26 Şubat 2010 Cuma

Yağmur ve rüzgâr

Boş bir oda gibiyim ne zamandır. Bütün duygular taşınmış içimden, bir gece vakti, saklı gizli. Açık pencerelerden, ıslıklar çalarak yayılıyor içime rüzgâr; oynaşıyor perdeleri gönlümün. Çarpıyor duvarlarıma, çarpıyor ruhumun kuytularına, geri dönüyor yeniden. Çoğalıyor rüzgâr, fırtına oluyor. Duvara yansımış bir parça güneşle duruyor bütün saatler.
Çarpılan kapıların yankısı uğulduyor kulaklarımda. Sinirle kurulan cümlelerin, o gergin tınısıyla titreşiyor bam telim. Yağmur yağıyor ama toprak kokmuyor içimde hiçbir yer. Üşüyorum. İçim rüzgâr, dışım yağmur. Bulamıyorum ne kadar düşünsem de, şu geçen zamanın hesabı kimden sorulur?

Dilek

"Bir dilek tut" dedi, yüzünde çocukluktan kalma bir gülücükle. "Ne dileği?" diye karşılık verdim ona, soruma bir yer aranarak gözlerinde. "Tut hadi" diye söylendi, ısrarcı bir kız çocuğu gibi. "Tuttum" dedim, düşüncesi bile güzel olan dileği, içimde gezindirirken. "Hadi kapat şimdi gözlerini"
Oyunun bundan sonrasını biliyordum, sessizce bekledim sorusunu. "Sağ mı, sol mu?" "Sol" dedim, hayatımda bir tahminden, ilk defa bu kadar emin olarak. Sağ yanağımdaki kirpiği eliyle yüzümden ayırırken, "bu sayılmaz" dedi gülümseyerek. "Sayılmaz" dedim, umutlarıma yeni umutlar ekleyerek...

25 Şubat 2010 Perşembe

Kırmızı

Dün yine, oturup bir kırmızı koltuğa, tek başıma; kocaman kırmızı perdenin ardındaki, hayatın yansımalarına dalıp gittim. İnsanlar vardı... Müzik sonra. Ve kelimeler... Salondaki insanları izledim oyun arasında. Yalnızlığın kaçınılmaz sonucuydu, kulak misafiri olmak konuşmalarına. Yerimden hiç kalkmadan izledim, dinledim hepsini. Tıpkı kendi hayatımda olduğu gibi şu sıra.
Zorla oyuna kaldırmaya çalıştıkları düğünlerde gibiyim ne zamandır. Belki bir kalkabilsem ayağa, atabilsem o adımı, çok eğleneceğim ama...

24 Şubat 2010 Çarşamba

Kalbim katlanma bu dünyaya

Biliyor musun, aslında öyle başlamıyormuş o hikâye. Yani anlattığım gibi, ışıklar filan yokmuş. Öyle olsun istemişim ben. Bu yüzden güzel cümleler yakıştırmışım gördüklerime. Nasıl başlamışsa öyle bitmiş işte. Anladım ki, bazı hikâyeleri, hayallerinin yansıması sayarmış insan. Hem de seve seve.

22 Şubat 2010 Pazartesi

Önce aşk , sonra göç başlar

Bir çocuğun eline tutuşturulmuş, iki ekmek parasıydı, gizli saklı yaşadığım sevgi. Üstü yoktu. Bakkala gitmenin heyecanından yoksun gönlüm, bu yüzden hep aç kalıyordu. Ama sen, özenle boyanıp süslenmiş dört duvarlar içinde, üzerine naylon geçirilmiş, steril bir hayat sürüyordun; hiçbir şeyden etkilenmeden. Ve farketmedin yok oluşumu, bütün duyguları çıkarmamı isterken kimliğimden...

20 Şubat 2010 Cumartesi

Keşke

Aklımın içine girsen, üflesen tüm gücünle. Nefesinle geçmişin tortularını yok etsen. Kulağıma fısıldasan bütün güzel sözcüklerini, çekinmeden kimseden. Bir hayal kahramanı olmaktan vazgeçip, gerçeğe dönüşsen. Keşke...

19 Şubat 2010 Cuma

Sussam dilime yazık, uçmamak kanatlarıma...

Hava böyle güzelken, yürümemek eksik bırakacaktı sanki beni. Yürüdüm... Arabalar, insanlar, bir telaş içinde gelip geçtiler yanımdan. Ben sadece yürüdüm. Zaman yokmuş gibi, geçmiş ya da gelecek yokmuş gibi, sadece yürüdüm. Ama yine de, bir kara kedi görüp, saçlarıma uzandı elim. Sen bilmiyorsun, ben hayatı, bir kara kedinin gözlerinde, yeniden sevdim.

18 Şubat 2010 Perşembe

Her sabah bir çöl masalında uyanırdım, belki de yanlış bir Leyla

Adam ve kadın, sokak lambalarının sarı-turuncu karışımı ışıklarıyla aydınlanmış yolda, sakin ama bir o kadar şiddetli cümlelerle konuşuyorlardı. Onlara yaklaştıkça mırıltılar şeklinde duymaya başladım konuştuklarını. Tam yanlarından geçerken, birkaç adımlık bir es verdiler söyleneceklere. Lastik tabanlı ayakkabılarımın sessizliğiyle geçip gittim yanlarından.
Anahtarın kilitte dönen sesiyle açtım, o görüntünün hikâyesinin kapılarını da. Bir düelloya tutuşmuş gibi karşılıklı tehditkâr duruşlarını anımsadım; kötü bir son yazdım, sönen sokak lambasıyla. Yüzlerinin birbirlerine o kadar yakın duruşundan da mutlu bir son; parıldayan yıldızlarla. Ama içime sinmedi ikisi de. Çünkü biliyordum, ne kadar uğraşsamda gerçeği kadar gösterişli olmayacaktı hiçbir hikâye.

17 Şubat 2010 Çarşamba

Gitmek, mümkün mü artık gitmek?

Gün içinde nadiren dışarı çıkabilen insanlarda görülen o garip şaşkınlık ve sonrasındaki kabulleniş, sırasıyla gelip geçti gözlerimden. Dışarıda bir hayat vardı. Biz o dört duvarın içinde saatler geçirirken de akmaya devam eden bir hayat. Yürümek ne kadar ferahlatıyordu insanı. Hoş, bazen garip düşünceler getiriyordu aklına ama...
Sadece üzerindeki kıyafetlerle, öylece çekip gitmek bu şehirden. Nereye gideceğini, ne yapacağını düşünmeden. Kimseye haber vermeden, sessiz sedasız gitmek. "17 şubat günü postaneye gitmek için ofisten çıktı ve bir daha kendisinden haber alınamadı." Çok mu iç karartıcı? Aslında benim için bir cesaret belgesi olur bu cümle. Öylece çekip gitme cesaretini gösterebildiğimin belgesi. Ama gidemedim işte. Ve bak, ilk sana anlattım aklımdan geçenleri yine.

16 Şubat 2010 Salı

Penceresiz kaldım anne!

Bu bir delilik belirtisi midir acaba? Başını yastığa koymuş, boş duvara bakıyorsun, gözlerini ayırmadan. Kapanmamış hesapların gölgesi düşüyor duvara. Anısı tazeleniyor yeniden. Onu söylemeseydin, öyle davranmasaydın, bu kadar iyi niyetli olmasaydın... Neden bu kadar önemli ki? Neden müptelasısın kendini sorgulamanın? Her fırsatta yeterince yargılamadılar mı seni? Usanmadın mı artık, ders almadın mı yaralarından?
Bak herkes borçlu yaşıyor kendisine sunulan güvene. Oysa sen hakkını helal ettin geride bıraktıklarına. Ve galiba şimdi borcunu ödüyorsun, sessiz kaldığın bütün kızgınlıklarına.

14 Şubat 2010 Pazar

Şubat güneşi

Kimseye söyleyemediğim için belki, yine ilk aklıma sen geldin. Kendini anlatmak bir hastalıkmış dostum, yeni keşfettim. İsterdim ki, güzel şeyler söyleyeyim sana. Bahara özenmiş şubat günlerinin güzel anlarından bahsedeyim. Ama bil ki, yalancı baharların güzel anları da yalancı oluyor. Tıpkı insanları gibi.
Hiçbir suçun yokken, herkesin gözünde suçlu olmak ve tüm fısıldaşmalarından sonra, içten söylendiği kisvesine büründürülen, yalancı merhabalarına muhatap olmak, yaktı içimi. Biliyorum ki, öyle davranacaklarına açıklayıverseler düşüncelerini, en azından saygı duyacağım onlara. Ama ne yazık, bu yalan çemberinin içinde mış gibi yapmaya mahkum olmuşlar. Sevgiyi de, saygıyı da katlediyorlar.
Seneler boyu hep ukala dedi birileri bana. Herkesle saçma sapan bir samimimiyetim varmış gibi davranamadığım için. Ama bu akşam anladım ki, hayat, o sahtekâr tavırlara karşı durduğun sürece var. Yoksa anlamını kaybediyor güneşin doğuşu da, gelecek baharlar kadar.

9 Şubat 2010 Salı

Tek(er)lemeler

Bir şarkıyı ilk kez dinliyormuşsun gibi dinlemek, her cümleyi içinde hissederek; hem de yıllar sonra. Tıpkı fırından yeni çıkan ekmeği, elini yaktığında diğer eline almak ve kokusuyla da içini ısıtmak gibi. Hep tökezlediğini düşündüğün bir şeylerin, eksik parçasını bulmuş puzzle gibi, bir anda nasıl enfes bir manzaraya dönüşebildiğini görmek umudu ya da hep, bir sihir gibi kıyıda köşede saklı duran ve durduk yere söyleniveren, çocukluktan kalma tekerlemeler gibi.

Komşu komşu
Hu hu
Oğlun geldi mi?
Geldi.
Ne getirdi?
İnci boncuk
Kime kime?
Sana bana.
...

09.02.2010

7 Şubat 2010 Pazar

Sorulmamış sorular

Usul usul yanıma yaklaşan biri gibi ulaştı kulaklarıma cümleler. Kulaklarımdan önce mi dokundu içimde bir yerlere, yoksa aynı anda mı, bilemedim hiç. Çünkü birden bire akıverdi gözyaşlarım. Sanki o cümleyi bekliyorlarmış, hep buna hazırlık yapmışlar gibi. O kalabalığın içinde, hem de herkes, anlamsız bir şekilde mutlu görünürken, gözümden akan yaşlara dokunmadım ben. Gözümde parıldayan ışıklar vardı sanki. Göremiyordum yüzünü. Başını kuma gömen deve kuşları gibi, onun da beni göremediğini sanıyordum ne garip. Aklındaki anlamını bulamayan bir cümle fısıldadı ellerime. "Öyle söylemek istememiştim." İkimiz de çok iyi biliyorduk ki, tam da öyle söylemek istemişti. Söylemesi gereken belki, "seni üzmek istememiştim" olabilirdi. O konuşup dururken bunları düşündüm ben.
Yanlış kullanılan cümleler, gereksiz serzenişler dolduruyordu kulaklarımı. Oysa bir kadının saçlarını taramanın acemisi bir adam kadar ürkek ve belki en çok da bu yüzden o kadar özenli olsun isterdim söyledikleri. Olmadı. Yine bütün sorularım, umursamazlıklar yüzünden bana kaldı.

07.02.2010

5 Şubat 2010 Cuma

Ama olsun... İstemek de güzel.

Hani, "bu şarkıya ağlamak için, kürtçe bilmek mi gerek" diyordu ya filmde. Ben de ağlıyordum işte, birden bire çalmaya başlayan, kelimeleri bana yabancı bir şarkıyı dinlerken. Aslında şarkıya ağlamıyordum. Ama neden ağlıyorsun diye sorsan, yanıtlayamazdım. Bir nedeni yoktu belki. Belki de anlatamayacağım kadar çok şey vardı gözlerimden akan. Bir daha yazmayacaktım, karar vermiştim o an. Böyle olması gerektiğini hissediyordum çünkü. Aynı kelimeler üzerinde dolanıp durmaktan yorgundum. Şimdi yeni şeyler söylemek lazımdı ama... Ben, bütün yenilerin gezmeye gidilecek zamanlara saklandığı bir mantıkla büyütülmüştüm. Benim bile bilmediğim bir yerde saklıydı tüm yeni kelimeler. Aramaya gidiyorum...

Masa

Bir masaya sıralanmışız, beş kisi. Anlamları ve sırası belirli cümleler kuruluyor ardı ardına. İlk cümleden sonra, kesiliyor sanki bütün sesler. Ağır çekime alınmış gibi bütün devinimler. Ve zamanın yavaşlığına inat heyecanla titriyor eller.
İlk defa değil aslında bu masayı görüşüm. Ama ilk defa bu noktasında bulunuyorum. Söyleyeceğim birkaç kelime, ağırlaştıkça ağırlaşıyor içimde. "Şahit misiniz?" diye soruyorlar. "Evet" diyorum, içimde karman çorman olmuş duygularımın arasından yol bulup, nefes aldıktan sonra. Şahit yazılıyorum, o defterden çok, dostun gönlünde kıyılan nikaha.

Akşamdan kalan

Bütün gün topuklu ayakkabılar içinde kıvranan ayaklarım, attığım her adımda isyan ediyordu sanki. Belki yok sayarak, belki de o acıdan güç alarak yürüyordum. Durağa varıp oturduğumda, sızlayan ayaklarımın ağrısını alt edip, sordum kendime, "ne istiyorsun?" diye. Hayır, bir geç kalınmışlık duygusu değildi o soruyu sorduran, bir akşam vakti. Ama işte, her fırsatta beni dürtüp duruyordu içimde eksik kalanlar, tıpkı o an olduğu gibi.
Sonra yalvarırcasına konuşmaya başladı. "Herkes bir yol çiziyor kendine. Böyle bir yol çizme niyetinde değilsin, biliyorum. Ama ne istiyorsun şu hayattan, bari onu söyle." Tuhaftır, ilk defa ne istediğimi bir anda söyleyiverdim; bu cevap, öyle elma ya da armut gibi söylendiğinde herkesin aynı şeyi anlayacağı bir tanım olmasa da. "Huzur istiyorum!"
Hani ufak da olsa bir operasyon için hastaneye yatarsın da, taburcu olduğunda hayata yeni başlamışsın gibi bir heyecan duyarsın ya. Ya da uzun süre sevdiğin yerlerden uzak kalmışsındır da, döndüğünde, lunaparka gitmiş bir çocuk kadar mutlulukla bakarsın etrafına. Öyle bir şeydi ki istediğim, aslında elmanın ya da armudun tanımından bile daha tanıdıktı hepimize, eminim.
Huzur, içten bir gülümsemedeydi belki ya da kendini sana sakınmasızca anlatabilen birinin, bir sıcak sözünde. Ve nedense, yanlış yerde arayıp duran benim gibi onlarca insanın, farketmeden yanından geçip gittiği bir yerlerde.

4 Şubat 2010 Perşembe

hani, şu 'derya içre olup deryayı bilmeyen balık'tan da tuhaf.

Tuhaf hissediyorum kendimi. Her şey olmaya hazır bir kelime çünkü bu, tıpkı benim gibi. Öyle ki, bir an sonra hüngür hüngür ağlasam da, kıkır kıkır gülsem de, şaşırmayacak hiçkimse. Sanki birikmiş cümlelerim var ve ölesiye de anlatasım. Ama dökülmüyor dudaklarımdan, tek kelime bile. Belki sorsa biri "niye eksik cümlelerin?" diye, açılır kapılarım. Kimbilir?
Kar yağıyor, yağmur yağıyor, güneş açıyor aynı mevsimin içinde. Mevsim değişmeden de değişiyor yani şartlar. Ama benim afilli cümlelerden çok, daha yalın ve pratik çözümlere ihtiyacım var. Aslında hayatın suçu değil bu yaşananlar. Belki de gerçekten bende bir tuhaflık var.

2 Şubat 2010 Salı

Bahaneydi bu rüzgâr...

Bir cümleye tututunursun; adresi belirsiz sokakların, dolambaçlı yolların sonrasında. Tamam dersin, bu olmalı karar. Sebeplerini sıralarsın ardı ardına, aldığın kararın sağlamasını yaparcasına. Oturup düşünür, en küçük zerrenle bile inanırsın, en doğrusunun bu olduğuna. Ama sonra...
Bulduğu en küçük çatlaktan içine sızar bahaneler. Konaklayabileceği ilk yer olur gönlün. Çünkü en rahat oraya ulaşabilir. Çünkü çizik çiziktir gönlün çeperi, maphushane duvarları gibi.
Sonra... aklına sızar, sonu gelmeyen düşüncelerden aralık kalmış kapılarından. Yer bulur kendine. Sürekli aynı kısır döngü yaşanır ve yine olan sana olur. Karar veremediğin ya da vermiş olsan da hep kendine yenildiğin zamanlarla kararır günler. Ve ne yazık, o kadar çok sebebin varken, seni esir alır bahaneler.

Dilerim bütün bahanelerinden kurtulursun Melaıqe ;)
Tabii bu sözüm, sana olduğu kadar, kendime de.

1 Şubat 2010 Pazartesi

Hepsi bu

"Bize müsaade" diyerek bitirilmeye çalışılan ziyaretlerde, nasıl kapı önünde hararetle devam ediyorsa konuşmalar; tıpkı öyle, yaşadıklarımı konuşuyorum kapı eşiklerinde, kendimle. Bir ayağım kapının zaten dışında. Diğerini de derin nefesler alarak ve belki tutarak nefesimi, alıyorum yanına.
Geçen zamana, kaçırdıklarıma, eksik kalanlara kızgınken gönlüm; aklım kalıyor hep ardımda. İşte bu yüzden bu kadar meşgulum hâlâ, yaşanamayanlarla. Oysa zaman, görünmez bir hızla ilerliyor. Çünkü bitmiyor günler, ama haftalar, hatta aylar; birbiri ardına akıp geçen film kareleri gibi, geçip gidiyor gözlerimin önünden.
Belki bir cümle, bir bakış, bir şarkı kalıyor bana. Ya da yollar, otobüsler ve ayrılıklar. Belki de sadece, yalnızlığımı yüzüme vuran boş bir bank. Bir şeyler kalıyor aklımda işte ve hiç unutulmuyor zamana inat. Ve ne gariptir, aynı şeyle bazen hüzünlendirirken, bazen sevindiriyor hayat.