31 Temmuz 2010 Cumartesi

Suçlu

Yüzüme baktı. Ağlamaktan şişmiş gözleri, ve onca saattir uyuyor olmasına rağmen, günlerdir uyumuyormuş gibi yorgun görünen yüzüyle baktı bana. Gözyaşlarına eşlik eden kırık dökük kelimelerini bitirdikten sonra.
Bizim konuşmamızı kıskanıp bir köşeye çekilen küçük çocuk, annesinin gözünden akan yaşları görünce, gelip kucağına oturdu. Bir yandan annesinin gözünden akan yaşları silerken, diğer taraftan, yaşından hiç de beklenmeyecek tehditkâr bakışlar savuruyordu bana. Annesini benim ağlattığımı sanmıştı galiba. Haklıydı belkide. Ben ağlatmıştım onu. Kimseye anlatmadığı, evde olduğu anlaşılmasın diye ışıkları söndüren insanlar gibi, içini karartıp oraya sakladığı her şeyi, deşip ortaya çıkarmıştım. Anlatsın, ağlasın, ferahlasın istemiştim. Çünkü anlatamamak nasıl bir sancı olur, bilirdim.
Aynı yaştaydık. Birlikte kurduğumuz hayaller, yürüdüğümüz yollar, daha dün gibi tazeydi anılarımda. Niye böyle oluyordu bilmiyordum. Sevdiğim insanların acılarına çaresiz kalmak canımı yakıyordu. Toz alır gibi üzerinden silip atmak istiyordum bütün yaşadıklarını. "Bak, geçti işte" demek. Ona zamandan bahsetmek istemiyordum. Çünkü biliyordum, zaman hiç de adil işlemiyordu bazılarımızın hayatında.
Her şeyin ne kadar basit olabileceğini anlatmak istiyordum ona. Sadece bir karar almasının yeterli olduğundan başlayarak. Ama öyle olmayacaktı işte. Ben ne söylersem söyleyeyim öyle olmayacaktı. Yolun bir yerinde, yaşadığın, senin hayatın olmaktan çıkıyordu bazen. Birinin annesi, birinin eşi, birinin çocuğu oluyordun yalnızca. Toplumun doğru sayılan kimi yanlışlarını, bir insanı canlı bir cenaze hâline getirmek pahasına, getirip dayıyorlardı burnuna. Sen de canın acıya acıya yaşıyordun. Daha doğrusu, yaşamak diyordun katlandığın acıya.
Oysa böyle olmamalıydı. Dedim ya, aynı yaştaydık. Ve nedense garip bir suçluluk duyuyordum onu dinlerken. Bazen bile bile canımı yaksam da, kararlarımı bir tek kendim olarak verebilmekten...

30 Temmuz 2010 Cuma

İşte öyle...

Sabahın kör bir saatinde, uyku tutmayan gözlerimin, başucumdaki kitaba uzanan ellerimle işbirliği yapması sonucu, kelimelere hapsolmuştum.

Söylesene, bir romandaki kavuşma sahnesine bile ağlıyorsa insan, nasıl olur da artık hiçbir şeye üzülmeyeceğine söz verebilir ki?

Sen şarkılar söyle içinden, boşver...

Bazen her şeyi hatırlamaktan çok yorgun düşüyorum. Onca cümle, onca bakış, onca gülüş. Söylesene, yaşandığı andan sonra unutuluverseydi her şey, yaşanmış sayar mıydık yine de?

Mavilik

İçmek, içinde boğmaya çalışmaktır sevgiliyi!

Küçük İskender


Sarıyer'e yarım saat mesafede bir balıkçı köyünde, güneşin sıcaklığını bir an olsun bile hissettirmeyen deli bir rüzgârın tenimizde dolandığı surların tepesindeydik. Kayalara çarpan dalgaların sesini dinlemekteydim. Deniz, bütün ihtişamıyla uçsuz bucaksız uzanmaktaydı önümde. Bütün düşüncelerim yok oluyordu, o göz alabildiğine mavilikte.
Gökyüzünü, denizi, dalgaları, güneşi; hatta sevgilileri izledim. Güzel şeyleri içti gözlerim, hapsetti yüreğime. Orada kötü olan ne varsa, güzelliklerin denizinde boğulsun diye...

27 Temmuz 2010 Salı

Akşam oldu hüzünlendim ben yine

Zoraki bir yağmurun peşinden sürükleyip getirdiği davetsiz misafirdi, nazlı nazlı esen rüzgâr. Pencerenin dibinde oturup, bir bardak demli çayın eşliğinde, çok sevdiğim bir şarkıyı dinler gibi dinledim, akşamın sessizliğine yayılan yağmur sesini. Perdelerin solgunlaştırdığı ışıklar yayılıyordu karşı evlerin pencerelerinden. Oysa çayım kadar demliydi benim odam. Hayallere dalmak için gözlerimi kapatmama gerek kalmıyordu.
Bütün sokağa, bütün mahalleye, hatta bütün İstanbul'a hâkim olmuştu yağmur. Sesinde ertelenmişti bütün kızgınlıklar, saklı kalmış kırgınlıklar ve yalnızlıklar. Şimdi yine tatlı bir hüzün sarmıştı ruhları... güneş, şımarık bir çocuk gibi, sıcağıyla bizi kendinden bezdirmeye başlayana kadar.

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Renksiz

Gitmekle kalmak arasında sallanıp duran bir pazar gününde, akşam sefalarının henüz açılmadığı saatleri yaşıyorduk. Annesinden izin almak için yalvaran küçük çocuklar gibi, gözümüz yollardaydı. Ayağımızdaki prangalar, günün kasvetli sıcağından da ağırdı. Kalakalmıştık nedensiz. Bütün pembeler vurgun yemiş, bütün beyazlar kirlenmiş, bütün maviler, is rengi bir perdenin ardına gizlenmişti. Yok oluyorduk...
Kullanılmadıkça unutulan kelimeler gibi, bulmacaların o çözülemeyen soruları gibi, yağmur yağmadıkça adı anılmayan gök kuşakları gibi yok oluyorduk. Böyle eksilerek, böyle içimiz ezilerek bir yok oluşa tahammül edemiyorduk oysa. Yaşadıklarını yinelemekten yorgun, kendini tekrarlardan bıkkın, hep en sevdiklerine kırgın devam ettirilen bir hayatın; bir gece yarısı, işinin ehli bir hırsız tarafından renklerinin çalındığını söylüyorduk. Hırsız işinin ehliydi, doğru. Çünkü hayatının renklerini bu kadar sessiz sedasız, bir tek, insanın kendisi çalabiliyordu.

25 Temmuz 2010 Pazar

Ayna

Saat gece yarısını henüz geçmişti. Yeni bir gündü... doğum günümdü. Yaptığın onca saçma sapan şeye rağmen, ilk kutlama mesajının senden gelmiş olması, mutlu etmişti beni. Bahaneler bulmuştum olan onca şeye yine. Bugün bile bilmem, kadın kalbi, neden bu kadar çabuk inanır o bahanelere.
O da bilmiyordu. Gözleri uzaklara dalmışken, dili tutulmuş gibi karşımda oturuyordu. Besbelli bunca şeyi, neden şimdiye kadar içinde tuttuğunu düşünüp duruyordu. Bir ressam edasıyla, hüznünün resmini çiziyordum oturduğum yerden. Ne gariptir, her kelimede biraz daha "ben" oluyordu o resim. Tıpkı... tıpkı bir aynaya bakar gibiydim. Anladım ki, herkes acısını ve mutluluğunu bir aynaya bağışlıyordu. Her baktığın aynada, kendi yansımanı görmenin sırrı da, galiba buydu.

23 Temmuz 2010 Cuma

Yazmasak olmazdı çünkü...

Bazen bir iki kelimeyle bile delicesine mutlu olabileceğimi söyledim mi sana hiç? Söylemişimdir tabii. Hatta ilk sana söylemişimdir bazı şeyleri. Çünkü kimse senin dinlediğin gibi dinlemez beni. Kimsenin içinde o kadar yer etmez kelimelerim. Ama senin içinde beklenen bir misafirmişçesine kendisine ayrılan yere geçer oturur. Ah o özlenmek duygusu, ah o kendini değerli hissetmenin huzuru... beni alıp hep gitmek istediğim bir diyâra savurur.

Ağrı

Küçük çocuklar kafalarını bir yere çarptıklarında, önce şaşkınlık yaşayıp sonra o acıyla deli gibi ağlamaya başlarlar ya hani. Çocuk ağlarken anne ya da baba, o duvara gidip vurmaya başlar, acıyı dindirecekmiş gibi. "Ahh ederim ben onu, ahh." Oysa ne âlâkası var, benim canım yanarken duvara vursan ne fayda. Ama öyle değil işte. İnanmak bütün acıları geçiren bir ilaç sevgili. Sen o duvara vurduğunda, sen yanımda bulunduğunda her şeyin geçeceğine inanmak... Bütün acılar için ağrı kesici.

22 Temmuz 2010 Perşembe

ve...

Yüzüyorsanız boğulmayın,
içiyorsanız çok için,
seviyorsanız sevişin,
üzülüyorsanız...
yapmayın!
değmiyor.

Küçük İskender




Elindeki hediye paketini dikkatle açmaya çalışmasından anlamalıydım aslında, nasıl bir "deli"yle aynı masada oturduğumu. Çünkü kendimden alışkındım bu duruma. Tiyatro, sinema, konser biletlerini biriktirmek benim için de normaldi. Piyango ve kazı kazan biletlerini de biriktirdiğini öğrendiğimde, ufak çaplı bir şaşkınlık yaşadım ama... Neyse ki çabuk geçti.
Birbirine hiç benzemeyen hikâyelerden arta kalmış, küflü acıları çıkardık ortaya. Yanına da iki bira. Yok... hayır ağlamadık. Üstüne çok ağlanılmış o zamanlara güldük inadına. Aslında kadınlar ağlamayı o kadar sevmezler biliyor musun? Bakma, içlerindekini başka türlü nasıl temizleyeceklerini bilemediklerinde dökerler o yaşları. Diyorum ya, yoksa sevmezler ağlamayı.
Bir şarkının sözlerini kağıttan okur gibi, içimize bakıp bakıp anlattık; geçmişte kalan ama evhamlı insanların, o tedarikli ruh hâliyle hep yanında taşıdığı anıları. Büyük büyük laflar etmeye gerek yoktu, biliyorduk. Birçoğu ayağımızın altında kalmıştı zamanında. Bir o kadarı da ardımızda. Şimdi yeni şeyler söylemek lazımdı. Sırtımızdaki yüklerden arınarak yürümek ve düne gömebilmek için bütün acıları...

20 Temmuz 2010 Salı

İnatçı

Yağmur yağarken aklına düşmüşümdür belki. Öyle olmasa da mühim değil. Mühim olan tek bir şey var. Bazı şeyleri delicesine severken, dudaklarından tam tersi cümleler dökülen insanlardan olmam. Hani "kal" demek için her şeyini feda edebilecekken; inadına, kuru, önemsemez gibi görünen bir "git" deyiveren insanlardan. Ah yağmur... işte öyle seviyorum seni.

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Öğreti

O bilindik öğretilerle yoğrularak büyüdüğümüzden midir bu hâlim? Komşudan gelen tabakları, boş olarak götürmenin ayıp olduğunu öğrendiğimden beri; hiçbir zaman bir takım olamayacak tabaklarla doldu yüreğim. Çünkü ne o tabaklarda sunulacak sevgim, ne de boş olarak iade etmeye yüzüm olmadı hiçbir zaman. İşte bu yüzden biriktirdim.
Korkuyu da böyle mi işlediler acaba içimize? Söylesene, birini severken incinmekten, sevilirken incitmekten korkmayı, hangi sözle öğrettiler bize?

18 Temmuz 2010 Pazar

Konser

Bağlamanın, gitarın teline yüreklerimizi astılar zaman zaman. Kalabalık arkadaş ortamlarının bile, insanı nasıl kimsesizleştirdiğine tanık ettiler bizi. Hep içine dönmenin, eskiye bakmadan edememenin kanıtıydılar. Şimdi daha da kalabalığız. Daha da kalabalıklar...



16 Temmuz 2010 Cuma

Acı

Bazı sözcükler niye böylesine acıyla yan yana gelirler, bilmem. Okuduğumdan beri içimde yankılanan o cümleyi diyorum...


Ben seni bağışlamadım sevgili. Hele bir başkasına, hiç bağışlamadım...

Küçük İskender

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Elbette

Apartman kapısından çıkarken bu sabah, sokağın temizliğinden sorumlu o abiyle karşılaştım yine. Yolumun üzerinde olduğu için, neredeyse eve en uzak konteynıra çöp attığımı bildiğinden, "bırak abla apartmanın girişine, ben alırım" diyor, beni her gördüğünde. Oysa bilmiyor, benim içim elvermez, ortalığı öyle dağınık dökük bırakıp gitmeye. Bu sabah tam apartman çıkışında karşılaşmamızdan memnun görünüyor, alıyor elimden poşetleri. İnsan böyle bir şeyden mutlu olabilir mi? Elimi kolumu sallayarak tatile çıkmış gibi hissediyorum o an kendimi. Yani hep o hayal ettiğim, hiçbir şeyi umursamadan, gerekliliklerinden kurtulmuş biri olarak yollara düşmüşüm gibi. Bunu farkediyor herhalde ki, gülüyor.
"Bir simit alabilir miyim?" Başında şapkası, "bütün buralar benim" edasıyla tezgahın başında oturan adam, söylediklerimi soruya çeviriyor. "Bir simit mi istiyorsun?" Sanki yanlış bir şey söylemişim de, uyarmaya çalışıyor beni. Ne demek istediğini anlamaya çalışırken, simidi pakete sarıp uzatıyor. Kolay gelsin diyorum. Gülüyor.
Sevgililer dolanıyor sokaklarda. Yalnızlar daha kalabalık oysa. Onlar sadece dağınıklar. Gökyüzündeki parça parça bulutlara benziyorlar, her biri bir yerde. Ve akıllarında kimbilir neler. Uzanıp gidiyorlar yollara, yalnızlıkları kadar sessizler. Sokağın gürültüsüne bile aldırmıyorlar bak. İçlerindeki karmaşa yetiyor onlara. Ne zaman ki karşılaşıyorlar bir sokakta, yağmur yağıyor kurumuş topraklara. Özlenen toprak kokusu gibi gülüyorlar.

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Gölge




İnsan kalabalığının henüz doldurmadığı o sakin deniz kenarında, bir bankın üzerine kurulup, bütün kötü olaylardan habersizmişim gibi izliyordum ufku. Ve güneş, her geçen dakika, yorgun gölgemi kaldırımda biraz daha uzatıyordu. Bana sorarsanız o karaltı, benden daha gerçek, daha cesur ve daha umutluydu. Dilinin döndüğünce ikna etmeye çabaladıktan sonra içimdeki huysuzu, "ne halin varsa gör" deyip, bırakıp gidecekti yine, sıkı sıkıya kavradığı ipin ucunu. Ve ben orada öylece, kimbilir neleri düşünerek yine ve üzülerek istisnasız hepsine, bir çıkış yolu arayıp duracaktım. Bütün yolların çıkışında bir bekçi gibi dikildiğimi bilirken üstelik...

Fotoğraf : Deniz KOÇAK

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Gündökümü

Hayattan çaldığım bir perşembe günüydü ruhumdaki sükûnete sebep. Bir termos çay, iki simit ve ince belli bardaklarla çıkmıştık yola. Perşembe günü için çok kalabalıktı vapur. Sanki her perşembe sabahı ada vapurunda yol alırmışım gibi bunu söylüyor olmam garipti gerçi. O bulutlu havaya rağmen içerde oturmak olmazdı. Vapurun denize nazır yan tarafında, oturaklardan arta kalan boşluğa serdik poşetleri, bağdaş kurup oturduk. Aramızda kalsın ama, denizin içinde gidiyormuşsun gibi hissediyorsun oraya oturduğunda.
Bardaklara çaylar dolduruldu, simitler koparıldı. Hatıralardan, içimizde saklı kalmış gizli acılardan katıldı yanına. Konuştukça daha bir koyuldu çayın rengi. Deniz köpürdü, köpürdü...
Kınalı ada'nın o sessiz sakin sokaklarında dolaşıldı. Denize karşı oturuldu uzun uzun. Sanki gelecek birini bekler gibi bakıldı uzaklara. Rüzgâr deli deli esti.
Vasati kırk çöpün topu topu üç sigara yakabildiğine de inanıldı. O üç sigaranın dumanı savruldu savruldu... Başımızda köpük köpük toplanmış o bulutlara karıştı. Artık biliyorum, onlar bulut değil. Efkârın dumanı.

9 Temmuz 2010 Cuma

Saklambaç

Otobüs terminallerinde bagaja verilen koliler gibi, renkli iplerle sarılı zamanlarıydı ömrümün. Memleketten gelen paketler, biz çocuklar için bir bayram sabahı tadındaydı. Öyle heyecanlı, öyle meraklı açılırdı ki o koliler.
Bu şehirde bulunup bulunmadığı ayrımı yapılmaksızın, bir sürü sebze meyve yayılırdı ortalığa. Bir de, sanki Anadolu'nun ücra bir kasabasında yaşıyormuşuz da, bir türlü tadına varamıyormuşuz gibi, anneannemin o kolinin bir yanına mutlaka iliştirdiği çikolata. Her seferinde içinden çıkacağından emin olsak da, merakla bekler, ortaya çıktığında hiçbir zaman eksilmeyen o sevinci yaşardık yine.
Dün o sevince benzer bir şeyler hissettim, taa şuramda. Bir cümle, ufacık bir not ya da uzun, çook uzun bir yazı... ne fark ederdi ki. O sevinç bir yere kaybolmasın, ben bunu yaşadığımı unutmayayım diye yazıyorum bu satırları. Ve senden saklanabilmek için ya da bir tek sen bilesin diye saklandığım ağacın arkasını...

7 Temmuz 2010 Çarşamba

Unutmak

Keşke unutabilse insan. Tutulmayan sözleri, gözünün içine baka baka yalan söyleyenleri, sevgisini, inancını yerle bir edenleri, güzel anılarını ateşe verenleri. Kulağında bir uğultu gibi dolanıp duran, alaycı, kibirli sözleri ve o sözleri keskin nişancılar gibi, neyi hedef belirleyerek söyleyeceklerini iyi bilen acı bileyicileri. Ne bileyim, kendi söküğünü de dikebilse mesela, şimdinin terzileri. Birleştirse birbirine, kötülerinden ayrıştırılmış güzel günleri. Güzel ve iyi'nin anlamı kaybolmadan, mevsimi geçmiş tatsız meyveler gibi.

6 Temmuz 2010 Salı

Yeni

Aslında hayat her mevsim aynı. En ufak değişikliği paketi ile haber verilen, diğerlerinin üzerinde de aynı ibare olduğunu yadsıyarak, değişen ambalajının tepesine, mânâsız bir "yeni" ibaresi kondurulan deterjanlar gibi. Belki de sadece budur, eskimeye vakit bulamadan ve yeni olmanın tadına varamadan ardımızda bıraktığımız zamanların sebebi.

Akar akar...

Eve yayılan kavrulmuş soğan kokusu, tenceredeki yemeğin fokurdama sesi, mutfak camının buğusu. Tahta kaşığın, kimin elinde olduğunu umursamadan tekrarladığı devinimleri. Tencerenin kıyısına iki kere vurularak, görevini başarıyla tamamlamış olduğunu bildiren, alışkın, muzaffer hâlleri. Onca saatin mutfağın hangi köşesine saklandığını bir türlü bulamadığım dakika sesleri. Zaman, işte böyle akıp gidiyor. Ortalığa yayılan kokuların, açık camdan hızla olay yerini terketmesi gibi.

4 Temmuz 2010 Pazar

Rüzgâr

Şehrin ışıklarının çok cezbedici göründüğü bir tepeden baktım bu akşam, o ışıkların içinde kaybolmuş yanıma. Hiç tanımadığım bir duygu dolaşmaya başladı, kalabalıklardan koruyabildiğim o sıkılgan tarafımda. Bütün şehri içimde taşıyormuşum gibi hissediyorum bazen. Sıkışan trafik, sinirli insanlar, birbirlerinin ayağını kaydırmaya çalışanlar; âşıklar, yalnızlar, baharlarını inatçı ayazlara kaptıranlar... Bir şehrin en nezih mahallesini seçer gibi, gelip kurulmuşlar içime. Bense kapılıp gidiyorum, gecenin laciverdinde parıldayan ışıklı hâllerine. Beni gökyüzünün çatılmış kaşlarından koruyan, yıllanmış ağaçlar, yaprak yaprak açılıyorlar başımın üzerinde. Seni soruyorum onlara. Rüzgâr eşliğinde bir şeyler fısıldamaya çalışıyorlar; duyamıyorum. Ancak lodoslarda duyulabilecek bir cevap olmandan korkuyorum.

2 Temmuz 2010 Cuma

Yaşamak bu yangın yerinde




BU YANGIN YERİNDE

Yaşamak bu yangın yerinde
Her gün yeniden ölerek

Zalimin elinde tutsak
Cahile kurban olarak

Yalanla kirli havada
Güçlükle soluk alarak

Savunmak gerçeği, çoğu kez
Yalnızlığını bilerek

Korkağı, döneği, suskunu
Görüp de öfkeyle dolarak

Toplanıyor ölü arkadaşlar
Her biri bir yerden gelerek

Kiminin boynunda ilmeği
Kimi kanını silerek

Kucaklıyor beni Metin Altıok
"Aldırma" diyor gülerek

"Yaşamak görevdir bu yangın yerinde
Yaşamak, insan kalarak"

Ataol Behramoğlu