30 Kasım 2010 Salı

Yara izi

Adamın yüzündeki morluklara baktı kadın. İçindeki acıyı, önemsemezlikle perdelediği gözlerine baktı. Neden olduğunu sormak, hatta dokunduğu anda bütün yaralarını iyileştirebileceğine inanmak istiyordu. Oysa hiçbir şey yokmuş gibi davranıyordu adam. Kavuşmayı bilmeyen aşıklar ya da hiç aşık olmamışlar gibi yan yana durdular.
Bazı kadınlar, önce yara izlerinden sevmeye başlarlardı, gözlerine değenleri. İnsan sevmeyi başarabiliyorsa bir yara izini, aynı özenle seviyordu işte, hiç elinin değmediği birini...

Tatlı dil

Hikâyelerden çok, anılarla büyüyen bir çocuktum ben. O anıları bir hikâye gibi dinledim hep. Başka bir diyârdan gelirmiş gibiydi kelimeleri. Minicik ellerini yağmura uzatan çocuklar gibi durur, heyecanla dinlerdim hepsini.
Annem anlatmıştı bir keresinde... Dedem, köy evlerinin pencere pervazında, çentik çentik bıçak izlerine rastlamış bir gün. Biliyor ki, sorsa, kimse söylemeyecek yaptığını. "Ne güzel olmuş burası, kim yaptı bunu?" diye, kendi kendine konuşur gibi sormuş sorusunu o yüzden. O ana kadar, bir köşeye sinmiş olan dayım, eserinin beğenilmesinden hoşnut, "ben yaptımmm" diyerek atılmış ortaya.
İnsan hangi yaşta olursa olsun, kanıyor iki tatlı kelâma. eĞER Doğru yaklaşmasını bilirseniz, değil sevgisini, hatalarını bile işte böyle döküyor ortalığa.

28 Kasım 2010 Pazar

Film

Güneşli ve rüzgârlı bir sonbahar günüydü. Beşiktaş'tan kalkan motorun üst kısmında, güneşin gözlerime hücum ettiği, rüzgârın köpüklenen suyu yüzüme kadar sıçrattığı bir anda, beyaz papatyalar gibi denizin üzerine yayılmış martıları izliyordum. Saçlarım yüzümde uçuşuyordu. Neden yüzünde uçuşur ki insanın saçları? Kendimi sırf bu yüzden, bir film kahramanı gibi hissediyordum. Mutlu sonu olan bir film ama...

24 Kasım 2010 Çarşamba

Ah

Birine seslenmenin en içten hâli, neden adının önüne getirilmiş iki harf olsun ki? Ama öyle. Söyleyecek çok şeyi varmış da, bir türlü başlayamıyormuş gibi ortaya atılan; ya da içinden geçenleri, başkası ortaya döktüğünde, incecik, yumuşacık bir sesle, küçük bir çocuğun yanağına dokunur gibi söyleniveren, o kısacık kelime. Bilmiyorum, ne kadar zamandır benim için bir acıyı ünlemiyor. Ne kadar zamandır birinin bana böyle seslendiğini duyduğumda, içimde bir şeyler, yerinin aslında orası olmadığını hatırlıyor. İnsan bile bazen susmayı biliyor ama, bazı kelimeler, bunca kısayken hem de; bilmiyor...

23 Kasım 2010 Salı

Oldurmak

Memleketten gelirken kivi getirmişti annem. Yenecek kıvama gelmeden toplanır kivi. O yüzden şimdi balkonda, bir poşet içinde, yanına eklenen bir elma ve limon eşliğinde olmaya bırakıldılar. Elma yumuşasın, limon, ekşi olsun diye kondu yanına.
Bu kadar basit olsa ya bizim de hayatımız. Gülen birini gördüğümüzde, yüzümüz gülüverse. Ekşiliğimiz sevimsiz değil, tatlı oluverse...

19 Kasım 2010 Cuma

Vapur

Gökyüzü ile denizin birbiri içinde yitip gittiği bir akşam karanlığında, vapurun sol yanında oturmuş, esen rüzgâra aldırmayan benim gibi birkaç kişi ile birlikte, ama bir o kadar yalnız yol alıyordum beyaz köpüklerde. Süslü bir kitap ayracı gibi, şehri ikiye bölen ışıkları izliyordum uzaktan. Koca bir karanlığın içinde, kayan bir yıldız gibi yol alırken vapur; bir şarkı mırıldanıyordum ben.
Ayaklarım demirlere yetişmiyordu. Belki de sırf bu yüzden, şarkının sonu da gelmiyordu. Kollarımı kavuşturmamıştım. Aldırmıyordum soğuğa. Aydan, yıldızlardan, gökyüzünden; tanıdığım bildiğim birçok şeyden uzakta, bir yaraya üfler gibi olanca kuvvetiyle esiyordu rüzgâr. Ama dinmiyordu bir türlü, yaralarını düşündükçe, insanın içine dolan o efkâr...

17 Kasım 2010 Çarşamba

Ben bu filmi daha önce görmüştüm

Konuşmadığımı söylüyorlar. Neden bu kadar az konuştuğumu sorup duruyorlar. Bilseler içimde uğuldayıp duran sesleri, bir bilseler... Onca gürültünün arasında sessiz sedasız oturuyor olmanın, benim için bir başarı olduğunu hissedebilseler...

Tad

Alelacele ve tek başına kurup oturmuşsan kahvaltı masasına, o yalnızlığı unutturmak için, en olmadık hatıralar gelir insanın aklına. Sağ işaret parmağın fincanın kulpuna, gözün, masa örtüsündeki lekeli bir noktaya takılır kalır. Yediğin hiçbir şeyin tadını alamıyorken, küçük bir tabak içinde, açıkta unutulan helvaya sinen, o buzdolabı tadını alırsın. Keyfin kaçar.
Duyguların neden öyle sarıp sarmalanıp muhafaza edilmesi gerektiğini, bir kez daha anlarsın. İnsanlar her şeyi birbirine karıştırır. Geriye ise sadece, hiçbir şeye bezemeyen o acı tad kalır.

16 Kasım 2010 Salı

Neyse/Zuhal Olcay

Zaten ne söylesem...
Neyse


Zuhal Olcay - Neyse (Güldünya Å�arkıları)
Yükleyen tipe-bak. - Video klipler, sanatçı röportajları, konserler ve çok daha fazlası.

Sana söz yine baharlar gelecek

Bir demet beyaz papatyayla geldi yanıma. Hayatımda aldığım üçüncü çiçekti o. En sonuncusu tarih kadar eski bir vakitteydi. Üşenmedim de saydım. On yıl olmuştu tam.
Birinin yüzünüze çok dikkatlice bakarak, elini, sizin yüzünüzdeki bir lekeyi çıkarmak ister gibi, kendi yüzünün herhangi bir yerine dokundurduğunu gördüğünüz zamanlar olmuştur. Siz de elinizi gayri ihtiyari, yüzünüzde aynı noktaya götürürsünüz. İşte öyle bir gülümseme belirdi yüzümde. Onun yüzünün yansıması gibi. Oysa ağlamak istiyordum ben.
Şarkıların verdiği sözlere inanmıyordum. Bir kitap okuyunca hayatımın değişeceğine, sabah kalktığımda bambaşka biri olabileceğime, üzülmekten bir gün vazgeçebileceğime inanmıyordum. Çünkü hiçbir şey bir anda olmamıştı benim hayatımda. Birine, bir anda kızdığım olmamıştı hiç. Muhakkak susup, anlamasını beklediğim zamanlarım olurdu, o patlama anından önce. Hiçkimse ilk görüşte âşık olmamıştı mesela bana. Eksiklik miydi bu, bilmiyordum.
Ama yine de şarkılar söyledim o akşam, gökyüzüne baktım; gözümde biriken damlaları başımı yana çevirerek akıttım. Ne oldu, diye sorarsan... hiçbir şey olmadı. Sabah yine aynı sonbaharın kollarında uyandım.

15 Kasım 2010 Pazartesi

Cam

Evinde özene bezene cam silmiş insanların, herhangi bir yerde, gelişigüzel cama dokunan birini gördüğünde, dışarı vuracağı o hassaslıkla söylemiştim bunu. "Yapma!"
Cam gibi edilgen bir şey olmak, kendini hiçbir şey yapamayacak bir kıvamda bulmak, keyifsiz bir durumdu. Yorgundum, hem de çok. Duruyordum öylece, camdan bir kapı gibi orta yerde. İçimden gelip geçenler açık seçik görülebiliyordu. Dalgın, kızgın, sinirli, üzgün onlarca insan. Bakamıyordum içime, bakmak da istemiyordum.
Unutur muydum bilmiyordum. Geçer miydi kızgınlığım, camlardaki parmak izleri gibi siliverseydim, bile bile beni kanatan içimdeki suretleri? Peki ya gönlüm? O suretlerin silinmesine izin verir miydi?

14 Kasım 2010 Pazar

Ev

"Sonunda evimdeyim" demişti. "Evinde olmak" çok garip bir deyim gibi geldi o an. İçinde bir türlü kendine yer bulamayan biri için, "evinde olmak"; "bir varmış bir yokmuş" diye başlayan masalın, herhangi bir satırıydı sanki.
Yurdundan sürülmüş insanlar gibiydim ben. Nereye giderse gitsin hep orayı anımsamasına rağmen, şimdi geri dönmek istese, bulacağı yerin asla bıraktığı gibi olmayacağını bilerek ve bunu bir yara izi gibi, hep ruhunun bir köşesinde gezdirerek yaşayan insanlar gibi. Oysa o "evimdeyim" demişti, çocuklar gibi gülücüklenen sesiyle. Ona hiçbir şey söyleyemedim. Evini bulamamış biri olarak, "hoşgeldin" demenin mânâsızlığını farkettim.
Telefonu kapatıp, bilmediği bir şeyle karşılaştığında, içimde telâşla koşturup duran şey ne ise, onun durulmasını bekledim. Ve artık aramaktan vazgeçip, beni kendi halime bırakmasını. "Ev" dedim kendi kendime, seslendiğim birinin dönüp bakmasını beklercesine. Bu kadar kısayken yazılışı, neden bu kadar keskindi bilmem, adı her duyulduğunda insanın içine yayılan o acı.

12 Kasım 2010 Cuma

Terzi

Ne yapsan, ne kadar dikkat etsen de sökülüveriyor işte hayat; yanından yöresinden. Her fırsatta elin o söküğe gidiyor sonra, dolanıp duruyorsun aynı yerde. Biri, iğneye geçirilmiş iplikle karşına çıkıveriyor bir gün. "Ya ipin rengi tutmazsa?" diye endişeleniyorsun. Söküğü üzerinde dikilenlerin, iki dudağının arasına bir parça iplik emanet edilirmiş; iğneye geçirilmiş iplikle aynı renkte. Ki iğne batıp da canını acıtmasın. Hiç canları acımamış mıdır, bilinmez.
O iplikler gibi işte, sözler bekliyor insan, hayatının sökük yanına yaklaşanlardan. Güzel sözler bekliyor... Ki inansın artık zarar gelmeyeceğine, elinde her iğne olandan.

Uyku

Saat gecenin biri. Yine böyle bir gece yarısı, özenle yere serilip kabartılmış yatağın içinde uzandığımı anımsıyorum birden. Yine böyle deli gibi esneyip, bir türlü uykuya teslim olamadığım bir geceyi. Kapının eşiğinde durup, ne olduğunu soran, kaygının bile alt edemediği o melodili sesi. "Uyuyamıyorum." "Nazar değmiştir sana" diyerek başımı dizlerine koyduğunu, saçlarımı okşarken mırıl mırıl bir duaya başladığını. O okudukça esnediğimi, ben esnedikçe onun gözlerinin yaşardığını.
Aklımda uçuşup duran onca şeyin dışında, nazar duası niyetine bir hikâye anlatsa biri bana. Ben de bütün her şeyden arınıp, dalsam yine tatlı bir uykuya...

11 Kasım 2010 Perşembe

Hancı

Sürekli birilerini yolcu ediyorum. Kimilerini tren garlarından, kimilerini otobüs terminallerinden, kimilerini kapalı bir perdenin ardından. Kolumu kaldırmaya mecalim yokken, el sallıyorum habire. "Bir gün" diyorum hep, "bir gün ben de gideceğim". Hem de böyle bahardan kalma bir günde...

10 Kasım 2010 Çarşamba

Yaprak

Birkaç yorgun çınar yaprağı, düştüğü yerde de rahat bulamaz rüzgârdan. Sanki o melodiye katılmak için sararıp kurumuş, yetmemiş dalından düşmüş ve rüzgârın her savuruşunda, beton zemine çarpa çarpa bir parçası olmuştur, karanlığın ortasına düşen müziğin. Kapılar açılır kapanır, ışıklar yanar söner, birkaç parça bezgin bulut, yıldızların arasında süzülüp giderken; neden bir yapraktan daha savunmasız hisseder insan kendini? Eline aldığında un ufak olabilecek kadar kurumuş bir yaprak, neden daha korunaklı olsun ki? Bilemez ama öyle hisseder işte.
Banklar boşalır, insanlar evlerine çekilir erken vakitlerde. Boş sokağı ses çıkarmadan adımlar ve bunun için kızarsın kendine. Topuk sesi duymak istersin. Ve o topuk seslerine yakışan güveni ararsın sokak boyunca, her adımında. Bulamazsın. Rüzgârda savrulan bir yaprak kadar sesin çıkmaz bazen. Ya da çıkan sesi, kendin bile duyamazsın...

9 Kasım 2010 Salı

Çay

Pencereler ardına kadar açılıp, ince belli bardaklardan çaylar içilirken, bulutlandı gökyüzü. Böyle zamanlarda şu çay bardağına ne karışır bilmem ki, insana unutturuveriyor söyleyeceği sözü...

8 Kasım 2010 Pazartesi

İrem olmayı istemek...

İREM


bana şöyle bir bak diyorsun
alıcı gözüyle, tepeden tırnağa
yeni dalınmış uyku gibi bak
çobanların söndürmeyi unuttuğu dağ ateşi
kaleden kaleye uçurulan ak güvercin
rüzgara emanet edilen fısıltı gibi
yazdan kalma bir gün gibi bak bana

bana şöyle bir bak diyorsun
posta kutusuna geceyarısı bırakılan bir mektup gibi
kızağından kayıp bitmeden denize inen bir tekne
gökyüzünün denizyıldızlarıyla dolduğunu gören bir dalgıç gibi bak
akşam kırılmaya başlarken içimde
dağılan bir ilkokulun zili gibi bak bana

bana şöyle bir bak diyorsun
bir ışın demetine sarılır gibi bak
unuttuğum ve istesem de
yüzlerini bir türlü anımsayamadığım
çocukluk arkadaşlarım gibi
kahve fincanına damlayan gözyaşı
kara düşen kan damlası gibi
diyorsun ki - evet, mavi gözlerinden bile ürpertici bu -
kınından çıkarılan bir hançer gibi bak bana

bana şöyle bir bak diyorsun
yaşama sevincini sana ben veriyormuşum gibi
sevgilin olmasam da sevgilinmişim gibi bak
kumsalda bırakılan ayak izi
kanada değen bulut gibi
kayalıklara sürüklenen bir gemiye yanıp sönen deniz feneri gibi bak bana
çünkü unutmamanın eşiğidir
ve anımsamanın kapısıdır bakmak
ve sevgili İrem
bunun için bile kibrit çakılabilir okyanusun kıyısında
karanlıkta
bir kedi gözü gibi
pençeleriyle dolaşırken aşk

Akgün Akova

Karışık

Dünya'ya çocukların gözlerinden bakmak...

Beter Böcek

Kendini seçemiyorsun, bırakıp kaçamıyorsun...

Sisin sadece şehri değil, beni de görünmez kılmasını düşleyerek adımlarken kaldırımları; adımı yineleyen aceleci bir ses yanaşıyor yanıma. Dönüp bakıyorum; çocukluğumun en korkutucu yüzü duruyor karşımda.
Uzun zamandır görüşmeyen iki arkadaşmışız gibi, hâlimi hatrımı soruyor önce. Az kalsın unutacakmış da, son anda aklına gelmiş gibi, adıma sarılıyor yine. "nişanlandın mı sen?" "Hayır" gibi kısa bir sözcüğü henüz tamamlayamadan, yaptığım yanlışın farkına varıyorum. Derin bir iç çekip "oh" diyerek mutluluğunu belirtiyor mahallemizin delisi.
O yeni sorular sormaya niyetlenirken, az evvel yaptığım hatayı telafi etmek ister gibi, hiç aldırmadan devam ediyorum yoluma. Bir yanım bu hâlime gülerken, farkediyorum ki, bir yanım hâlâ ondan korkuyor; çocukluktan kalma hatıralarla. Hem merak ediyorum, kendi canımı yakmaya bu kadar meyilliyken ben, neden sadece deli diye anılan o oluyor ki acaba?

7 Kasım 2010 Pazar

Çivit

Güneşin yavaş yavaş yükseldiği saatlerde, evin önündeki beton zeminden harmana doğru yayılan buhar, salına salına bulutlara yükselirdi. Küçüktüm daha. Bir savaşın tarafları gibi renklerine ayrılmış çamaşır yığınlarına uzaktan bakardım. Harmanın bir ucundan diğer ucuna gerilen ipin, çamaşırların kuruması için güneşin ne kadar gerekli olduğunu anlatmak istediğinden mi sarı renkte seçildiğini, bir türlü bilemezdim.
Bütün bu devinim içinde beni en mutlu eden şey, adı tek başına bir terkerlemeymişçesine eğlenceli, göz alıcı rengiyle küçük naylon bir poşet içinde, assolist edasıyla en son sahneye çıkan çivitti.
Gördüğüm ilk sihirbazdı anneannem. O mavi renkteki tozu, beyaz çamaşırların içine katar; onun çamaşırları beyazlattığını söylerdi. İşte o günden beri, ne zaman beyazlığına hayran kalsam bir şeyin, aklıma gelir çivit; bulutların ardındaki mavilikler gibi.

6 Kasım 2010 Cumartesi

Öyle özledim ki...


Keşkeden başka kelime yok dilimde. Seni öyle özledim ki...

5 Kasım 2010 Cuma

İçimden dedim...

Sokaktaki insanların yüzlerini, ancak çok yaklaştığında görebileceğin bir vakitte, eve doğru yürüyordum. Rüzgâr, önünü iliklemediğim montumun ve boynuma doladığım mavili-yeşilli şalımın iki ucunu, hafifçe savuracak kadar esiyordu. Yürüyordum ve yürüdükçe aklıma şu satır düşüyordu. "İçimden dedim, beraber yürüyelim olur mu?"
Gidelim dedim içimden. Senin o çok sevdiğin havalarda bile gitmeye razıydım aslında. Ruhum dayanmasa da, yanımda sen varsan eğer, giderim gibi geliyordu, havaya bile aldırmadan. Herhangi bir otobüsün, herhangi bir koltuğunda, üstelik cam kenarından bile vazgeçecek kadar istiyorsam bunu, bir sebebi vardı elbet. Sana sarılırsam, dışarıda dalgalanan havanın farkında olmayacağımı düşünmemin ve o gitmek duygusunun burnuma çaldığı deniz kokusunun da katılımıyla, o kadar bilinmeyene rağmen, çözümü ortada bir matematik işlemi gibi duruyordu karşımda, yolculuklar.
Çantam sol omzumda asılıydı. Şalımın iki ucunu hapsetmişken, aynı anda müzikçaları da muhafaza eden sol elim ve buna inat salınıp duran sağ elim birbirine kavuştuğunda; o her şeyi, dışında da, içinde de taşımaya meyilli sol yanımda olmanı isterdim. Ve o zaman belki, söyleyeceklerimi sadece içimden söylemezdim.


Mırıldanmalar

I

içimden dedim, beraber yürüyelim olur mu
varsın gemilerimizi taşıyamasın sular
varsın yarı yolda uyuya kalsın
bize gönderilen bahar

içimden dedim, beraber yürüyelim olur mu
varsın gölgemiz olsun hüzün
dilediği gibi uzatsın canevimize ayaklarını
varsın annemiz olsun tütün
hayat daha sert vursun yumruklarını

II

içimden dedim, ilmeği kaçmış bir hayat bizimkisi
nedir alnımızdan öpmek için izimizi süren
kalmış mıdır kalesi düşmüş bir şehrin cazibesi
nedir yalnız bize yakışan bu serüven

bu serüven ki
bizden biri yaptı sırtımızdaki hançeri
ve terketti bizi huzur denen sevgili
kalakaldık, şaşkınlığın avuçlarında
billur bir kuş gibi

III

içimden dedim, gömülü bir ırmağın yalnızlığıdır bu
beraber yürüyelim olur mu…

İbrahim Tenekeci

Mırıl mırıl...

Nazan Öncel
Kunduram Sandukam Zembilim

4 Kasım 2010 Perşembe

Bu biçim

Kapağı açık kalmış bir masal kitabının içine karışmışız gibi hissettim bir an. Yani bana, aslında bir yolu olduğunu söylerken sen. Söylediğin cümle ne kadar basit görünüyorsa, o denli karışıktı kendi içinde. Kaf dağının ardındaki ağaçtan bir dal koparmaktı benim için. "Yapamam" dedim, "çözüm buysa bile ben bunu yapamam." Sana söylemedim ama, o anda aklımda bir tek cümle dolanıyordu. "Harflerin gülüştüğünü senin adında gördüm."*
İşte bu yüzden, adı geçtiğinde gözlerim dalıp dalıp gidiyorsa da, içimde bir yer, hep gülüyordu...


*Haydar Ergülen

Yıldızlar da isterim

Lacivert bir gökyüzü altında, camları buğulanmış evler gibi puslu sokaklarda yürürken, başucumda yıldızlar olsun istemiştim. Ve kayan her yıldızın ardında bir dileğim. Gece mi çok koyuydu, yoksa yıldızlar mı parıldamayı unutmuştu, bilmiyorum. Bir efkârı parlatmakta benden iyisi olmadığına göre, yıldızlara da el atmalıydım. Bundan sonra parıldayan her yıldızda, bu hâlimi anımsarım.

3 Kasım 2010 Çarşamba

Bu sabah

O paytak yürüyüşüne gülümsemekten kendimi alamazken, çok sevdiğim bir kokuyu duymuşçasına, yanaşıp, yanağına bir öpücük kondurduğum o küçük çocuk, gözlerime öyle gülümseyerek bakmasaydı eğer; her şey çok daha farklı olurdu. İçimde bir topak halinde duran o duyguları farketmiş gibi, "beni kandıramazsın" edasıyla, o minicik elini yanağıma dokundurmasaydı ve ben, öyle tatlı tatlı gülümserken, birdenbire ağlamaklı olmasaydım; her şey daha kolay olurdu. Olur muydu?