutmadan. Küçük karelerden pencerelerini iki yana kondurur, perdelerini düzgünce yanlara tutturmuş olurdum. Yanıbaşına, aşağıdan yukarıya iki paralel çizgi ve onun üzerini örten, yarım ay gibi çizgilerle bir ağaç yapardım. Yakında bir yerde mutlaka bir dere akardı ve üst yanında, nereye gittiğini bilmediğim bir patika yol başlardı. Resim, benim hiç sevemediğim bir dersti. Matematiğe rağmen hem de.
Hayatında hiçbir zaman doğru düzgün bir resim çizememiş olan ben, şimdi bunun cezasını çeker gibi, yarım bırakılmış bir resmin ortasında hissediyorum kendimi. Bir şeyler eksik, biliyorum. Sayfalar dolusu kelimelerle anlatsam da derdimi, hep bir kelime eksik kalıyor sanki. Belki de o konuyu daha işlemedik biz. Ve belki de bu yüzden bulamıyorum, nesi eksik resimlerimin?

3 Kasım 2009 Salı

Med-cezir

Ancak, bulanık bir suya yansıyan sureti kadar anlaşılır olabiliyor, uzak durduğu kalabalığa. Ve bazen, istediği gibi yaşayabilmek için, saklanması gerekiyor. Belki blog yazıyor gizli bir kimlikle. Tanıdıkları bile, onlardan bahsettiğinden ve dahası, anlattığı olaylardaki kahramanlardan biri olduklarından habersiz, kınıyorlar okuduklarını. Ya da ne bileyim, başka yollar seçiyor belki saklanmak için.
Ne, güzel ya da çirkin, ne de şişman ya da zayıf diye sınıflanırılamayacak bir gölge olup, hiçbir gözün denetiminde olmadan, kendi gibi yaşayabilmek istiyor. Ama bu dünyada, sıradan olmak da o kadar kolay değil. Ona göre sıradan olanın, başkalarının sıradanlığı arasında sivrilmeyeceğinin garantisi yok çünkü. Kalabalığın kılığına bürünemiyorsa, istediği gibi yaşamaya da hakkı yok.

2 Kasım 2009 Pazartesi

Bu yollar nereye gider?

Elim varmıyordu, beyaz kağıtların masumiyetini karalamaya. Ve aklım... ödevini yapmamak için bahaneler aranıp duran, ve hepsine katlanmaya razı, talebeler gibiydi. Önüne çıkan engelleri aşmaktan kaçınıyordu sürekli. Oysa boş vakitlerle kuşanmıştı ne zamandır. Hevesle beklediği o zamanlara kavuşunca, neden böylesine umursamaz oluvermişti, bilmiyordum.
Daha çok okuyordum... Sormaya cesaret edemediğim tüm soruları, o sayfalarda aranırcasına. Ve o sorulara rastlarsam, yanıtlayacak ipuçlarına da ulaşabilirim diye umutlanarak, daha da çok okuyordum. Aklımdaki sesler sussun diye, bir mırıltı eşliğinde kıpırdanıyordu dudaklarım. Başka bir sesin yankısına saygılıydı iç sesim, susup dinliyordu usulca.
Elim de, dilim de susuyordu... Ve aklım, onlara inat, daha çok konuşuyordu.